İş Adamı, ALİ POLAT’ın Muhteşem Tespitleri, Müthiş Açıklamaları ve Harikulâde Tavsiyeleri…

Oğuz Çetinoğlu: İş adamısınız. Ancak çok velût bir yazarın başarabileceği ölçüde kitaplar hazırlayıp çok lüks teknikle yayımlatarak sebil gibi dağıtıyorsunuz. Eşine az rastlanabilecek hizmetler gerçekleştiriyorsunuz. 

Bu hizmet aşkı sizde nasıl doğdu, nasıl gelişti de Niyagara Çağlayanı hâline geldi?

Ali Polat: Çok teşekkürler. Benim doğum şartlarım, dünyaya geliş şeklim ve babamın ben 10 yaşındayken vefatı, bana o küçük yaşta, dünyada ne kadar negatif konu varsa gösterdi. Benim aslında çok negatif ve küskün bir adam olmam gerekiyordu. Allah-ü Teâlâ lütfetti, ben onu terse çevirdim. Şu mânâda terse çevirdim: Negatifleri unutmaya çalıştım. Unutmaya çalıştığımda, evet, aile; bir taraftan üveyler var, zenginler; ben, annem ve iki kardeşim o durumda değiliz. 10 yaşından sonra çalışmaya başladığımda, ben ister ilkokul, ister ortaokul, ister lise döneminde olsun, hem çalıştım, para kazandım, hem okudum. Tabii, bunu yaparken ‘diğer çocuklar gibi olmanın hasretini çekmedim’ diyemem. Onun hasretiyle büyüdüm. Çünkü onlar okula geliyorlar, gidiyorlar; ben ise fırsat bulup çalışmam lâzım, okula gitmem lazım ve onlar gibi yaşamam lazım. O yaşantıyı kuramadım. Kuramadım; çünkü işe yönelik hareket etmem lâzımdı. O lüksü elde etmek için çalışmam gerekiyordu. Bu lüksü elde etmek için çalışmak mukaddes bir şeydir. Ama belki de benim imkânım olsaydı ben hiç işadamı olamayacaktım veya olmayacaktım. Çünkü ben çocukluğumda da fırsat bulduğumda 1.500 sayfalık kitabı iki gün, üç gün bir odaya kapanıp okumuş adamım. Ama diğer taraftan da hayat şartları, ekmeğimi kazanma mecbûriyeti vardı. Bu şekilde büyüdüm ve farkında olmadan kendimi iş hayatının içinde buldum, çalışmaya başladım ve o çalışmayla da hayatımı bu günlere kadar devam ettirdim.  Şükürler olsun, namusumuzla, şerefimizle hayatımızı devam ettirmeye çalıştık. Çalışma hayatımızda da hiç kimsenin gönlünü kırmamaya çalıştık. Yâni hiçbir kimseye rahatsızlık vermeden, bilerek zarar vermeden çalıştık.

