ARAMCO tesislerine yapılan saldırının ardından iki hafta gibi bir süre geçti, günümüz teknoloji ve istihbarat imkanları göz önünde bulundurulduğunda İHA’larla füze saldırılarının nereden kaynaklandığının hala belirlenememiş olması diğer yandan  Riyad yönetiminin, ABD ve Çin’den sonra dünyanın en fazla savunma harcaması yapan üçüncü ülkesi olması ve Körfez ülkelerini Patroit hava füze savunma sistemleriyle donatan ABD’nin son teknoloji zaafiyeti sorgulanmaya muhtaç bir mesele haline geliyor.. Prof. Dr. Ferhat Pirinçci ile konuştuk..

Riyad yönetimi, ABD ve Çin'in ardından dünyanın en fazla savunma harcaması yapan üçüncü ülkesi olmasına rağmen Aramco saldırısında nasıl bu denli aciz bir durumla karşı karşıya kaldı, sizce bu bir tezat oluşturmuyor mu yapılan harcamalar göz önüne alındığında?

ARAMCO saldırısı sembolik bir olay. Öncesinde ve sonrasında meydana gelen diğer saldırılarla beraber düşünmek gerekir. Durumun yüksek savunma harcamalarıyla bir tezat oluşturduğu ise büyük bir gerçek. Suudi savunma harcamalarının bu ve benzeri saldırılara karşı çözüm üretmemesi, aslında sadece Riyad açısından değil, yüksek savunma harcamaları yapan bütün ülkeler için dikkate alınması gereken bir olay. Bu savunma açığının çok sayıda nedeni olabilir. Ama ilk akla gelen, Suudi savunma sisteminin bu tarz bir saldırıyı öngörmüyor olmasıdır. Oysa teknolojinin kolaylıkla ulaşılabilir olduğu bir dönemde dış destek de alan devlet dışı aktörler, bu tarz saldırıları kolaylıkla gerçekleştirebilir hale geldi. Suudi Arabistan gibi petrole bağımlı bir ekonominiz ve petrol tesisleri gibi kritik altyapılarınız varsa, yüksek savunma harcamalarında bu tesislerin korunmasını olası konvansiyonel, konvansiyonel olmayan ve hibrid saldırıları da dikkate alarak sağlamanız gerekir. Sağlayamadığınızda da ne kadar kırılgan olduğunuz ortaya çıkar.

Ve Yemen müdahalesini ele alırsak aynı şekilde Husilere karşı hâlâ net bir üstünlük elde edilemediği de ortada, ne dersiniz?

Ne Suudi Arabistan ne de diğer koalisyon ortakları, 2015’te Yemen’e müdahaleye karar verdiklerinde sürecin bu kadar uzamasını öngörmüyordu. Hava saldırılarıyla Husilerin püskürtüleceğini ve az sayıda kara unsurunun Yemen’deki unsurlara desteğiyle de sorunun kendi lehlerine çözüleceğini umuyorlardı. Zira Mısır’da Mursi’nin devrildiği karşı devrim sürecinde hızlı bir sonuç almışlardı. Burada bölge genelindeki diğer politikalara da yansıyan bir aşırı özgüven sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu özgüvenin oluşmasında ekonomik büyüklük, yüksek düzeyli savunma ve silahlanma harcamaları kadar, kurulan bölge dışı ittifaklara güvenmek de etkili oldu. Daha açık bir ifadeyle, Yemen’de müdahalenin meşruiyetinin, kullanılan yöntemlerin ve sivil kayıpların sorgulanmaması ve hızlı sonuç alınacağı düşüncesi hâkimdi. Oysa Husilerin en büyük avantajı bulundukları coğrafyada alan hâkimiyetlerini sürdürmeleri. Ve milislerin hava savunma sistemleri olmasa da attıkları balistik füzelerle, kullandıkları geleneksel olmayan çatışma yöntemleriyle ve Suudi topraklarına düzenledikleri karşı saldırılarla Suudilerin bölge genelinde sahip olduğu psikolojik üstünlüğü ciddi bir şekilde sarsmış durumdalar.

