FUNDA AKOSMAN

İSTANBUL

Vatandaş için çalışan cesur yürek, dedim O’na çünkü ailesi ataları da bu şanlı vatan için, Aziz milletimiz için çarpışmış ve şehit olmuşlar mekanları cennet olsun. Dostlar bu vatan bu cennet topraklar kolay kazanılmadı, sahip çıkmak boynumuzun borcudur. 

Çok değerli, ikinci babam, hayatımı küçükken kurtaran ,değerli aile dostumuz, adını tıp tarihine altın harflerle yazdıran , kalp damarlarını artık ameliyata gerek kalmadan hap İLE açılmasını sağlayan değerli büyüğüm Prof. Dr. Faruk Erzengin, nobellik muhteşem bilim insanından, akıllara durgunluk verecek bir baş yapıtı İLE sizi tanıştırmak istiyorum.

Tıp çok zordur, yıllarca okursunuz ve bitmez, hep kendinizi geliştirmek zorundasınızdır ve de dünyada olan gelişmeleri izlemek elzemdir. Başlı başına ağır bir sorumluluk olan hem dahiliye hem de kardiyoloji doktoru olarak zaten iş yükü ağır, bir de 2 Dönem İstanbul Çapa Tıp Fakültesinde dekanlık yapmış, kalben çalışmış bir insan, manşet zaten o zaman doğmuştu, ‘ Vatandaş İçin Çalışan Cesur Yürek’ ve de ilk kalp renkli görüntüleme cihazlarını  ülkemize gelmesini sağlayan,inançlı, milliyetçi kişiliğinin ecdadına bakınca daha iyi anlıyoruz; muhteşem bir eser yazmış, Kurtuluş Savaşı sırasında Kahramanmaraşlı olan, kahraman doktorumuzun, kahraman ailesinin başından geçen azimli mücadeleyi ,vatan için verdikleri olağanüstü mücadeleyi tüm çıplaklığı İLE aktarmış ve de belgeleri ile o kadar yalın ve çarpıcı bir anlatım Kİ dokunmanın hadsizlik olduğunu düşünerek , bu dev eserden en can alıcı yaşanmışlıkları sizlerle paylaşmak istedim ancak kitabı edinmeli ve de kütüphanenizin baş ucunu koymalı, okumalı okutmalısınız bu vatan borcudur , çilekeş milletemize borcumuzdur. Ne akıl almaz olaylar yaşanmış bu ülke düşmandan kurtarılırken, tüm tüylerim ürperiyor, hepsinin mekânı cennet olsun, dilerim layık evlatlar olabiliriz.

Buyurun okurken göz yaşlarıma hakim olamadığım, bende derin izler bırakan bazı bölümleri aynen aktarıyorum değerli okurlar sizlere…

Ve kendi arşivinden fotoğraflar ile belgeler ile tarihe ışık tutan bu esere sahip çıkmalıyız, hak ettiği onurlu yeri almalı tarih sayfasında.

“Bu olay eksiği olan, fazlası olmayan yaşanmış bir gerçek hadisedir. Yaşayanlar: annemin (Hatice), anneannemin (Emine), teyzemin (Ayşe), dayımın (Bebek Mehmet) bizzat yaşadığı ve tüm bu olayların gerçek belgelerinin bulunduğu, bir annenin vahşet ve zulüm karşısında (Fransız – Ermeni iş birliği ile) evladını feda etmeyi göze aldığı ve de dünyanın, hatta Türkiye’nin dahi bilmediği sayısız Türk’ün donarak ölüme terk edildiği gerçek bir soykırımın, bir milletin kamilen yok edilmesinin belgeli, şahitli tespitidir.” 


 

Soykırım’ın Ta Kendisi Değil De Ne Peki?

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir Zağanos Paşa Camisindeki Cuma namazında okuduğu hutbede; Allah’ın Türk ulusuna büyük bağışlarından birisi olan o büyük komutanın ve emsalsiz fikir-silah arkadaşlarının yanındaki safta bulunmasından dolayı sonsuz bahtiyardı. Atatürk’ün ismi geçtiği her ortamda gözyaşlarının akmasına engel olamazdı. Ölünceye kadar, Gazi Mustafa Kemal ve dava arkadaşlarını, özellikle de bunlar arasında emsalsiz komutan Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’yı tanımış olmanın sonsuz bahtiyarlığını yaşadı. Bu nedenlerle Yüce Allah’ına şükürler ediyordu. Biricik varlığı olan acıyla hatırladığı babası , hiç tanımadığı halde sonsuz saygı duyduğu kayınpederi ve Maraş’ın kurtuluşundan sonra Yörük Selimle birlikte Antep harbine katılan ve kahramanca çarpışıp Antep’in efsane ve emsalsiz kahramanı Şahin Beyle birlikte aynı yerde, o ünlü köprüde şehit düşen can kardeşi, cesur savaşçı ve her şeyi olan Tefo’su gibi şehitlik şerbetini içmek kendisine de nasip olamadığı için, üzülür, devamlı, hayıflanırdı. Atatürk’ün Balıkesir Zağanos Paşa Camii Hutbesini burada Balıkesir Derneği’nin yayınladığı şekliyle olduğu gibi sunmak önemli bir görevdir. (TAMAMI SYF. 282, 283)


 

