SACİDE Z. SARAÇ

Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kafidir.’’ Sözlerini yüreğine kazırken hissetmiş bir Türk genci olarak doğduğu köyün zor şartlarına rağmen eğitim ve öğretimini tamamlarken; Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘’Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulamaya geçtiği vakit, Türk milleti yükselecektir.’’ Sözlerini okur bu defa ve yokluklara rağmen kurulan Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkmak adına, daha da önemlisi Mustafa Kemal Atatürk’e vefasını gençleri yetiştirerek ödemeye, öğretmen olmaya karar verir. Sinop’un çeşitli köy okullarında hakkını vererek öğretmenlik ve idarecilik yapar. Türkiye’nin karmakarışık dönemi 70’li yıllarda bazı öğretmenler gibi Sayın Yılmaz Yavuz da tutuklandı, yargılandı ve beraat etti. Anladı ki ülkesini yönetenler kendisini diri diri mezara sokacak. Severek, inanarak yaptığı mesleğinden istifa etti.  Yüreğini ülkesinde bırakırken, bedenini ayakları Almanya’ya götürür.  Almanya’da öğretmenliğe başlar. Sadece öğretmenlik yapmaz ama, Almancayı eğitimini alarak öğrenir, önemli seminerlere, kurslara katılır. Başarılarla dolu sertifakalar alır. Almanyanın bazı şehirlerinde Türk dergi ve gazetelerinde köşe yazarlığı yapar.

 Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) yaptırım gücüne tüm benliğiyle inanmış ve imkanlarını zorlayarak elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmış, Avrupa’da insanların örgütlenmesine öncülük etmiş, Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Türk milletinin karakteri yüksektir; Türk milleti çalışkandır; Türk milleti zekidir.”  Sözlerini duyurdu, duyurmakla da kalmadı yaptıkları ile ispatladı Almanya’ya Sayın Yılmaz Yavuz.

Merhum Üstad Fakir Baykurt ile tanışma, sohbet etme, güzel zaman paylaşma ve bir de ‘’oku, ne bulursan oku, çok çok oku!” tavsiyesi ile onurlandırılan bir yazar Sayın Yılmaz Yavuz.

Kastamonu Göl Öğretmen Okulunda okurken Başkomutan Mustafa Kemal Paşanın  Kocatepe’de çekilen fotoğrafının ahşap oymasında dile gelir parmakları, susmamacasına. Kocatepe’de güneşin batmamak üzere nasıl doğduğunu dinler Başkomutan Mustafa Kemal Paşanın ağzından tablosunu bitirene dek. Paha biçilemez tablosunu her görev yaptığı okulların sınıfına asar Sayın Yılmaz Yavuz. 20 yaşında genç bir öğretmenken ilk göreve başladığı okulunun bahçesine Mustafa Kemal Atatürk’ün büstünü diken de yine kendisidir. Mustafa Kemal Atatürk sevdası büyür, büyür, büyür kendisiyle beraber.  

İçimizden biri, On (10) tane kitabının yazarı, Sinop Yazarlar, Şairler ve Sanatçılar Derneğinin kurucusu, çeşitli dergi ve gazetelerde makale, köşe yazarı, eğitimci yazar, evli, beş (5) çocuk babası Sayın Yılmaz Yavuz Bende Bugün. Buyurun lütfen.

Merhaba. Hoş geldiniz. Sizi tanıyabilir miyiz?

Hoş buldum. Kasım 1949 da Sinop’un Ayancık İlçesinin Ayaz Köyü’nde doğdum. İlkokulu aynı köyde, ortaokulu Ayancık’ta okudum. Ortaokulu bitirmeden ara sınavlarına girerek Kastamonu -Göl Öğretmen Okulu 3. sınıfına başladım. 1968/69 ders yılında buradan dereceyle mezun olarak öğretmenliğe başladım. Yüksek öğrenimimi de tamamlamak için lise sınavlarına girdim. Fark derslerini vererek diplomamı aldım. Sinop’un çeşitli köy okullarında 5 yıl öğretmenlik ve okul müdürlüğü yaptım. Türkiye’nin çalkantılı dönemi olan 70’li yıllarda yargılandım, beraat ettikten sonra istifa ederek Eylül 1973’te Almanya’ya gittim. 

Ekim 1974’te Iserlohn kentinde yeniden öğretmenliğe başladım. Aynı şehirde Alman Yüksek Dil Okulu Goethe Enstitüsü’nde 1 yıl Almanca öğrenimi gördüm. 3 yıl pedagojik -didaktik ve metodik Almanca Seminerlere katıldım. Başarılı sertifikalar aldım. Iserlohn’da 15 yıl öğretmenlik ve zihinsel özürlü öğrencilerin danışmanlığı ile zihinsel-test ölçümlerini yaptım. Mayıs 1988’de yüksek öğrenimimi tamamlamak için bu görevimden istifa ederek,Berlin’e taşındım. Bu arada yarım kalan yüksek öğrenimimi tamamladım, AÜ İşletme Fakültesi’ni bitirdim. Berlin’de 10 yıl özel öğretmenlik yaptım. Berlin’in Türk dergi ve gazetelerinde köşe yazıları yazdım. 

Sivil Toplum Kuruluşlarının gücüne inanan bir yazar olarak, Asider adlı derneğin kuruluşunu sağlayarak, yıllarca Avrupa’da insanların örgütlenmesine öncülük ettim.  Kurucu ve Başkanlığını yaptığım Asider’le; Sinop Üniversitesi Eğitim Fakültesi bina ve dersliklerinin yapımını sağladım. Berlin’den memleketime döndükten sonra da Sinop ve çevresinde eksikliğini gördüğüm “Sinop Yazarlar, Şairler ve Sanatçılar Derneği’nin kuruluşuna öncülük ettim.      

Evli ve 5 çocuk babasıyım.

-Sinopeli (Sinova -Sinope –Sinop) adlı bir tarih -kültür araştırma kitabı 

-Öğretmen 

-Sarı Mestan

-Kader    

-Nutuk

-ABC Atatürk Alfabesi

-Atatürk ile Çocuk Boyama Kitabı

-Atatürk Devrimleri Boyama Kitabı

-Serra’nın Sihirli Kuşları

-Serra’nın Fantastik Kuşları Sarı Patiler adlı eserlerim var. 