Yaklaşık 40 yaşında bir turizm şirketiyle ortaklık kurdum. Ortaklık yaptığımızda, 1985’te ilk tâtil köyünü açtık, 721 yatak. 1987’de de ikinci tâtil köyünü açtık, 921 yatak. O iki tâtil köyünü açtığımızda o günkü yönetimle konuşmuştuk, düşüncemiz şuydu: Bizim 1991’den, 1992’den sonra hiçbir borcumuz kalmamış olacak. O günün parasıyla yılda yaklaşık 10 milyon Mark’a yakın bir gelirimiz olacak ve o 10 milyon Mark gelirin 4 milyon Mark’ını kurduğumuz vakfa aktaracağız.  O günlerde Türkiye’de bugünkü gibi mükemmel hastaneler yoktu. Birçok hastalık tedâvi edilemiyordu. Vakfa aktaracağımız kaynakla bu parayı bir vakfa aktaracağız, kendi kurduğumuz vakfa ve aktaracağımız parayla da Ali Polat, tedâvisi mümkün olmayan hastaları alıp, onların hizmetçisi gibi, onlarla beraber gidip, dünyada onları tedâvi ettirecek ve onlar adına mutlu olacak. Çünkü Ali Polat bir şeyle çok mutlu olabiliyor: Karşısındaki insanı tebessüm ettirebilmek. Onun sıkıntılarını giderebildiği zaman kendisini biraz rahat ve mutlu hissedebiliyor. O şekilde başladık ve benim beynimde o şekilde gitmek vardı. Yani işadamlığı devam etsin, ama işadamlığıyla birlikte ben de vakıfta insanlara hizmet edeyim. Ne yazık ki, büyük ortakların daha sonra fikir değiştirmesiyle bu düşündüğümüz şey olamadı. Büyük ortaklar, iki tatil köyünden sonra üçüncüsünü, dördüncüsünü de açmak istediler. Ama ekonomide bir majör noktası var, yani ekonominin yukarıya gittiği yerde eğer siz bir noktada durmazsanız baş aşağı dönersiniz. Bizim firmamız da baş aşağı dönmeye başladı. Tekrar etmek istiyorum: Ali Polat’ın programına göre, Ali Polat 1993 senesinden sonra hayatını vakıfta ve bir şekilde insana hizmet etmekle geçirecekti. Bu arada da, tabii, Ali Polat nereye gitse orada kitaba bakar, kitabı alır, ilgilenir, bilgilenmeye çalışır vesaire. Ama 1995’ten sonra Ali Polat baktı ki, eski hayal ettikleri, grupla beraber, idare heyetiyle, ortaklarıyla beraber hayal ettikleri mümkün olamayacak. Mümkün olamadığı için, 1995-1996’dan sonra kendine bir yol çizmeye çalıştı. 

Çetinoğlu: Çizilen yeni yolda neler vardı?

Polat: Biliyorsunuz, bizim gençliğimizde kimisi şiir toplar, kimisi pul toplar, kimisi kibrit toplar, koleksiyon yaparız. Kimisi kitap toplar. Ali Polat, onlardan biri olarak, eski çalıştıklarını, eski topladıklarını bir kitap hâline getirmeyi düşündü. 1998’den sonra çalışmaya başladı ve 2001 yılında ilk kitabı olan ‘3 Bin Yıllık Birikim’ isimli kitabını, ki o kitap bir derlemeydi, o derlemeyi ortaya çıkardı. O derlemeden sonra… Ali Polat o güne kadar düşünüyordu ki, sâdece bir kitap olacak ve bitmiş olacak. Ama o kitapla çok sükse yaptı ve bu olduğunda Ali Polat ondan sonra düşünmeye başladı: Ben vakıf yoluyla yardımcı olamadım; acaba ne şekilde topluma yardımcı olabilirim diye tekrar bir düşündü. Bu sefer, kendi gözlemleriyle, toplumun noksan gördüğü konularda ben bir kitap çıkarırsam topluma yardımcı olurum diye düşündü. O zamanki televizyonlarda, radyolarda bizim Alevi vatandaşlarımız çıkıp konuştuklarında, Ali Polat bakıyordu ki, bunlar kendilerini Hazreti Ali’ye mensup görüyorlar, bağlı görüyorlar, ama onun hareketlerinden bir eser yok. Dolayısıyla, içine doğdu ki, Hazreti Ali’nin yaşantısıyla ve öğütleriyle ilgili bir kitap hazırlasın. Bu sefer, 2002’den sonra iki sefer Irak’a gitti ve 2003 senesinde, 18 ay çalıştıktan sonra ortaya bir kitap çıkardı, ‘Ya Ali’ adında. O ‘Ya Ali’ isimli kitabı, dünyaya geldiği günden vefatına kadar Hazreti Ali’nin hayatını, O’nun vasiyetlerini ve aynı zamanda Hazreti Ali’ye atfedilmiş, verilmiş bir isimle iki tane kitap var, birisi ‘Nehcü-l Beleğa’, diğeri ‘Gureru'l-Hikem ve Dureru'l-Kelim’diye, onlardan da sözler toplayarak, 127 başlıkta Hazreti Ali’nin öğütlerini topladı.

Çetinoğlu: Hayırlı olsun, Allah devamını nasip etsin.

Meydana getirdiğiniz eserler bol zaman gerektiriyor; bu kadar zamanı nasıl buluyorsunuz? İşlerinizden kitap hazırlamaya vakit kalıyor mu?  