KAÇ – KAÇ OLAYI 

Emine 29 yaşında, ikisi kız, biri erkek 3 çocuğu ile dul kalmıştı. Maraş harbinden 6 ay önce kocası Bekir'i Medine'nin savunması sırasında kaybetmişti. Bekir ünlü bir süvari idi. Savunma savaşta başından vurulmuş attan düşmüş, o hengâmede başka bir at karnına basmış ve Bekir bu aldığı yaralardan sonra şehit olmuştu. Kocası Bekir'in büyük dedesi Osmanlılar döneminde, yüz elli yıl kadar önce İstanbul Sur içinden  (Merkez Efendi Camiinin de imamı idi) müftü ve müderris olarak Maraş’a tayinle gelmişti. Embiyalar olarak bilinen Maraş’ın köklü ailesinin son kuşağından, Hocazade Uzdil ailesinin oğlu Bekir, büyük seferberlikte Yemen Cephesinde Aralıklarla 11 yıl harbetmişti. Yemen'de Araplarla birlik olan İngilizlerin yaptığı bir gece baskınında 66 kişilik müfrezesi tamamen şehit düşmüştü. Ancak savaş ganimeti ve arta kalan silahları kapışan Arap ve İngiliz askerleri, bu tamamı öldü sanılan Türk askerlerden 6 tanesinin komada olduğunu, kalp atışlarının mevcut olup yüzeysel olarak soluk alıp verdiklerini kan kaybından şokta olduklarını, şuurlarının tam olarak kapalı olduğunu tespit etmişlerdi. Yanlarındaki savaş basınından çekindikleri için kafalarına birer kurşun sıkamayıp, kerhen tedavi etmeye başlamışlardı. Takibinde de bu 6 ağır yaralı Osmanlı askerini müstemlekeleri olan Hindistan'ın Bombey (Mumbai) şehrindeki İngiliz üssü savaş esiri kampına göndermişlerdi.

Bekir; Çok yakışıklı, uzun bolu (195 cm), beyaz tenli, kaytan bıyıklı, iri kara gözlü, çok güzel konuşan, kültürlü, güzel sesli, güzel bozlak okuyan, iri yarı bir adamdı. Harbe gittiği 11 yıl süre ile memleketine halini, ahvalini çektiklerini anlatan mektuplar gelmişti. Ayrıca iki defa, 3 er yıl aradan sonra moral için, memleketi Maras'a birer aylık izne yollanmıştı. İzin dışındaki Maraş'tan, yuvasından ayrı kaldığı zamanlarda Osmanlıda çok iyi çalışan posta sistemi ile her ayda bir gelen mektupları, onun hayatta olduğunun daimi habercileri, emareleri idi. Çok iyi bir savaşçı olarak yetişmiş ve pişmişti. Gösterdiği emsalsiz yararlılıklardan dolayı Başçavuşluğa terfi ettirilmişti. Kendisi için çok önemli olan bu haberi ailesine mektupla muştulamıştı. Eşi ve ailesi bu mektuplarla iftihar ederler, avunurlar, dört gözle yolunu gözlerler ve tüm kahramanlıklarının belki de onda birini ancak bu mektuplardan öğrenirlerdi. Zira Bekir bunları genelde pek yazmazdı. Ancak bu baskın vurulup Hindistan'a esir gönderilmesinden sora mektupları ilk kez bir bıçakla kesilir gibi sonlandı. Tüm Maraşlılar Bekir'i her Yemen'e giden meşhur Yemen Türküsündeki gibi öldü, şehit oldu zannettiler. Oysaki diğer 5 yaralı silah arkadaşı ile birlikte Hindistan'da 6 ay esir kampında tutuldular. Bekir'in sağ böğründen girip sol böğründen çıkan kurşunun açtığı yara İngilizlerin kaynatılıp ılık hale getirilmiş katranı yaraya dökerek uyguladıktan ilginç tedavi ile bu sürede tamamen düzelmişti. Bu 6 arkadaş bir fırsatını bulup bir gece esir kampından kaçtılar. Bin bir macera ile Ahmedabad ve Karaçi üzerinden Kuveyt'e ve oradan da Riyad’a yürüdüler.  Böylece Basra körfezini 6,5 ayda dolaşıp tekrar Yemen'e savaşa, bıraktıkları yere dönmek için cebelleşirken, Ordunun Medine'ye çekilmiş olduğunu öğrenerek Mekke üzerinden birliklerine kavuştular. Bu bin bir zahmet, sefillik ve açlıkla geçen seyahatinde, çeşitli şehirlerden yazdığı mektupları Maraş'a, Emine'sine tekrar yeniden gelmeye başladı. Başından geçenleri bu defa uzun uzun anlatıyor Maraştakilerden cevap alamayacağını bildiği halde hallerini soruyor, kızları Hatice ve Ayşe'nin gözlerinden ayrı ayrı öpüyordu. Medine’ye vardıklarından 1 hafta sonra Yemen’den ricat eden ordu yaralananlara geçici moral izni verdi. Bekir de 1 aylığına tekrar Maraş’a geldi. 