Halen çeşitli dergi ve gazetelerde makale, köşe yazıları yazmaktayım.  Berlin ve Sinop’ta yaşamaktayım.

İlk defa ne zaman “Ben yazar olacağım.” dediniz?

“Ben yazar olacağım” diyerek başlamadım yazmaya.Yazmaya başladığım 70’li yıllarda STK lar en ilgi duyduğum alanlardı. STK’ların yaptırım gücüne her zaman inanmışımdır. Benim yazar olacağım anlamında bir iddiam hiç olmadı. Ancak Türkiye’deki ve Almanya’daki öğretmenlik günlerimde eğitim -pedagoji ve metot uygulamaları ile ilgili notlar tutuyordum. Almanya’da öğretmenliğe başladığımın üçüncü yılında Almanya genelinde bir ilk olarak eşimle birlikte Türk Kitapçı Dükkanı açmıştık. O günlerde Fakir (Baba) Baykurt kitabevimizi ziyarete gelmişti. Öğretmenlik yaptığım Iserlohn Kenti’nin Kütüphane Müdürlüğü davet etmişti Fakir Babayı. Bu vesile ile bizleri de ziyaret etme inceliğini gösterdi. Kitabevimize girdiğinde kendisini kapıda karşıladık. Önce eşim “hoş geldiniz” derken elini tuttu, içine bakarak; ”Bu ne, kına mı yaktın avucuna?” dedi gülümseyerek. Evet o gün 6 Mayıs bizim “Hıdırelllez”di. Ayrıntıları kaçırmayan leziz, hoş sohbetimiz sürerken duvardan duvara bakıldığında dar raflarda sık dizilmiş kitapların küçük puntolu sırt isim yazıları dahi okunan küçük kare kitapçı dükkanımız için; ”Küçücük bir isim, isim yazıları dahi okunan küçük kare kitapçı dükkanımız için; ”Küçücük bir kütüphane gibi burası, ancak dolu dolu. Benimkiler nerede?” dedi o çok sevecen, candan gülümsemesiyle. Sonra tüm kitaplarını masanın üstüne, önüne yığdık, inceledi. Eksik yoktu. Yoktu da. Esas eksiklik bizde idi.Cehalet(!) işte. Bir kitabını imzalatmak bile aklımıza düşmedi o anı ölümsüzleştirecek; heyecan ve saygı-sevgi seliyle. Yetmedi sanki o günün Almanya’sında bir fotoğraf makinesi temin etmek çok da imkânsızmış gibi; bir fotoğraf dahi çekinemedik. Yazık! Bu günlerdeki o eksiklerimiz adına çok ama çok üzülüyorum, suçluyorum kendimi; O’nu anımsadıkça, kendimce andıkça! Fakir Baykurt’la sohbette Anekdotlar biter mi hiç? Karı -koca ikimize tebessümle bakarak; ‘’Kitap okuyor musunuz? E bu kadar kitapla dört tarafınız sarılmışken kitap okunmadan zaman doldurulur mu hiç? ”Eşim gerçekten kitap okuyordu. Özellikle O’nun eserlerini. Ben gerçeği söylemeliydim. O günlerde öğretmen arkadaşlardan biri hamilelik izninde idi. Onun sınıflarını da ben üstlenmiştim: “Hocam doğruyu söylemem gerekirse, ben sürekli okuyamıyorum. Çok çalışıyorum, öğleden önce ve öğleden sonra toplam günde 9 saat derse giriyorum. Bir öğrencim kanser, ona da özel olarak evine derse gidiyorum; okuyamıyorum bu günlerde. Birden sertleşen bakışlarıyla beni döver gibi eleştiren Fakir baba:  ‘’Yılmaz Öğretmen; insan isterse tuvalette bile kitap okur, bu bir dergi olur, bir gazete olur, eline ne geçerse okumalı insan… Hele sen bir eğitimcisin, öğretensin; öğrenmezsen neyi öğreteceksin? İşte bu nedenlerle sevgili meslektaşım, “zamanım yok” bahanesiyle kitap okumamak senin ve bir öğretmenin üreteceği bir neden olamaz; oku, ne bulursan oku, çok çok oku!” dedi ve sonunda o gülücüklerini bizlerin düşen yüzlerimize; sanki küçük küçük esen öpücükler misali üfürdü(!) O gün öğleden sonra boştum. Ders yoktu. Ben ders yapmadım. O gün Fakir Babanın öğrencisiydim, O’ndan dersimi almıştım. O günün en kıymetli en önemli dersini almıştım. Bitmedi! O gece saat: 20.00’de kitap okuma ve kitap tanıtma ve okuyucularla buluşma programı vardı, Iserlohn Şehir Kütüphanesinde. Bir tercümana ihtiyaç vardı. Değerli Yazarımız Fakir Baykurt yine bana yüklendi. Kararlı bir bakışla bu kez yine gülümseyerek: “Sen varsın!” dedi. “Sen bu kentte Türk Öğretmenisin, Almancayı da Türkçe gibi güzel konuşabilmelisin! Bundan hiç endişem olamaz, benim kitaplarımdaki okuyacağım cümleleri en anlaşılır, en anlamlı sen uyarlamalısın Almancaya” dedi ve kesti attı. Ben iki ara bir derede şaşkın, çaresiz bir arayışta kalmıştım: “Hocam müsaade ederseniz bir açıklık getireyim. Henüz benim Almancam sizin kitabınızı, söz ve cümlelerinizi çeviri yapmam için yeterli değil. Burada bildiğim başka tercümanlar var. Çok güzel Almanca biliyorlar, Türkçeleri de iyi sayılır. Örneğin bir Azeri Türk var. 2. Dünya Savaşında Hitler’e esir düşmüş. Buraya 10 km. mesafede oturuyor. Telefonu var, hemen buraya davet edebilirim. Lütfen izin verin onu buraya çağıralım, bir ön konuşma yapalım. Fakir Baba her ne kadar itiraz ettiyse de beni kırmadı, Azeri Abimizi dükkana çağırdık, zaman geçirmeden geldi. Kısa bir sohbetten sonra, memnun kalmadığını gördüm büyük romancının. Türkçesinin pek yeterli olmadığını söyledi, yüzüne. Ancak ben yine araya girerek, “Bir deneyelim Hocam” dedim. “Tamam o halde, dedi. Bir deneyelim, ancak başaramazsa sorumlu sensin! Önce sen kendine güvenmesini de öğren! Ben senin bu işi en iyi bir şekilde başarabileceğini tekrar söylüyorum!” dedi. Gerçekten o günlerde yeni yeni Almanca öğreniyor, Iserlohn’da bulunan Alman Yüksek Dil okulu Goethe Enstitüsüne devam ediyordu. Bu kolay bir iş, özgüven işi değildi.  Almancayı kusursuz bilmek çevirilerde hata yapmamak gerekiyordu. Hata yaparsam içime sindiremezdim. Çünkü ben bir öğretmendim! Nitekim korktuğum başıma gelmişti. İzleyici, kitapsever Almanlar tam zamanında gelmişler, salondaki yerlerini almışlardı. Hepsi kurulu saat gibi, dakikti. Türk kitap kurtları(!) kitap okuyucuları tek tük düzensiz ve iştahsız bir biçimde salonun arka sıralarında yerlerini alıdır. Fakir baba okumaya başlamıştı. Önce (o gece için) 11 eserinden söz etti, isim ve kısaca içeriklerinden bahsetti. Sıra okumaya gelmişti. Yılanların Öcünden başlamıştı okumaya. Azeri tercüman çok zorlanıyordu, okunan cümlelerin içeriğini anlayamıyordu. Bana sık sık bakarak kafasını sağa sola sallayan ve onu işaret eden büyük Yazarımız haklı çıkmıştı. İzleyenlerden Türkçe özür dileyen Fakir Baykurt beni işaret ederek tercüme işinin benim yapacağımı söyledi. Yazar okuyor. Sade, anlaşılır ve yavaş yavaş okuyordu, beni zora sokmamak için. Bütün gayretimle tam Konsantre olarak biraz da heyecanla Tercümeye devam ediyordum. Fakir baba memnundu, morali tamdı, gülümsüyor, arada bir esprili sözleriyle insanları sıkmadan motive ederek salona hakimiyeti sağlamıştı. Aradan tam bir saat geçmişti. Salon tıklım tıklım doluydu, tek kişi ayrılmamıştı salondan, tık çıkmıyordu. Yine de Fakir Baykurt deneyimli bir yazar olmanın tüm sorumluluğu ile 15 dakika ara verdi. O arada benimle konuşacakları vardı elbet! Kütüphane müdiresi bize nescafe  ikram etti. Kahvelerimizi yudumlarken: “Bak Yılmaz söylemiştim sana. Bu adam bu işi beceremez, Türkçeyi dahi anlayamıyor, konuşamıyor, bundan tercüman olmaz demiştim. Sen ısrar ettin, kendine güvenmedin.” Beni kırmamaya da özen göstererek tekrar gülümsedi, “Böyle devam edelim, çok da başarılısın!” diyerek sırtımı sıvazladı. İkinci oturumda diğer kitaplarından da önemli bazı pasajlar, dip notlar okudu. Okuma ve kitap tanıtım gecesi başarıyla sonuçlandıktan sonra O’nu Duisburg’a evine teslim etmek de sevinerek severek bizim işimiz oldu. Arabayla yolda tekrar bana son söyleyeceklerini söyledi: “Sen de notlar tuttuğunu, yazmak istediğini söylemiştin. İyi de edersin, yaz! Ama kendini sıkmadan, serbestçe, korkmadan yaz! Böyle, bu geceki gibi ol, cesur ol, öncesi gibi olma! Kendine güven! Tekrar ediyorum: korkmadan yaz!” dedi ve ben de öyle olmaya onun izinden yürümeye çalışıyorum. O’nu, büyük öğretmen romancıyı rahmetle anıyorum, ışıklar içinde, Cennette uyusun! O’ndan çok şeyler aldık, çok ilham aldık, öğrendik ve öğreniyoruz, öğretiyoruz!