Polat: O dönemde ortak olduğum o eski turizm firmasından ayrıldıktan sonra kendime bir firma kurdum: 2001’den sonra veya 2003’ten sonra ömrümün daha çoğunu işadamlığı yerine yazıya dökmek için çözüm aradım. O günlerde benimle beraber gelip eski tanıdığım bir arkadaşım bana yardımcı oluyordu ve yardımcı olduğunda da herhangi bir talebi yoktu. Belli bir zaman sonra firmamızın yüzde 50’sine kendisini ortak ettim ve ona şöyle bir cümle kurdum: Dedim ki, ‘Bundan sonra para kazanmak senden, harcamak benden.’ Bugüne kadar Allah-ü Teâlâ da öyle gösterdi.

O zamandan beridir iş dünyasında sadece gerektiği zaman arkadaşlar benimle görüşüyorlar. Gerekmediği zaman, üretim yapabileyim diye beni serbest bırakıyorlar. Aynı zamanda ben, düşünüp de, toplumun ihtiyacını düşünüp de bir eser meydana getirmeye karar verdiğim zaman, o konu için, o konuyla ilgili ekip topluyorum, yani o konuda bana yardımcı olacak asistanlar topluyorum, o asistanlar ve ben bir eseri ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Yalnız, tek başıma oturup, tek seslilikle yapmıyorum; toplum daha fazla faydalansın diye birçok insandan o konuda faydalanıyorum ki toplumun nabzı elimde olsun. 

Çetinoğlu: Maddî açıdan da yüklü bir sermayeyi bu işlere tahsis etmiş olmalısınız. Tevazudan tâviz vermeyen bir insansınız, bu sebeple miktarını sormayacağım. Görünen o ki, ancak devlet imkânlarıyla yapılabilecek hizmetleriniz var. Biliyorum, beklentiniz de yok. Fakat mârifet iltifata tabidir şeklinde güzel bir özdeyişimiz var. Bu sözün gereğini yerine getirmek bâbında, takdirlerini değilse bile, hiç değilse teşekkürlerini size yansıtan devlet erkânı oluyor mu?

Polat: Çok sağ olun Oğuz Bey. Burada bir konuyu dile getirmek durumundayım: Ben 29 yaşındayken Allah-ü Teâlâ bana hacca gitmeyi nasip etti. Çünkü hacca gitmek için yaşlanmak değil, hacca gitmenin şartlarının oluşması lazım. Ben 29 yaşındayken hacca gitmenin şartları bana oluşmuştu ve ben de hacca gittim. Hacca gittiğimde Allah-ü Teâlâ’dan iki dilekte bulundum. Birinci dileğim, o zaman nişanlıydım, onunla ilgiliydi: ‘Allah’ım, ya Rabbim, bu evlenmeyi düşündüğüm kişi, ben onu mutlu edebilir miyim, nasip olsun; o beni rahata kavuşturabilir mi, nasip olsun. Yoksa senin bildiğin bir konuda, ben kısa görüşlü bir adamım, senin bildiğin gibi olsun.’ Allah-ü Teâlâ’dan ikinci dileğim de şuydu: ‘Allah’ım, ya Rabbim, benim harcayamayacağım parayı bana nasip etme.’ Onun mânâsı şu: Bugünkü zenginlerin, bugünkü para sahiplerinin çoğu, yüzde 99’u o paraların esiridirler, para tuzağına girmişler. Ben o para tuzağına girmiş değilim; yarınımı düşünmeden, kısmeti Allah verir yoluyla hareket ediyorum.

Çetinoğlu: Peki Efendim. Tahmin ediyorum ki bildiğim hizmetleriniz, aysbergin görünen yüzü kadardır. Okul inşaatı, karşılıksız burs gibi hizmetleriniz var mı? 