Hemşehrileri, eşi, ailesi ve akrabaları ile uzun uzun hasret giderdiler, başından geçen olayları, Arapların İngilizlerle iş birliğini, Türkleri nasıl arkadan vurduklarını tüm detayları ile eşine dostuna akrabalarına bütün teferruatları ile anlattı. Resimlerle ispatlı bir kısmı resmi çok sayıda (Annemin bana emanet ettiği hepsi bende mevcut olan) evraklar teslim etti. Yuvasına, Emine’sine, çocuklarına ve çok sevdiği memleketi Maraş’ına tekrar kavuştuğu için çok mutlu idi. Tüm komşuları ona büyük bir milli kahraman olarak bağırlarına basmışlardı. Maraş henüz İngiliz işgaline uğramamıştı. Bekir çok mutlu olmasına rağmen aklı, fikri hep vatan savunmasındaydı. Ülkesinin kaygı veren geleceğindeydi ve geride bıraktığı birliğindeydi. Rüyalarında savaşlar görüyordu. İzin bitimi aklı fikri ve kalbi yuvasında kalsa da severek isteyerek şevkle koşarcasına birliğine geri döndü. Aradan geçen 10 ay sonunda Mehmet isimli nur topu gibi bir oğlunun dünyaya geldiğini öğrenemeden mektuplar yine birden kesildi ve bu kez bir daha gelmeyecek şekilde son buldu. Zira Osmanlı ordusu 1918 yılında Yemen’den Medine’ye çekilmiş, Fahrettin Paşa komutasında Medine-i Münevvere’yi savunuyordu. Padişah Vahdettin’in “Derhal terk ediniz” şeklindeki emrine ve 30 Ekim 1918 de kabul edilen Mondros Ateşkes Antlaşmasına rağmen Medine’yi bırakmadılar ve Osmanlı Devleti savaşa son vermiş olmasına rağmen bir paşasının yani Fahrettin Paşa’nın tarihte emsali görülmemiş tarzda ,

-Ben Peygamberimizin Mübarek Merzar-ı Şerifini bunlara bırakmam. Al bayrak burada dalgalanacak. Demesi, yokluklara, çekirge kavurması yedirten açlığa ve susuzluğa rağmen, aylarca şehri İngilizlere teslim etmediler. Fahrettin Paşa, ara ara süvari birliği ile gece baskınları şeklinde düşmana saldırılar düzenliyordu. Bekir Süvari birliğinin en civan ve mert kahramanı olmuştu, baskınlara şehit olabilme aşkıyla en önce gidiyordu. Bu dünyada çok meşhur savunmanın 19’uncu gününde düşmana yapılan bir gece baskınında Bekir ve birliğin önemli ve ön safında savaşanlar, büyük bir karşı taarruza uğradılar ve bunu püskürtürken Bekir başından sağ omzundan vuruldu. Aldığı yaraların çok ağır oluşu nedeniyle aniden attan düştü ve atlardan biri arka ayağıyla karnına basarak parçaladı. Bekir üç ağır yara almıştı. Karnı yarılmış, bağırsakları dışarı çıkmıştı. O günün şartlarındaki yoğun tedaviye alınsa da giderek aldığı yaralar azmaya başladı. Maraşa yollamaya karar verdiler. Ailesine ve Maraş’a kavuştuktan 3 gün sonra vefat etti. Çok bitkin, nerede yarı baygın gibi olsa da onları dünya gözüyle son kez görebilmişti. Bu kara haber tüm Maraş’a tez yayıldı. Eşi Emine biri yeni doğmuş 3 çocuğu ve geçim derdi ile baş başa olarak dul kalmıştı. Maraş harbi patladığında büyük kızı Hatice 9, küçük kızı Ayşe 5 yaşında, oğlu Mehmet 9 aylıktı. Harbin yirminci gününde, Maraş’ın savaşan erkekleri , yaşlı kadınları ve çocukları düşmanın yapmakta olduğu şiddetini artırarak yapacağı özellikle sivil halka uyguladığı vahşi, savaş dışı katliamlarından korumak için civar köylere (Kerhan, Gafarlı, Göllü, Ürgüt vb) gönderdiler. Savaşa hayatta kalan genç erkekler ve kadınlar olarak tekrardan sil baştan dört elle var güçleri ile sarılarak Maraş’ı kesin olarak kurtarmak, düşmandan temizlemek adına gereken her şeyi yapma kararı aldılar. Ertesi günü Pazar sabahı Divanlı Mahallesinden hareket edildi. Ancak düşman daha önceden Divanlı Camisinin iki şerefeli minaresine üçerden 6 adet ağır makineli tüfek yerleştirmişti. Kümbet tarafına doğru hareket eden çocuklardan ve yaşlı kadınlardan oluşan ilk kafileyi, her tarafı bembeyaz kaplamış karların üzerinde, çok keskin kış sabahında yaygın mitralyöz ateşiyle taradılar, keskin bir bıçkı ile biçercesine tamamını katlettiler. Bir anda kafile darmadağın oldu ve olduğu yere kanlar içerisinde, karlar üzerine yığılmış bir körpe kuş yığını gibi yıkıldılar. Bembeyaz karla kaplı Divanlı-Kümbet tepesi arasındaki ham yol kızıl kana bulanmıştı. Kafileden bir kişi dahi sağ kalmamıştı. Üç yüzün üzerinde yaşlı kadın, beş yüze yakın 10 yaşın altında çocuk katledilmişti. Plan derhal durduruldu ve hareket eylemi geceye kaydırıldı. Gecenin karanlığında düşman kafileyi göremeyecekti. Ancak kış, yağmaya devam eden kar, sert tipi gece nedeni ile gittikçe şiddetini daha da artırıyordu. Her taraf cam gibi buzla kaplanıştı. Saçaklardan dev buz sarkıtları uzanıyor ve zifiri karanlık gecenin etkisiyle çok ürkütücü ve ürpertici dehşetli bir ortam yaratıyordu. Maraş’ın meşhur “Deli Poyraz”ı da aman vermiyor bütün gücü ile tozu dumana katıyor, kar zerrelerini kafiledeki fertlerin ağzına, burnuna ve gözüne sokuyordu. Çok keskin tipi ve fırtınadan dolayı göz gözü göremez olmuştu. Bazen dev buz sarkıtlar büyük bir gürültüyle sert poyrazın etkisiyle kopup büyük bir gürültüyle yere iniyor ve sinirleri iyice geren korkunç sesler çıkararak art arda düşüyordu. Karanlık iyice basınca yine yola revan olundu. Her yaşlı kadının elinde 2 çocuk, ortanın üzerinde yaşı olan kadınların sırtında yiyecek ve giyeceklerden oluşan tembelit veya şelek şeklindeki yük, bazılarının da kucaklarında fazladan küçük bebekleri vardı. Fırtınadan herkes perişandı. Bu defa mitralyözler değil de gecenin soğuğu baş düşman kesilmişti. Bine yakın bu kafile ilk başta bir süre bir miktar ilerleyebildiler ve kısmen yol alabildiler. Delikli taşı zar zor geçebildiler. Büylek yokuşuna doğru yaşlılar ve küçük çocuklar dökülmeye, yorulup gerilerde kalmaya başladılar. Eli silah tutan genç kızlar ve kadınlar ise erkeklerle birlikte harp etmek için şehirde kalmışlardı. Zaten verem hastalığı geçirmiş ve bu nedenle ağır astımı olan Emine, eskiden beri yelpikliydi. Bunlara rağmen yangından mal kurtarırcasına sırtına büyük bir tembelitten oluşan şelek vurmuş, 5 yaşındaki kızı Ayşe’nin elinden tutmuştu. Arada bir Ayşe’yi yorulup da yürüyemez olunca kucağına alıyordu. Bu da çok yorucu oluyordu. Çok sıkıntılar çekmişti ama bu bir başkaydı, tam canından bezdiği anlardı bu Kaç Kaç yolculuğu. Genç kızlığında geçirdiği ince hastalığa bağlı astımı daha da şiddetlenmişti. Dondurucu soğuktan dolayı üşütmeye bağlı ateşi de çıkmış öksürüğü daha da artmıştı. Bu hastalığı nedeniyle zaten kolay yorulurdu. Hatice’nin sırtına da oğlu Mehmet’i bir gergefte kaneviçe ve sırma ile işlemeli Maraş işi dış örtü görevi gören hamam bohçasının kaplamasıyla sıkı sıkı sarmış bağlamıştı. İlk başta beraber yürürlerken sorun yoktu. Sonradan durumu haber alan düşman birden yine Divanlı Camii’nin minaresinden geceye rağmen körlemesine rastgele yaylım ateşe başladı. Kurşunlar ıslık çalarak yanlarından geçiyordu. Hemen sabahki izledikleri yolu değiştirip daha güneyden Abdallah Mahhalesi ile Kümbet arası dar geliklerden, Maraşlının aşağı kerhan yolu dediği patikadan yürüyüşü koşarak kaçarcasına devam ettirdiler. Bu nedenle bu harekatın adı “KAÇ - KAÇA KATILMAK” oldu.