Yazmaya nerede, ne zaman, niçin başladınız?

Yukarıda sözünü ettiğim gibi. Almanya’da 70’li yılların sonlarına doğru Fakir Baykurt’la görüşmemizden sonra daha sık yazmaya başladım. Sonra dernekler.  Derneklerin tüzüklerini yazmak ve kurucu başkanlıklarını yaparken yazmak ayrıca derneklerle ilgili dergi çıkartmak ve sunum yazılarını yazarak.

Hangi nedenle yurtdışına çıktınız? Yurtdışına göçen gurbetçiler, neden Sinop’tan en çoğunlukta? Onların sorunları mı sizi yazmaya zorladı?

70’li yılların çalkantılı dönemlerinde yargılandım. Öğretmenlikten istifa ederek Almanya’ya gittim. Annem ve Babam orada idi. Almanca Yüksek Dil Okuluna devam ettim. Öğretmenliğe müracaat edip yeniden Türk çocuklarına Türkçe ve Sosyal Bilgiler öğretmek için göreve başladım. Evet, yurt dışına gönderilen ilk kuşak Türk işçilerin özellikle kırsal bölgelerden göçmeleri ve onların kültürsüz, görgüsüz ve kara cahil olmaları bana yazmayı öğretti.

Eğitimci Yazar olmanın sorumluluğu sizce nedir, eğitime katkısı ne ve nasıl olmalıdır?

Eğitimci Yazar olabilmenin verdiği sorumluluk, sadece yazar veya başka mesleklerden birini icra ederken yazar olmaktan farklı olduğunu düşünüyorum. Eğitimci, yazılarını yazarken en önde yazdığı yazıların hangi ölçülerde eğitime pozitif katkısı olabileceğini düşünmeli. Toplumsal ve milli konulardaki hassasiyetlerini eğitime, okul öncesi ve yukarı sınıflardaki okul çocuklarının eğitimine ve öğrenimine yansıtmalı diye düşünüyorum.