Polat: Oğuz Bey; ben hayatımda okul yaptırmadım. Neden yaptırmadım? Ben binaya, betona-binaya çok inanan bir kişi değilim ve aynı zamanda da onların devletin işi olduğuna inanıyorum. Benim hayatım boyunca çalıştığım, insanlara bina inşa etmek oldu. Çünkü bir insan bir ülkeyi kurtarabilir düşüncesindeyim. Bu düşünceyle ben sadece insanlar üzerinde yatırım yaptım.  Tabii ki bu arada, 25-26 senedir burs veriyoruz. Burs verdiğimiz kişiden özel şartlar istiyoruz. Özel şartlardan bir tanesi şu: Toplumun çok zeki insanları olması lâzımdır, normal insanlara burs vermiyoruz. Yâni üniversite notu 3.8’den aşağı olana burs vermiyoruz. Çünkü buna inanıyoruz ki, çok zeki insanlar, eğer bizler sâhip çıkmazsak, toplum sâhip çıkmazsa, kötü insanlar onlara sâhip çıkacaklar. Onları bırakmamak için elimizden geleni yapıyoruz.

Çetinoğlu: Yayımını sağladığınız kitaplarda kullanılan kâğıdın baskısının ve ciltlerinin lüks ve pahalı olmasındaki tercihlerinizin sebebi nedir?

Polat: Her insanın meydana getirdiği eser, ismini koyduğu eser, o kişinin karakterini, şahsiyetini, zevkini, durumunu ortaya koyar. Bu bende her zaman var olmuştur ki, ben başka insanlara herhangi bir kitap takdim ettiğimde, verdiğimde, onlar görüntü, ve zevk olarak ondan zevk duysunlar.

Çetinoğlu: Çok güzel. Her türlü takdirin üzerindeki hizmetlerinizi devam ettirmeyi düşünüyorsunuzdur, hatta kararlısınızdır da; gelecekteki hizmet hedefleriniz hakkında da bilgi lütfeder misiniz?

Polat: Ben yine insan odaklı düşünüyorum. Çünkü insanın duyguları var, insanın zihninin yarattıkları var. Ve zamanında biz geldik, şiir kitapları ortaya çıkarttık, insanların zevkine seslenmek için. Daha sonra biz geldik, beş ciltten oluşmak üzere, insanları suyla tanıştırdık. Bizim insanımız Tanrının verdiği su ve havayı, bedava olduğu için, parasız olduğu için çok önemsemiyor. Hâlbuki su, dünyanın en önemli…

Çetinoğlu: İhtiyaç maddesi.

Polat: En önemli ihtiyaç maddelerinden bir tanesi olmakla birlikte en önemli hayat kaynağımızdır bizim. Bu hayat kaynağımızı bize Tanrı verdiği için, biz geçmişte susuzluktan ölen insanları unutuyoruz. Bugün yine dünyanın birçok ülkesinde susuzluktan ölen insanları görmezlikten geliyoruz. Ve bunu burada belirtmek isterim ki, şu an insan ile su arasındaki münasebette 50 çeşit hastalık sudan insana geçmektedir ve her 9 saniyede bir kişi su hastalığından ölmektedir. Fakat kimse bunu görmüyor, çünkü kimse bilmiyor ki su hastalığından ölüyor, sadece öldü diyorlar. Oysa su hastalığından ölüyor. Ve bu Ortadoğu coğrafyasında su hakkında, suyun önemini göstermek için benim kadar araştırma yapmış, kitap yazmış bir kişi olmamasına rağmen şunu dile getiriyorum ki, ben su hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Su hakkında şunu söyleyebilirim: Bugün ben su hakkında hiçbir şey bilmiyorum ve bundan en az 1.000 sene sonra da insanlar, bildiğimiz, basit gördüğümüz, hidrojen ve oksijenden meydana gelmiş suyun sırlarını hâlâ çözmemiş olacaklar. O kadar önemli bir şeydir su. Ama biz, her nedense, suyu anlamak istemiyoruz. Şu an dünyada bazı bilen insanlar litresi 250 Euro’ya kadar su içiyorlar. Ya o adamlar delidirler veyahut biz biraz dikkatsiziz.