Kazara arada bir kafileden vurulanlar oluyordu. Kimisi anında cansız olarak karların üzerine düşüyor kimisi yaralanıyordu. Ancak düşmanın körlemesine olan bu yaylım ateşi gecenin karanlığında sabahki kadar çok kanlı bir facia şeklinde olmamış pek çok kişi kurtularak ağır makinelilerin erişme sahasının, yani menzilinin dışına çıkabilmişlerdi. Çoğu canlarını kurşunlardan kurtarabilmişti. Ama soğuk ve tipiden nasıl kurtulabilirlerdi? Emine, sırtında yük, elinde küçük kızı Ayşe olduğu halde düşman atışlarından Kaç – Kaça’a rağmen bin bir güçlükle ilerlerken çok daha yavaş ilerleyebilen küçük Hatice ve Mehmet’ten ileride ve uzakta kalmıştı. Hatice küçücük yaşına ve boyuna rağmen Mehmet’i sırtında taşımaya çalışıyordu. Hatice’nin bir hafta önce bir kör kurşunla yaralandığı sol elinin işaret parmağı cibarla sargılı olmasına rağmen çok şiddetli zonkluyordu. Bu yaralandığı olay günü Divanlı Camiisinin miranesinden Fransızlar tarafından açılan bir yaylım ateşte bir kurşun sol elinin işaret parmağının yarısını biçmiş, alıp götürmüştü. Bu nedenle şiddetli ağrıdan ve sızlamadan dolayı sol elini ve sargılı parmağını istediği kadar rahat kullanamıyordu. Delikli Taş’ın gürül gürül akan buz kesmiş sularını daha aşağılardan Çomaklı Mahallesi’ndeki tarihi su değirmeninin yanından geçtikten sonra rüzgâr ve fırtına şiddetini daha da arttırdı. Kar ve tipiden göz gözü hiç mi hiç göremiyordu. Asıl zemini toprak olan ama buzla taşlaşmış yeni yağan karla da tüllenerek örtünmüş olan yolu belirleyen kenarındaki 2 taraflı ağaçlar olmasa kardan tipiden dolayı Büğülek’e çıkan tutacakları ana yolu kaybedebilirlerdi. Karanlık nedeniyle her bir ağaç çok daha heybetli ve ürkütücü görünüyordu. Hatice arada bir Maraş’ta zemheri ayında geldiği söylenen meşhur “Goncoloz”dan da ürkmüyor değildi. Ya Goncoloz çıkarsa? Goncoloz çocukları korkutmak için soğuk günlerde ayaza çardağa çıkılmasın süllümden avluya inilmesin diye yani sıcak odada kalınması sağlansın diye büyükler tarafından uydurulmuş, Maraş’ta kış aylarında geldiği söylenen in mi cin mi ne olduğu pek bilinmeyen bazılarının gördüm dediği afaki bir yaratıktı. Büyüklerin anlattığına göre genelde kışın gece gelir soğuğu sever özellikle çocuklara musallat olur, tebelleş olduğu çocuğu sonunda alı götürürdü, oysaki cin daha çok sıcağı sever, soğuktan haz etmez. Yaz gecelerinde zuhur eder ve daha çok büyüklere sataşırdı. Bu konuda duyduğu bildiği buydu Hatice’nin. Bu nedenle habire dönüp dönüp 3 Gulhuvalllahu Ahad ve bir Elham okuyordu. Allah’tan sırtında çelekli annesinin suriyetini karartısını uzak da olsa görebiliyordu. Korkmaması için kendini yüreklendiriyor, arkadan kafileden bazı kimselerin de gelebileceği hissi korkusunu dağıtıyordu. Birkaç defa arka arkaya ayağı kaydı ve sonunda sırtındaki 9 aylık erkek kardeşi Mehmet ile karların üzerine yüzükoyun kapaklanıp düştüler. Hatice yerden zor güç kalkabildi. Ayakları, elleri, burnu ve kulakları pancar gibi kızarmış, neredeyse donmak üzereydi. Kardeşi başının üzerinden kayıp tepesi üzeri yere çakılmıştı.