Düşüncelerinizi onca kişiyle paylaşmak nasıl bir duygu?

En güzel en derin bir duygudur düşüncelerini paylaşabilmek. Bu da kitapla mümkündür.

Bir kitap yazarı olarak tanınmak nasıl bir duygu?

Henüz bu duyguyu içime sindiremedim, yazar olabilmek sadece üç beş kitap yazmakla değil, sesini uzaklara, taaa uzaklara duyurarak gönüllerde taht kurmak, beyinlerde iz bırakmakla mümkün olabilir.

Yazmak için önce hissetmek gerekir derler. Sizce de öyle mi?

Evet, buna katılıyorum, hissetmek ve duygularını, hayallerini kaleme alabilmekle.

Düşüncelerinizi, hislerinizi ya da hayallerinizi, hayalinizde kurguladığınız şeyleri bir başkasının okuması size nasıl hissettiriyor?

Paylaşım, aydınlanma, bilinçli toplum.

İlham kaynağınız?

Toplumsal sorunlar, bu sorunların çözümü adına tüm his ve duygularımla inandığım konuları işlemek, yazmak ve kovalamak.

Türk yazarlar içerisinde bu kişinin eserleri beni yazar olmak için çok iştahlandırdı diyebileceğiniz bir yazar var mı?

Evet var! Fakir Baykurt.

Yazılarınızı yazarken hayal gücü sınırlarını zorladığınızı hissedip bunun toplumsal yargılarla ters düşebileceğini hissettiğiniz oldu mu? Eğer hissettiyseniz sildiniz mi yazdıklarınızı?

Evet oldu ve sildim.

Kitaplarınızda yazmaya başlamadan önce bir toplumsal mesaj düşüncesi ile mi başlarsınız yoksa bu yazarken şekillenebilecek bir durum mudur?

Toplumsal mesaj en önde…

Bir romanın başarılı olabilmesi için sizce olmazsa olmaz koşul nedir?

Sürükleyici, kısa ve en kısa, yeni cümle kuruluşu ile akıcı bir üslupla topluma verdiği mesaj.

Kendinizi yazmak için şartlandırır mısınız? “Günde şu kadar yazmalıyım” gibi; yoksa fikirleriniz geliştikçe mi yazarsınız?

Önce konuyu saptarım, yazmak için de kendimi zorlamam, şartlandırmam. Bazı günler tek satır yazamam. Bazen de saatlerce hiç ara vermeden yazabilirim.

Karakter oluşturmak için çok insan tanımak gerekiyor mu? Romanlarınızdaki karakterlere benzer insanlar tanıdınız mı?

Kitap ve romanlarımdaki isimlerin hepsi gerçek karakterler. Ancak aldığım yoğun eleştiriler nedeniyle bu isim kahramanların çoğunun isimlerini yenilemek zorunda kaldım. Ancak yeni karakterler bulmakta hiç zorlanmam. Bu konuda en derin kaynağım, rahmetli dedem Topuzali. O çevresindeki insanları hiçbir zaman öz ismiyle tanımlamazdı… O sıfat, o kişiyle o kadar güzel örtüşürdü ki. Örneğin: Obban, Kızıl Keçi, Yaman Anşa. Micaz Mustafa, İncir Ağacı, Tirit Hamdi, Rüzgar Memet, Tosağa, Sıpıç, Kel Şakir. Kendine de Topuzali derdi. Bu isim ve sıfatlar, takma isimler bulma özelliğim; benim genlerimde var, hiç zorlanmıyorum.

Kitaplarınız senaryolaştırmaya oldukça uygun, dolayısıyla kitaplarınızdan birinin filme çekileceği söylense ne hissedersiniz?

Çok sevinirim. Kitaplarımın uygun olanlarının senaryolaştırılmasıyla daha geniş kitlelere mesajımın ulaşacağına inanıyorum.

Bir yazar için zaman ne demektir?

En çok Almancada kullanılan şu cümle zaman kavramına anlam kazandırıyor: “Zeit ist Geld”=Vakit nakittir!

Okuduğunuz kitaplar genellikle hangi türdür ve neden bu türü tercih edersiniz?

Romanlar. Özellikle de eğitim içerikli kitaplar.

Neden Atatürk? 3+ yaş grubu çocuklar için nasıl bir kitap geliştirmeyi düşündünüz? Bir ilk olan bu proje nasıl oluştu?

Bu güne dek anaokullarında ve ilkokulun ilk sınıflarında çocuklara hayvan ve ağaç, çiçek böcek resimleri boyatıldı. Atatürk sadece ezbere şiirler ile boyanmış resminin altında “Atam sen kalk da ben yatam” gibi soyut kavramlarla öğretilmeye çalışıldı. İlk defa Atatürk’ün grafikle çizgi resimleri ilk kez ana okulundaki 3+ yaş grubunun renkli kalemlerle boyamasıyla; (Aa) harfiyle ana ve Ata yazılmasını, okumalarını amaç edinerek, onların körpe beyinlerine Atatürk sevgisini kazımayı, işlemeyi amaçladım. Bu amaçla “Atatürk ile Çocuk Boyama Kitabı”ndan 5.000 adet kendi imkânlarımla bastırarak Anadolu’nun en ücra köylerine kadar gönderdim, anaokullarında dağıttırdım.

Bu “Atatürk ile Çocuk Boyama Kitabı” ile nereye varmak istiyorsunuz?

Bu boyama kitabıyla; 3+yaş grubu çocuklarımızı cemaat ve tecavüzcü (!) vakıfların merdiven altı kurslarından kurtarmak, uzak tutmak ve modern çağdaş eğitimle onların birer Cumhuriyet ve Atatürk çocuğu olarak yetişmelerini, eğitilmelerini sağlamak!

Yazdığınız diğer yine bir ilk olan; Atatürk kitaplarından “NUTUK, Atatürk DEVRİMLERİ ve Atatürk Alfabesi” ile hangi yaş grubu öğrencileri hedef aldınız, neden?