Çetinoğlu: Su, sun’isi, yani özel üretimle elde edilemeyen tek ihtiyaç maddesi. Buğday üretilebilir, topraksız bitki üretilebiliyor, benzin yerine ikame edilecek birtakım imkânlar var; ama suyun yerine ikame edilecek hiçbir şey yok. Deniz suyundan içme suyu elde ediyorlar; fakat o her geçen gün mâliyeti biraz daha artan bir teknoloji. Çünkü arıtılan sudan arta kalan tuzu yine belli yerlerde sarf ediyorlar; denize dökülüyorsa, o suyu tasfiye etmek için daha yüksek masraflar oluyor. Bu konuda teknolojik olarak bir ilerleme var, mesela ev atık sularını en azından bahçe sulamada kullanılabilir hâle getiriyorlar. Peki, göl sularını, ırmak sularını… Dünyanın üçte biri suyla dolu; fakat bu üçte birin ancak yüzde 10’u kadarı kullanılabilir su. Okyanuslar, denizler, göller, ırmaklar falan, hepsini düşündüğümüzde, ancak yüzde 5 kadarı kullanılabilir su. Bu suyu, tabiatta çok bol olan bu suyu içme suyu hâline getirebilmek imkânları gelişecek mi zaman içerisinde?

Polat: Dünyadaki su miktarı hiçbir zaman ne azalmaktadır, ne çoğalmaktadır. Çünkü bu bir devridaimdir. Biz aldığımız suları geri veriyoruz tabiata, tabiattan da bir şekilde bize dönüyor. Dolayısıyla, hiçbir şekilde su azalmaz. Ama içme suyu miktarına geldiğimizde, tüm dünyadaki nehirleri, Amazon, Fırat vesaireyi düşündüğümüzde, sadece yüzde 0,4-0,5’tir. Yani yüzde 99,5 deniz suyudur, yüzde 0,4’ü, 0,5’i de içme suyudur. Onun için, suda bir korku yok; sadece…

Çetinoğlu: İhtiyaçlar artıyor.

Polat: İhtiyaçlar arttığı için bizim suya daha kutsi olarak bakmamız lâzım, mukaddes bir şey olarak bakmamız lâzım.

Çetinoğlu: İsraf ve kirlenmeler var… 

Polat: Evet. O konuya girmeyelim. Çünkü o çok ayrı bir konu, belki 50 saat konuşurum o konuda.

Çetinoğlu: Peki Efendim. İran doğumlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısınız. Bölgenin önde gelen Müslüman iki ülkesi arasındaki siyîsî ve iktisâdî ilişkilerle alâkalı yorumunuzu alabilir miyim?

Polat: Bizim kökenimiz Erzurum’dur. Babamın iş yapması dolayısıyla Azerbaycan’da, o yıllarda, 1937 yılında Tebriz’e kaçmasıyla birlikte ben Tebriz’de dünyaya geliyorum. Babam ben küçük yaştayken öldü. Ben 18-19 yaşıma kadar, yani kebir oluncaya kadar -o zaman çocuklara pasaport verilmezdi- orada kaldım. Dolayısıyla, liseye kadar orada okudum ve orayı tanıdım. Daha sonra da oralara gidip gelmelerim oldu, işbirliğim oldu, iş yapıyorum, hâlâ gidip geliyorum. 

Her nedense, benim anlayamadığım şekilde, ben siyasetle hiç, hayatımda uğraşmadım. İktisâdî olarak değerlendirdiğimde, bana göre, herhâlde bir gizli el bu iki ülkenin birbirine yaklaşmasını istememektedir. Ben öyle görüyorum.

Çetinoğlu: Kim istemiyor dediniz?

Polat: Bir gizli el.

Çetinoğlu: Kirli el…

Polat: Evet. Bir kirli el, gizli el bunu istememektedir. Hâlbuki bu iki ülke toplam Arap dünyasında iki tane Arap olmayan büyük ülkedir ve Araplar kendilerinden olmayana Acem derler, yâni Türkler de Acem’dir. Çünkü Arap olmayan herkes Acem’dir onlara göre. Ama bu iki ülke bir şekilde zaman zaman yakınlaşıyor, zaman zaman bu olamıyor. Benim şahsî görüşüm, eğer devletler, işadamlarını, doğru dürüst işadamlarını, yâni İran’daki dürüst işadamlarını, Türkiye'deki dürüst işadamlarını birbirlerine tanıtabilirlerse, iki ülkenin gerçek işadamları devreye girerek, ister konsolosluk vasıtasıyla, ister dernekler vasıtasıyla ülkelerini tanıtırlarsa, uzun vâdede bu ilişkiler gelişebilir.

Çetinoğlu: Yâni iktisâdî unsurları siyâsî unsurların önüne koymak lâzım.

Polat: Başka yolu yok.