Anneleri bu durumu uzaklardan görünce arkaya gerisingeriye kendilerine yardım etme amacı ile ancak 100 metre kadar gelebildi. Avazı çıktığı kadar Hatice’ye kardeşi Mehmet’i oraya bırakmasını, terk eylemesini söylüyordu. Yol boyunca her 2 taraf da üzerleri yorgan, keçe, kabe, aba, kilim, yolluk, ağbes parçaları gibi örtülerle bastıralarak terk edilmiş küçük çocuklar ve Kaç – Kaç’a devam edemeyip yolda kalmış çok sayıda ihtiyar kadınlar vardı. Hatice bir ara merakından bir yorganın altındaki çocuğu görmek istedi. Daha yeni terk edilmiş birisi 3 diğeri 4 yaşlarında biri kız diğeri oğlan 2 çocuğun birbirlerine sarılmışlar soğuktan ve korkudan tir tir titrediklerini gördü. Hatice kısmen buzlaşarak katılaşmış bir ufak çadırı andıran bu yorganı hafifçe açmaya çalışınca 2 çocuk da bir ağızdan “Ellemeee ebem geriden gelip bizi alacak!” diye vızıltı gibi bir sesle sızlandılar. Tam bu esnada Emine birden kızı Hatice’ye sesini daha da duyurabilmek için avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Hatice’den Mehmet’i yol kenarındakiler gibi terk etmesini, hiç değilse birlikte donmamaları için Hatice’nin kendi canını kurtarmasını istiyordu. Allah’ım bu ne büyük bir felaketti! Bir anne canını, canından bir parçasını, canından çok sevdiği biricik 9 aylık oğlunu, evladını, yetimini kahpece yapılmış bir işgal uğruna çaresizlikler içerisinde feda ediyordu. İşte bu tam anlamı ile bir ölüm kalım savaşı idi. Hatice Mehmet’i tekrar kucağına aldı, ıhlaya tıslaya taşımaya çalışırken ayağı önceden açılmış, karda görülmeyen bir ark boşluğuna daha doğrusu üzeri kısmen donmuş bir su çukuruna denk geldi ve kardeşiyle birlikte karların üzerine boylu boyunca paldır küldür tekrar yuvarlandılar. Sırtındaki hamam bohçasının kılıfı da sıyrılıp başından ve kucağından kayarak ileriye yere düştü. Donmuş halindeki karda ikinci kez canı çok daha fazla yandığı için bebek avaz avaz uğunarak ağlamaya başladı. Hatice canından bezmişti, o da ağlamak üzereydi, metanetli idi. Kendini zor tutuyordu. Küçük kardeşi de kendisi de neredeyse donmak üzereydiler. Olacak gibi değildi. Kardeşini tekrar sırtına yüklenmeye, hobucuna almaya çalıştı. Koparcasına ağrıyan parmağı ile gücü yetmedi, olmadı, beceremedi yüklenmeyi. 10 dakikadır boğuşup duruyor, kardeşini sırtına alamıyordu. Kucağında taşıması ise bu karda ve tipte bu yaralı parmağı ile imkansızdı. Hiç istemeyerek kalbi ciğeri ve gözleri kan ağlayarak annesinin dediğini yapmaya, sözünü tutmaya karar verdi, kardeşini oracıkta bıraktı. Önce karların üzerine kendi sırtından çıkardığı el örgüsü kalın hırkayı serdi. Kendi boynundaki atkıyı çıkararak bebeğin başını yalak şalak sarıp sarmaladı. Üzerine de bohçanın kapak örtüsünü kapatıp Mehmet’i arkasına bakmadan terk etti. Biliyordu ki geriye baksa bırakamayacaktı. Önce 10 metre kadar ilerledi. Ancak içi elvermedi ve dönüp kardeşine baktığında Mehmet yere oturmuş 2 elini uzatmış “Abbaaa” diyordu. Mehmet ilk defa dilleniyor, konuşuyordu. Hatice sevinçten bayılır gibi oldu. Ani bir kararla koşarak geri döndü. “Ben kardeşimi bırakamam” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Koşarak ona sarıldı. Kardeşini kucağına almaya çalıştı ve zorlanarak da olsa başardı. Nefes nefese kendisini bekleyen annesine zor güç yetişti. Kelimenin tam anlamıyla Hatice’nin canı burnundan çıkmıştı. O soğuğa rağmen vücudunun her tarafı yangın yeri gibi alev alevdi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Akan burnundaki sümük buz tutmuştu. Tüm bunlara aldırmadan “Ana Memo konuştu, abba dedi” diyebildi. Ve oraya karların üzerine yıkılırcasına çöktü. Annesi feryad figan ağlayarak ikisine de ölümüne kucakladı, bağrına bastı. Birkaç dakika kadar dinlendiler sonra da çocukları değiştiler. Annesi Mehmet’i kucağına aldı, Hatice yaralı olmayan sağ eli ile Ayşe’nin sol elini bir daha asla bırakmayacak gibi kavradı ve yola koyuldular. İleriki yaşamında da iki kardeşinin de ellerini ölünceye kadar bırakmayacaktı. Uzun ve çok yorucu bir yolculuktan sonr Dereköy’e uzaktan bir akrabalarının evine zor güç düştüler ve canlarını şans eseri kurtarabildiler. 