Atatürk Alfabesi; İskandinav Ülkelerinin uyguladığı bir sistem ve pedagojik metotla yazdığım bu alfabeyle çocuklarımızın daha kolay ve daha çabuk Türkçe Alfabemizi öğretmeye çalıştım. Benzer harflerin gruplarının arasından çoktan seçmeli bir metotla öğrencilerin kıyaslamayla farklı olan harfi seçebilmelerini sağlamak, yetenek güçlerini geliştirme amacını güttüm!

Atatürk Devrimleri de bu günlere kadar sadece üst sınıflara ezber bir metotla öğretiliyordu. Bu “Atatürk Devrimleri” kitabı ile devrimler; grafik ve çizgi resimlerin çocuklarca boyanması, devrimlerin kısa ve yalın, anlaşılır cümlelerle 5+yaş grubuna da öğretilebilmesini amaçladım.

Nutuk… Atatürk’ün “Nutuk” eseri 788(?) sayfalık orijinal eski-yeni Türkçe ile yazılmıştır. Bu eserin daha alt sınıflardaki çocuklarımızın da zevkle okuyarak anlamaları için; mümkün olduğunca, anlam özelliği bozulmadan, sadeleştirerek -bir cep kitabı gibi-yazmaya çalıştım. 11+yaş grubundaki ilkokul son sınıflardaki çocuklarımızın bu; “Çocuklarımız için Nutuk” eserini okuyup Atamızı anlamaları, öğrenmeleri hedeflendi.

Kader isimli kitabınızı piyasaya sürdünüz. Tema olarak niçin kadınları seçtiniz?

Kadın toplumumuzun yarısı. Sorunları ise nerdeyse erkeklerin iki katı. Bu asırda son günlerin en derin acısı, en önlenemez en inanılmaz kıyımı, sanki kadınlara karşı açılmış savaş gibi kadına şiddet ve kadın cinayetleri. Oysaki kadındır bu yurdun hatta bu dünyanın sahibi. Dahası var! Kadın erkeksiz olamaz da erkek kadınsız olur mu? Her erkeğin bir anası var. Ana ne demek? Ana doğurgan demek, ana çoğulcu, üretken demek! Bu nedenledir ki; kadını yazdım. Kader güçlü kadının figürüdür, örneğidir. O en zor ve işkenceli, karmaşık yaşam koşullarında bile; bilgi beceri ve üretken yetenekleriyle en başarılı bir örnek karakter olabileceğini kanıtlıyor. Kadınları koruma adına yeni bir; Kadınları Koruma Kanunu=KKK yasası çıkartılmalıdır.

Kader’e meslek olarak neden avukat olmayı tercih ettiniz? Oysa ki başhemşire, öğretmen veya doktor da olabilirdi.

Evet, Kader; diğer mesleklerden birini de seçebilirdi. O avukat olmayı tercih etti. Onun annesiyle mahpushaneden kurtuluşunu bir avukat sağladı. Aslında Eylem öğretmeni gibi çok yetenekli bir öğretmen olmak da istiyordu. Ancak Eylem öğretmeni Kader’in; üstün zekası, becerileri, yeteneklerinin insan haklarını, özellikle kadın haklarının en cesur en bilinçli bir savunucusu olmasını, ‘bir kanun kadını’ olarak avukatlık mesleğini seçmesinin, daha mantıklı daha yararlı olabileceğini düşündüler, birlikte karar verdiler.

Neden Fetö? Neden Kader’i Fetöcülerle tanıştırdınız?

Fetö sözcüğünü ben de herkesle birlikte medyadan duydum. Ancak ben bu sözcükten çok önce bir dip sözcük keşfetmişti. “FETTÖŞ” demiştim, Berlin’deki bazı gazete ve dergilerdeki köşe yazılarımda. Dernek çalışmalarımda. Sonra 90’lı yılların başında ortanca oğlum okulda ve okul sonrası Fettöş okullarından bazı öğrencilerle tanışmış! Ayrıca bu öğrenciler kendilerini koruyup kollayan Fettöş Abileri ile oğlumu tanıştırmışlar. Sonrasında -geç kalmadan- benimle de tanışmak istemişler. Reddettim. Amaçlarını ve çevresindeki zeki ve çalışkan öğrencileri hangi nedenle zehirlediklerini biliyordum. Nerden biliyordum. Avrupa’daki, Berlin’deki okullarından. Fettöşün hiçbir okulunda Büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk’ün çerçeveli bir resmi yok, yoktu! Atatürkten söz etmezler, onun hain ve din düşmanı olduğunu öğrencilere aşı yaparlar.Ortanca oğlumu onlar zehirlemeden kirli ellerinden çektim aldım.

İlk FETÖ sözcüğünü nerede, kimden, kimlerden duydunuz?

İlk Fetö sözcüğünü Berlin’de 90’lı yılların sonlarında ortanca oğlumu kandırmak isteyen yukarıda sözünü ettiğim Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarından duydum.

Almanya’da kendi çocuklarınız Fetöcülerle tanıştı mı? İlk tepkiniz ne oldu, ne gibi önlemler aldınız?