Aramco saldırıları ve akabinde meydana gelen saldırılar dikkate alınacak olursa nasıl bir tablo çıkıyor karşımıza?

 Bu saldırılar, Suudi Arabistan’ın kırılganlığını gözler önüne serdi. Daha önce Katar ablukasında, Libya müdahalesinde ve Lübnan’da Hariri’nin istifa ettirilmesi gibi olaylarda yaşanan politik başarısızlıklar, artık askeri anlamda da gözler önüne serildi. Bana göre, bu saldırılardan sonra Suudilerin tavrına göre şekillenecek üç senaryo bulunmakta. Bu senaryolardan ikisi Suudiler için olumlu değil, üçüncüsü en hafif zararla çıkışı içeriyor.

İlk olarak Husiler üzerindeki baskıyı arttırmak, hava saldırılarını yoğunlaştırmak ve Yemen’e daha fazla asker göndermek ihtimali bulunmakta. Böylesi bir durumda Husilerin daha ağır misillemelerle karşılık vermeleri ve Yemen’in Suudiler için “ABD’nin Vietnam’ı” olması muhtemel. 

İkinci senaryo, krizin Yemen’i ve Husileriaşarak Basra Körfezi’nde İran’ı merkeze koyacak şekilde derinleştirilmesi ihtimali. Ancak bunun için de başta ABD olmak üzere Suudi Arabistan’ın müttefiklerinin askeri desteği elzem ve kimse an itibariyle böylesi bir maliyeti göğüslemeye hazır değil. Kaldı ki müttefikleri siyasal ve askeri açıdan Riyad’a destek olsa bile ARAMCo saldırılarının çok daha ağırlarının gerçekleşmesi olasılığı bulunmakta.

Üçüncü senaryo ise Husiler’le dolaylı veya doğrudan müzakerelerde bulunularak önce ateşkesin sağlanması, sonrasında ise dört yıldan fazla bir zamandır süren krizin yaralarının sarılması için bir eylem planı oluşturulması suretiyle sorunun çözülmesi. Suudiler için iyi çıkış yolu gibi gözüken bu senaryonun her an sekteye uğrama ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir. 

Ayrıca Aramco saldırısı, Körfez ülkelerini Patroit, hava ve füze savunma sistemleriyle donatan öncü teknolojiye sahip olduğunu iddia eden ABD'nin zaafiyetini tartışmaya açmıyor mu?

Aslında sadece ARAMCO saldırıları değil,  Amerikan İHA ve SİHA’larının İran ve Husiler tarafından düşürülmesi ve ABD’nin bunlara yönelik tepkisi de ciddi tartışma konusu. Tartışmanın bir boyutu Basra Körfezi’nin en büyük silah tedarikçisi olan ülkenin silahlarının etkinliğinin sorgulanmaya başlanmasıyla ilişkili. Bu durum, bir yandan mevcut envanterlere yönelik ilgiyi azaltırken yeni tehdit yöntemlerine uygun savunmacı karakteri yoğun sistemlerin talep görecek olması, ABD açısından silah pazarının kaybedilmesini önleyebilecektir. 

Ancak Washington açısından uzun vadede daha riskli olan durum, ABD’nin Basra Körfezi’ndeki taahhütlerinin ve kredibilitesinin sorgulanmaya başlanmasıdır. Zira böyle bir sorgulama ile beraber bölgedeki Amerikan gücünün ikame edilebileceği bir aktörün belirmesi durumunda uzun vadede silah pazarı da ortadan kalkacaktır. Açıkçası, kısa ve orta vadede bölgede Amerikan gücünü ikame edebilecek bir aktör gözükmemekte. Ancak bölgedeki müttefiklerinin de ABD’ye 10 yıl öncesinde duydukları kadar büyük bir güvenle bakmadıkları da söylenebilir.

RÖPORTAJ: ESRA BARIK