Ahali tarafından “Kaç – Kaç” denilen, böyle tabir edilen göç şehrin kenar mahallesinden başlayarak 2-3 günden beri özellikle geceleri sürüyordu. Hemen hepsi küçük çocuk ve savaşamayacak yaştaki kadınlardan oluşan gruplar, kar üzerinde karınca sürüsü gibi binlerce insan seli, şiddetli tipi ve -18, -24 derecede donmuş kar üzerinde yayan yapıldak yollara döküldüler. Civar köylere doğru akın akın gidiyorlardı. Her çalının dibinde donmuş bir çocuk veya çok yaşlı bir ihtiyar kadın ölüsü vardı. Sokaklar, patika yolların kenarları binlerce çocuk ölüsüyle doluydu. 

“Bu cennet vatanımız Türkiyemizin ve Türkiyeli canım kadar sevdiğim, aziz, pek muhterem ve çok değerli bütün vatandaşlarımızın gönülden ve delicesine aşığı olan ve onların hizmetkârı olmayı şeref addeden, karşılıksız kabul eden bir fert olarak şahsım adına derim ki, hedefimiz ve yolumuz;

Atatürk’ün ve o’nun emsalsiz fikir ve silah arkadaşlarının, ayrıca emsalsiz atalarımız olan Fatihlerin, Yavuzların, Kanunilerin, Abdülhamitlerin, Mevlanaların, Yunusların, Hacı Bektaş-ı Velilerin, Elrazilerin, İbn-i Sinaların, El Misketeynlerin ve binlerce büyüğümüzün gösterdiği, işaret ettiği yoldan giderek, vicdandan ayrılmayarak, milletçe el ele idealimiz olan yüce hedeflere ulaşmak ve muasır milletlerin düzeyini geçmek olmalıdır.

ÖZET VE SONUÇ

Bu kitabın içinde ilk önce gerçek delilleriyle, yerli ve yabancı özgün arşiv bilgileriyle KAHRAMANMARAŞ’da 1919-20 yılları arasında Ermenilerin masum, mazlum ve tamamı sivil Maraş Halkına yaptığı ve tarihte başka bir örneğine rastlanmayan vahşetler ve mezalimler tam bir soykırımdır, bir toplumun kökünü kazımak amaçlı vahşi bir uygulamayla süren hayâsız bir savaştır. Öncelikle bu uygulanmaya çalışılmış ve anlatılmıştır. (TAMAMI SYF. 366,367)

Faruk Erzengin kimdir?