Ortanca oğlumdan sonra bu kez de okulunda “Gymnasium”da en başarılı ve en zeki olan küçük oğlumun çevresini zehirli, karanlık, cerahatli, paslı tellerle çevirmeye, onu akıl almaz vaatlerle kandırmaya çalıştılar. Küçük oğlum aynı zamanda çok da güzel top oynar, sporu da severdi. Karşılıklı Alman ve Türk karışımı aynı yaşlardaki arkadaşları ile top oynuyorlar. Oyun sonrası içlerinden bir genç, oğluma: “seni bu gün bir abi ile tanıştıracağım, bize çok yakın, hafta sonlarında buluşuyoruz, güzel sohbetler ediyoruz. Üniversiteye gidiyor. Hem ondan yüksek matematik ve fizik -kimya öğreniyoruz. Çok da bonker, bol yiyecek içecek var buluşmalarda. Oğlum bu arkadaşının fantezisini ve saf anlatımını iyi niyetiyle sadece arkadaşını kırmamak için kabul eder ve maçtan sonra buluştukları mekana giderler. Gerçekten anlatılanlar doğrudur. Yarı salon görünümündeki bu yer her türlü ders çalışma imkanlarıyla, malzeme ve okul materyalleriyle donatılmış. Masalarını tüm yiyecek içecek çeşitleri ve çikolatalarla doldurmuşlar. Spordan da aç geldikleri için önlerine konulanları iştahla yemeye başlamışlar. O arada salona takım elbiseli ve kravatlı iki delikanlı girer. Bu “Abi”lerle oğlumu tanıştırırlar. Hoşbeşten sonra sohbete geçerler. Oradan buradan şuradan derken sıra ev ödevlerine gelir. Kendilerinin ona yardımcı olacaklarını, onun da bir alt sınıflara yardımcı olabileceğini, eğer ihtiyacı varsa kendisine burs veya cep harçlığı verebileceklerini söylerler. Oğlum bu teklifi hemen kabul etmez! Geç kaldığını eve gitmesi gerektiğini, bu durumu önce ailesi ile görüşmesi gerektiğini söyler. Geç vakit eve dönen oğlum olanları bir bir anlattı. Hiç yalan konuşmaz, olan bir şeyi inkar etmezdi. Benim için yine zor günler başlamıştı. Oğlu henüz daha ergendi. Ya onlara kapılırsa diye endişeleniyor, uykularım kaçıyordu. Ancak çaresiz değildim. Oğlumla konuşarak, ondan rica ederek hafta sonu o ağabeyleri bize, evimize davet etmesini istedim. Geldiler! Oturdular. Çay ikramından sonra birine:

- Delikanlı senin adın ne, ne iş yapıyorsun?

- Benim adım Oğuz amca… Berlin Teknik Üniversitesinde öğrenciyim.

Diğerine…

- Senin adın ne, sen ne iş yapıyorsun?

Benim adım da Kaan amca.  Ben de Berlin Hür Üniversitesinde okuyorum.

- Neden oğlumla ilgileniyorsunuz?

- Arkadaşlık kurmak istiyoruz, ev ödevlerimizde birbirimize yardımcı olmak istiyoruz. Hem maddi hem de manevi destek olmak istiyoruz birbirimize bu yaban ellerde.

- İyi hoş da benim oğlumun böyle destek ve yardımlara ihtiyacı yok! O kendi ödevlerinin üstesinden geliyor, başkalarına da yardım etmek için zaten zamanı yok! Hafta da iki sefer de futbola gidiyor.

Öteden beri bira fıçısı gibi doluydum. Bu hainlere çatmak için kendi evim bile olsa zaman ve mekanı düşünmeden patlayacaktım.

Biraz irice olan Oğuz’a:

- Oğuz bu işi niçin yapıyorsunuz, ne bekliyorsunuz bu gençlerimizden, sizi kim besliyor, kim bu gençlerin arasına sokuyor, kim sizi finanse ediyor?

- Dedim ya amca arkadaşlık çevremizi genişletmek, okullarda başarılı olmak ve kültürümüze sahip çıkmak…

- Kim bütün bunları finanse ederek sizin kafanıza sokuyor?

Sessizlik…

- Neden gizliyorsunuz, kimden korkuyorsunuz? İsterseniz ben söyleyeyim! “Hoca efendi” yani Gülen Cemaati değil mi?

Suratları yere çakıldı, yüzleri düştü.

Devamla.

- Baban nerede, ne iş yapıyor?

- Babam Muğla’da öğretmen sizin gibi…

- Arayıp sormuyor mu seni hiç, yaptığın işten haberi var mı?

Yüzü soldu birden ve kekeleyerek:

- Babamla aram iyi değil, bu yüzden benimle ilişiği kesti.

Duvarımdaki devasa Atatürk portresini göstererek:

- Kim bu adam Onu tanıyor musun, baban öğretmen olduğu için tanır, sen tanımazsın!

- Tanıyorum Atatürk. Babam ona tapıyor, ben ona karşıyım, bu nedenle de beni evden kovdu.

- İyi etmiş! Sen sevmiyor musun Atamızı?

---------

Yine sessizlik!

- Ben söyleyeyim. Sizlerin beyinlerini yıkayıp, kanınıza zehir şırıngalıyorlar. Bir gün bu zehirli kanınızda hepiniz boğulacaksınız. Çok yakındır.

- Ama Atatürk bir gecede Türkiye’yi cahil bıraktı.

Ben daha fazla sabredemedim:

- Türkiye zaten cahildi! Bütün bunları bilmeyecek kadar sen ve senin Ağbilerin Kara cahildir. Düşmanı olduğunuz Cumhuriyeti Atatürk kurduğunda 13 milyon Türkiye’nin sadece % 3’ü okuma yazma biliyordu. Bilenler de Osmanlının üst kademelerindeki, sarayın kapı kullarıydı. Cumhuriyet kurulur kurulmaz ilk 10 yılda okuma yazma oranı nüfusun yarısını geçti. Sen adına yakışanı yapsana, sen bir Cumhuriyet çocuğusun, önce ailene sonra da vatanına, milletine faydalı ol, Fettöşün kulu olma, ülkene, Atatürk’ün Cumhuriyetine ihanet etme!!! Hadi şimdi geldiğiniz yere! İkinize söylüyorum. Sakın ola ki oğlumun yanından dahi geçmeyin, selam dahi vermeyin! Hadi bakalım, Allah’ınızın selameti başınıza, kaybolun!!!

Eğitimci Yazar olarak önceliğiniz ve insanlara vermek istediğiniz mesaj nedir?

Okumak; kitap okumak! Okumak öğrenmek için, öğrenmek bilgi sahibi olmak için, bilgi ise fikir sahibi olmak içindir. Bu yüzden çok çoook kitap okumak.

Kadın hakları ve kadına şiddet konusunda neler söylemek istersiniz?

 Yukarıda söylediğim gibi. Kadınları Koruma Kanunu çözümün önde gelen bir parçası olabilir.

Çilem ve Eylem Öğretmenin hayallerinin gerçeği mi Kader Kız?

Evet.

Rahmetli Türkan Saylan Hanımefendinin Avukat versiyonu mu Kader Kız?

 Evet. Kader Kız eğitimin öncüsü Atatürk kadını rahmetli Türkan Saylan’ın sağ kolu. O’nun eğitime bakış açısını genişletecek, Anadolu’nun kadın ve kızlarının aydın birer ana olmasını sağlayabilecek öncü, cesur bir avukat-eğitimci olma yolundadır Kader.

Kaderi yazmanız ne kadar sürdü?

 3 yıl.

Kader’i eleştirir misiniz?

Neden ben eleştireyim ki?! Eleştiriyi okuyucularım yapsın!

Kitabınız hakkında her türlü yoruma açık mısınız?

Evet!

Kader’i neden okuyalım?

Çünkü Kader kadındır. Kadınların kaderidir. Kadın; bilgi gücüyle makus kaderini değiştirebilir, hatta yenebilir. Özellikle kadınlar okumalı Kader Romanımı.

Kader’i bitirip son noktayı koyduğunuzda ne hissettiniz?

Başarmanın mutluluğunu hissettim. Beş çocuğumdan sonra artı 11. Çocuğum (kitabım) doğmuştu.

Şimdi sıra spesiyal sorularımda.

Hemen şimdi öğrenebileceğiniz bir şey olsa bu ne olurdu?

Sınırların kaldırılması! İnsanların sınırsız özgürlüğü…

Kendi kendine konuşanlar deli mi?

Yooo. Her insan -az da olsa- kendi kendine konuşur.

Hayat felsefeniz nedir?

İnsan olabilmek. Olabildiğince insan!

Dünyaya ikinci kez gelme şansınız olsa, nasıl bir hayat yaşamak istersiniz? 

Aynısını. Yaşamımdan memnunum ben..

Dünyada istediğiniz her türlü değişikliği yapabilecek kadar gücünüz olsa, sihirli değneğinizi dokunduracağınız şey ne olurdu?

Ayrımsız insan. İnsanların özgürlüğünü kısıtlayan tüm rejimleri yer küreden siler, atardım!

Gözlerinizi dolduran en son olay nedir?

En küçük oğlumun yüksek lisansla (daha diplomayı bile almadan) Berlin’de üniversitede Akademisyen olarak görev alması.

Çocukluğunuza dair en çok neyi özlüyorsunuz?

Her hangi bir özlemim yok!

Bir mucize olsa geçmişinizdeki hangi hatalarınızı düzeltmek istersiniz?

İnsanlar hata yapar, hatasız kul da olmaz, hatalardan ders çıkarmalıyız! “Bir hata yapan eşşektir, iki defa hata yapan eşşoğlu eşektir”:) Benim de en büyük hatalarım çok sayıda dernek kurup, öncülüğünü yapmak; sonra da bu derneklerden soyutlanmam, Fettöşçü ve Süleymancılar tarafından dışlanmam, kurduğum dernekleri kendi rant alanlarına çevirmeleri ve beni etkisiz, vasıfsız, güçsüz hale getirmeleri. Bu güne dek 11 dernek STK kurdum, kuruluşuna önderlik ettim! En çok bu kuruluşlar için pişmanım, önderliğini yapmaz, kuruluşlarına vesile olmazdım.

-Aklınıza her geldiğinde sizi gülümseten bir anınızı anlatır mısınız?

Tüm okul hayatımda ve mesleki yaşamımda çok esprili bir insanım. Her gün o günün anlamını esprili bir güler yüzle yaşanacak zaman dilimi olarak yaşarım.

-Şimdiye kadar yaptığınız en çılgınca şey nedir?

 Çılgınlığı sevmem, monoton bir yaşamı da.

-17-18 yaşlarınıza geri dönme şansınız olsa yine aynı hayatı mı yaşardınız, yoksa başka bir hayat mı yaşardınız?

Aynı hayatı yaşardım!

- Kendinizi dünyanın en güçlü insanıymışçasına başarılı ve mağrur hissettiğiniz en son deneyiminiz nedir?

Olmadım ki. Dünyanın en güçlü insanı olmak; bence Atatürk gibi olmak demektir. O da zor bir beklenti.

-Bu yıl hayatınızın sona ereceğini bilseniz, neyi daha farklı yaparsınız?

 Ben zaten yapabileceklerimi yapıyorum! Molasız üretiyorum!

-Ölü ya da yaşayan biriyle tanışabilecek olsanız, bu kim olurdu? Ve ne sorardınız O’na?

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK! Sorum: “Atam, neden erkenden öldünüz???”

-Çekingen mi, yoksa atılgan mısınız?

 Çok çoook atılganım.

-Kimi dört gözle bekliyorsunuz?

 Ülkem için Atatürk gibi birini; ama nerdeee???

- Güven problemi yaşar mısınız?

Aslaaa!

-Uzay boşluğuna çıkmak mı, okyanusun dibine inmek mi? Neden?

 İkisi de korkunç; kim 7 kat yerin dibine inmek ya da 7 kat uzayın boşluğunda olmak ister ki?

-Mezar taşınıza ne yazılmasını istersiniz?

Sadece adımı ve soyadımı.

-En son kimin önünde ağladınız ve nedeni neydi?

 Ben çok duygusal bir insanım. Annemi -babamı ve sevdiklerimi kaybettiğimde çok ağlarım!

- Gecemi, gündüz mü? Neden?

Elbette gündüz! Gündüzler aydınlıktır! Işıktır! Gönlüm ister ki; yurdumun aydınlık ışıklı günleri karanlıklardan daha uzun olsun!

- Ne zaman konuşmanız gerektiği halde sessiz kaldınız?

 Hiçbir zaman konuşmam gerektiğinde susmadım, sessiz kalmadım. Yeri geldiğinde sustum, sadece dinledim, ama konuşmam gerektiği zaman hiç yutkunmam, ne pahasına olursa olsun son sözümü söylerim.