Kahramanmaraş’ta 24 Aralık 1950 yılında 7 çocuklu bir ailenin son çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası; Maraş Kurtuluş Savaşında çok büyük fedakârlıklar gösteren ve gazi olan Hacı Mehmet ERZENGİN’dir ve çok köklü bir ailenin mensubu olup meşhur Hoca ve Müderris Ömer Efendinin torunudur. Annesi Emine ERZENGİN Maraş Müftüsü Meşhur Hafız Ali Efendi’nin yeğenidir. Muhafazakâr bir ailenin evladı olarak Dünyaya gelen Faruk ERZENGİN; üç yaşından itibaren önce annesi ve ablalarının ve daha sonraki yıllarda Maraş’ın Fatma Hoca, Gövşen Hafız, Güllü Hoca, Salih Hoca gibi çok ünlü din adamlarının verdiği dinî eğitimle Kuran-ı Kerim’i önce hatmeşmiş ve devamında hıfzermiş ve 17 yaşına kadar Hafız Ali Efendi başta olmak üzere pek çok ünlü hocaların rahleyi tedrisinden geçerek Osmanlıca öğrenmiştir. İlkokul’u İstiklâl İlk Okulunda, Orta Okul ve Liseyi Kahramanmaraş Lisesinde okumuş ve bu okulları birincilikle bitirmiş, her sene iftihara geçmiştir.  İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ne 1966 yılında girmiş ve 31 Mayıs 1972’de Pekiyi derece ile mezun olmuştur. Şubat 1974’e kadar askerlik görevini Samsun ve Amasya’da, Eryatağı-Carcurum’da (toplam 18 ay) Tabip Asteğmen olarak yapmıştır. Mart 1974’te açılan sınavda birinci olarak, İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kürsüsü’ndeki asistanlık görevine başlamıştır. Van 1976 Depreminde gönüllü olarak hizmet talep eden; Van, Muradiye, Erciş, Ağrı, Hakkâri, Tatvan bölgelerinde ve Yaykılıç Hudut Kasabasında, en soğuk kış şartlarında uzun süre şevkle çalışan, Fakülte’mizin İç Hastalıkları Kürsüsü’nün üç kıdemli asistanından birisidir. “İç Hastalıkları Uzmanlık” sınavını üstün derece başarı ile kazanarak 1978 yılında Kardiyoloji Anabilim Dalı’nda Başasistan olarak çalışmaya başlamıştır. 

Açılan bir sınavı kazanarak, İstanbul Üniversitesi tarafından “bilgi ve görgüsünü arttırmak” amacı ile resmi görevli olarak Ocak 1982 tarihinde İngiltere’nin St. James’s Üniversitesi’nce sağlanan “Senior Registrar-Research Fellow” kadrosu ile aynı Üniversite’nin Tıp Fakültesi Kardiyoloji (Kalp ve Damar Hastalıkları)  Departmanı’na gönderilmiştir. Aynı Kardiyoloji Kürsüsünde birçok bilimsel çalışmalar yapmış ve Klinik Kardiyolojide ve Kardiyolojinin invazif ve non-invasif tüm Laboratuarlarındada çalışmış, Anjiyo,  Eko-Doppler ve intraoperatif mukayaselli çok başarılı birçok çalışmalar ve uluslararası yayınlar ve tebliğler yapmıştır. İngilterede açılan bir sınavı kazanarak “Doppler”  Ekokardiografiyi ilerletmek ve renkli Doppler Ekokardiyografi’yi öğrenmek ve bu sistemleri ilk olarak İngiltere’de kurmak üzere St. James’s Üniversitesi tarafından 30.11.1982 tarihinde resmi kadrolu olarak Amerika Birleşik Devletleri Washington ve Seatle Üniversite’lerine, Los Angeles Üniversitesine ve takiben de Cleveland Clinic’e 4 ay süre ile gönderilmiştir. İngiltere’ye tekrar döndükten sonra, bu ülkede ilk Doppler Ekokardiografi Laboratuvarı’nı kurmuştur. İngiltere’de 2 yıl kaldıktan sonra 31.12.1983 tarihinde İstanbul Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı’na dönmüştür. İstanbul Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı’nın Ekokardiyografi laboratuarının modern ve verimli hale getirilmesi için Başkan yardımcısı olarak görevlendirilmiştir. Doppler ekokardiyografi’yi Ülkemize ilk getiren ve Türkiye’de ilk defa İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakülte’si Kardiyoloji Anabilim Dalında’da kuran kişidir. Şubat 1984 yılında Genel Kurul tarafından, Türk Kardiyoloji Derneğinin Ekokardiografi Çalışma Grubu Genel Sekreterliğine seçilmiştir. Bu görevi on yıl yürüttüğü dönem içerisinde Uluslararası katılımlı dört büyük, iki küçük Ulusal Ekokardiyografi Kongrelerin’in Genel Sekreterliğini ve baş sorumluluğunu yaptmıştır. Bu arada aynı klinikte 1987 yılında Doçent olmuştur.

İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı tarafından 1991 yılında Amerika Birleşik Devletleri St. Thomas (Virgin Islands), Miami, Orlando ve Tapma Şehirlerinde uygulamalı Transözofajiyal Ekokardiografi Kursu ve Sempozyumuna ve devamında Saint Petersburg Şehrindeki Gulfcoast Ultrasound Institute (Florida, USA)’ de, “Cardiac Doppler-Color Flow” ve “Advanced Cadiac Doppler/Color Flow Imaging” ve Transözofajiyal Ekokardiyografi konulu uygulamalı eğitim programlarına 4 ay süre ile resmî görevli olarak gönderilmiştir. Fakültesine dönüşte Transözofajiyal Ekokardiografi Laboratuvarını Ülkemizde ilk defa kurmuş ve bu önemli yöntemi ilk defa rutin uygulamaya sokmuştur.

Gösterdiği üstün hizmet ve başarılı çalışmaları takiben, Ülkemizdeki farklı üniversitelerden beş farklı Profesörden oluşan jürinin hazırladığıı raporların sonucunda oy birliği ile başarılı bulunup, İ.Ü. nin Yönetim Kurulu’nun oybirliği krarı ile1995 yılında aktif Profesör olmuştur.

Takibeden yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın bazı Üniversitelerinde kısa, orta ve uzun vadeli çok sayıda uygulamalı ve teorik kurs, kongre, konferanslara katılmış, tebliğlerde bulunmştur.

İkiyüzelliyedi’si yabancı dilde olmak üzere 498 adet makale, araştırma, konferans, derleme şeklinde yayını ve üçü yabancı dilde olmak üzere altı kitapta yazdığı konular vardır. Kardiyoloji, Ekokardiyografi, İç Hastalıkları ve Hipertansiyonla ilgili yazılmakta olan dört kitabın ikisinde editör, ikisinde editör yardımcısıdır. Eylül 2007 de basılan 3000 sayfalık İç Hastalıkları Kitabında Kardiyoloji ile ilgili 14 bölüm yazmıştır ve aynı kitabın Editör Yardımcısıdır.

Türk Tıp Derneği, Türk Kardiyoloji Derneği, Avrupa Kardiyoloji Derneği – Fellow of the European Society of Cardiology (FESC) – üyesidir ve ayrıca Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri Ekokardiyografi Derneklerinin üyesidir.

Fenerbahçe Spor Kulübü Kongre Üyesi ve TED’in üyesi, Beykoz Spor Klübün’ün Başkan Yardımcısıdır.

Kahraman Maraş Okutma ve Yardımlaşma Derneğinin son 14 yıldan beri Onursal Başkanı olup tüm hizmetlerde aktif görev almıştır.

Ocak 1998 tarihinde Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü, Satın Alma Komisyon Başkanlığı ve Tahakkuk Amirliği görevini bir yıl süre ile yapmıştır.

Üniversitemizi İ.Ü.Senatosunun aldığı kararla; Ankara’da temsilen 2 Ocak 1999 – 4 Ekim 2004 tarihleri arasında Yüksek Öğretim Kurulu Üniversiteler Arası Kurul Başkanlığı, Doçentlik Temel Alan Danışma Komisyonu Üyesi olarak aktif görev yapmış ve bu alanda defalarca Ankarada YÖK’te yapılan komisyon toplantılarına resmi görevli olarak katılmıştır.

Ayrıca son 5 yıldır Türk Kardiyoloji Derneği Aday Belirleme Komisyonu üyesi olarak görev yapmıştır, 27 Kasım 2004’te Türk Kardiyoloji Derneği Genel Kurulu tarafından Yeterlilik “Board” Kurulu (TKYK) Başkanı seçilmiştir. Bu Kurulun çok önemli bir eğitim görevi olan iki aşamalı Board sınavlarını Kardiyolojide Ülkemizde ilk kez başlatmıştır. Mayıs 2012 de Türk Kardiyoloji Derneği Etik Kurul Başkanlığına seçilmiş olup, halen başarı ile bu komisyon’un başkanı olarak bu çok önemli görevini de sürdürmektedir. Avrupa Kardiyoloji Derneği (European Society of Cardiology) tarafından Kardiyoloji Çekirdek Eğitim Müfredatı  (ESC Core Curriculum) Türkiye Sorumlusu ve Başkanı olarak seçilmiş ve 18-20, Ocak, 2007 tarihinde Türkiye’yi temsilen tek sorumlu ve Başkan olarak ESC tarafından Parise davet edilmiş, Avrupa ve Türkiye Kardiyoloji Çekirdek Eğitim Müfredatı ve Programlarının Toplantısında görevli olarak bulunmuş ve alt Çalışma Gruplarının ve Sürekli Eğitimin tüm fonksiyonlarının Avrupa ve Ülkemizde hazırlanmasında ve yürütülmesinde görevlendirilmiştir. Bu görevi halen başarılı bir şekilde sürdürmektedir.

Ağustos 1998 ve Eylül 2001  yıllarında yapılan Dekanlık seçimlerini tarihteki en yüksek oy alarak kazanmış ve arka arkaya 2 dönem(toplam 6 yıl) İstanbul Tıp Fakültesi Dekanlık görevini çok başarılı olarak sürdürdürmüş ve bu görevinde çok üstün, unutulmaz, kalıcı hizmetler vermiştir. Almanya Münih Üniveritesi Rektörü tarafından Erich FRANK Üstün Hizmet Madalyası ve Berat’ına layık görülmüştür. Ayrıca bu görevi döneminde üstün başarılarından dolayı, pek çok kurum tarafından Profesör Dr. ERZENGİN’e elli’nin üzerinde plaket ve madalya verilmiştir.

Türk Kardiyoloji Derneği ETİK KURUL BAŞKANI dır.

Türk Kardiyoloji Yeterlilik Kurulunun Kurucu Başkanı olup, Ülkemizde ilk olan bu kurumun 4 yıl başkanlığını başarıyla sürdürüp, bin civarında Kardiyolog Doktorun sınavını yaparak Yeterlilik Belgelerini verdiği için,

23 Ekim 2009 da, 25. Ulusal Kardiyoloji Kongresinde Cumhurbaşkanımız Sayın Abdulllah GÜL Bey tarafından Prof. Dr. Faruk ERZENGİN’e ÜSTÜN HİZMET ÖDÜLÜ verilmiştir.

Normal Dekanlık sürelerinin bitimini takiben, 7 Eylül 2004 tarihinde, toplam 6 yıllık iki dönem Dekanlık süresinin tamamlanması nedeni ile tekrar Kardiyoloji Anabilim Dalındaki Öğretim Üyeliği görevine dönmüştür ve hâlen bu göreve devam etmektedir.

İ.Ü. 2005 yılı Rektörlük seçiminde 8 aday içerisinden ikinci olarak seçilmiştir.

Evli ve 3 çocuk babasıdır.