-İçinizdeki ses son zamanlarda ne diyor?

Hiç zamanım yok, içimi dinlemeye. Sadece okuyor, yazıyorum!

-Gitmesine izin vermeniz gereken neleri hayatınızda tutuyorsunuz?

 Yok öyle içime hapsettiğim şeyler.

-Uçurumdan tam atlamak üzereydiniz, durdunuz aklınıza ne geldi?

Neden uçurum? Böyle şeyler, boş insanlar içindir! Sevgisiz, umutsuz, amaçsız insanlar içindir!

- Gözyaşının yıkayamadığı şeyler nelerdir?

Gerçeklerdir!

-Bir dalga olsanız ilk nereye vururdunuz?

 Karaya vururdum, kimseye zarar vermezdim.

-Cehennemin çıkışında yazması muhtemel sözler nelerdir?

Benim Cehennemde ne işim var?!

-Yolda gidiyorsunuz köşeyi döndünüz ve karşınıza siz çıktınız ne yapardınız?

 Herhalde gölgem beni izliyor diye yoluma devam ederdim!

- Sizi geleceğe dair en çok ne endişelendiriyor?

 Atamızdan bizlere miras Vatanımız insanlarının birlik ve beraberliği.

-Hatalarımızdan ders çıkarıyorsak neden hata yapmaktan korkuyoruz?

 Ben hata yapmaktan korkmam! İnsanız her an her yerde hata yapabiliriz!

-Dünyaya nasıl bir iz bırakmak istiyorsunuz?

İşte bu soru damardan! Eser veya eserlerimle iz bırakmak isterdim. Eğer hak edersem neden olmasın ki?

- Günlük hayatımızı telaşla yaşarken neleri gözümüzden kaçırıyoruz?

 Çok şeyler. Bazen 24 saat yetmiyor. Çok şeyler gözden kaçabiliyor.

-Hayatta neyin peşinden koşuyorsunuz?

 Öğrenmek, öğrenmek ve yine öğrenmek! Çünkü öğrenmeyen öğretemez! Ben bir öğretmenim çünkü, sonra da paylaşmak; en çok da paylaşarak öğretmeyi çok seviyor, mutlu oluyorum!

-Neleri asla yapmam dersiniz?

Hırsızlık, sömürü, kul hakkı yemek, haksızlık yapmam, yaptırmam! Hak etmeden makam mevki ve para sahibi olmayı kabul etmem, içime sindiremem!

-Yaşayamadığınız için pişmanlık duyduğunuz ne var?

Hiçbir şey!

-Sevdiğinize buradan ne söylemek istersiniz?

Seni seviyorum demek en uygun düşer.

- Şu an ruhunuzun olmak istediği yer neresi?

İyi bir yazar olabilmek, belleklerde iz bırakabilmek!

- Yakın bir arkadaşınız kanunsuz bir iş yapsa polisi arar mısınız?

Hayır, önce onu ikna etmek için elimden geleni yapar, kendi ellerimle teslim ederim.

-Yaşamınız boyunca yaşadığınız en heyecan verici tecrübe neydi?

Aldığım başarı belgeleri, diplomalar.

-Özünüzden kaybetmek istemediğiniz ne var?

 Özüme yerleşen olmazsa olmazım değerler.

-İleriye dönük planlar yapanlardan mısınız, yoksa anı yaşamak daha mı önemli?

İleriye dönük planlar. Amaçsız, plansız, yarınsız yaşamın benim için anlamı yok!

-Hayatınızdaki dalgalı dönemleri nasıl atlatıyorsunuz?

Çok çalışmakla, umutla, moralle.

- Dünyanın en güzel yeri neresi?

 Sinop. Yaşadığım yer!

-Hangisi daha iyi: Acı gerçek mi? Yoksa tatlı yalan mı?

 İkisi de kötü. Ancak insanlar her ikisiyle de karşılaşabiliyor.

-Ne zaman, hangi olayla çaresizim dediniz?

Dobra dobra: Kardeşlerim. Onlarla iyi geçinmenin çaresini bulamadım: Düşman kardeşler!

-Hiç kimsenin göremediği bir özelliğiniz var mı? Varsa neden bugüne kadar gizli kaldı?

 Var. Dostluğumu kazanan en emsalsiz dostluğumu desteğimi gördü; ihanet eden tökezledi, çarpıldı, bir gücün(!) hışmına uğradı.

-Şu anda kişi olmanızda payı olduğunu düşündüğünüz kişiler kimler?

 İlkokul öğretmenim ve Ünlü Yazar Fakir Baykurt!

-Sonsuza kadar yaşlanmayacaksınız diyelim, hangi yaşta kalmayı istersiniz?

 İnanmak isterdim, bu soruya.

-Sizce yeryüzündeki en büyük gizem?

 Galaksi.

-Hangi korkunuzdan sonsuza kadar kurtulmak istersiniz?

 Gök gürlemesi. Şimşek. Yıldırım. Çocukluğumda yaşadığım büyük ve korkunç bir travma, bir sel felaketi!

-Sevmek mi, sevilmek mi?

 Sevmeyen sevilmez!

-Hayatta ne olmasa her şey çok daha güzel olurdu?

Savaş ve savaş için silahlanma!

-Röportajımıza bir soru ekleseniz desem, bu soru ne olur?

 Her şey soruldu. Daha ne sorulsun ki?

-Eklediğiniz sorunuzun cevabını alabilir miyim?

Yok, soru da yok, cevap da.

-En son … özelliğinden dolayı senle gurur duyuyorum” lafını kime söylediniz? Hangi özellikti o?

En küçük oğluma söyledim. Eğitim camiasına (Berlin Üniversitesi. Akademisyeni, Yazılım Yüksek Mühendisi) adım attığı gün, söyledim. Çünkü o öğrendiklerini insanlarla paylaşacağı için; “Öğretmen olduğun için, seninle gurur duyuyorum” dedim.

-Son olarak soruları nasıl buldunuz?

 Son sorular, zor ve çok ilginç sorulardı.

SACİDE Z. SARAÇ