RÖPORTAJ: GİZEM YILDIZ

Ersin Bey, sizinle burada bugün oturmamıza sebep olan müzikal ‘Bak Bizim Şarkımızı Çalıyorlar’ hakkında okurlarım ve kendim için birkaç soru soracağım. Öncelikle oyundan çok etkilendiğimi ve izleyen herkesin de aynı kanıda olduğunu söylemek isterim. Yaşanmış bir aşk hikayesini konu alan bir müzikal; Bak Bizim Şarkımızı Çalıyorlar’. Birçok ülkede çevrilip, oynanan bu oyunu tekrardan sahnelemek nasıl gündeme geldi?

- Hep kafamda bir müzikal yapmak vardı ve onun için müzikal textleri araştırıyordum. Karşıma Neil Simon’un ‘Bak Bizim Şarkımızı Çalıyorlar’ oyunu çıktı. Okudum ve çok keyifli buldum. Tabi bana cazip kılan şey de, en önemlisi de; bunun gerçek hayatta yaşanmış olmasıydı. Gerçek bir aşk ilişkisiydi ve bunun bir arkadaşı tarafından (Neil Simon) tarafından oyunlaştırılması beni heyecanlandırdı. Sonrasında bu oyunu yapmaya karar verdim.

Çok zor bir sahne süresi ve içeriği mevcut. Nasıl bir prova süreci geçti?

- Biz bu oyunu iki ayda çıkardık. Önce sahneleri çözdük, sahneleri çözerken orkestrasını koyduk (Orçun Tekelioğlu). Bu oyun 1977 yılında yazılmış sound’uda bu döneme aitti, fakat ben reji anlamında bunu günümüze çektim. Onun için o sound’un değişmesi lazımdı. Orçun Bey sound ile ilgilenirken biz sahneleri hazırladık. Bir ayın sonunda müziklerimizin alt yapıları bitmiş oldu. Ondan sonra koreografi ve şarkı çalışmaya başladık. Sahnelerimiz de tamamlanmış oldu o bir ayın içinde, ikinci aya girdiğimizde biz, sahne, orkestra ve koreografiyi tamamlamış ve iç içe çalışmaya başlamıştık. Eğlenceli bir prova oldu, çünkü ekibim de çok sağlamdı. Hem Ali Mert Yavuzcan olsun hem Özge Özder olsun Türk tiyatrosunda kendilerini ispatlamış arkadaşlardır. Onların da o çalışkan ruhları, bir de ben burçların enerjisine de inanırım; üçümüzde koç burcuyuz. Üç yüksek enerji birleşince bomba gibi patladık.

Oyunun orijinaliyle Yeşim Hanım’ın çevirdiği arasında farklılıklar var mı?

- Hayır yok. Sadece, Amerika esprileri var bize biraz yabancı gelen. Sahnede bazılarını da kullandık, ama bazılarında Türklerin sevdiği lisanda espriler koyduk. Onun dışında bütün tema aynıdır. Ben hem Yeşim Hanım’ın çevirisini hem orijinalini iki taraftan kontrol ettik. Müziklerde çok büyük problem yaşadık, çünkü sözlerin anlamını bozmayacaksın ve o müzikaliteyi yakalayacaksın. O çok zorlu bir süreçti, ama o da başarıyla halledildi.

- Peki, müziklerin yabancı versiyonuyla, yani orijinal haliyle verilmemesinin sebebi neydi?

- Biz Türkiye’de oynuyoruz, seyircimiz Türk, herkes İngilizce bilmiyor... Sebebi buydu. Yoksa oyuncular İngilizce söyleyebileceklerdi. Hatta bir ara dikkat ettiyseniz bir şarkıda yabancı versiyonu ile söylendi. Önce Türkçelerini kullanıp, sonra yabancısıyla devam ettirdim. Bu benim yaptığım bir değişiklikti. Kız textte stüdyoya giriyor, şarkıyı okuyor ve yarıda kesip bitiriyor, fakat ben sonradan şu repliği söyletiyorum ‘Bu şarkı altı hafta listenin başı oldu’. Ben araştırdım, İngilizce versiyonunda nasıl söylendiyse o tarzda söyletip şarkıyı devam ettirdim.

Bu oyunu yönetirken çeviride ve sahnede müdahalesi fazla olan bir yönetmen miydiniz?

- Ben koç gibi çalışırım, birebir. Koreografiyi de asla yalnız bırakmam, orkestrasyonu da oyuncuyla çalışırım. Ben ne istiyorsam onu söylerim ve onu beklerim oyuncudan.

Oyunda dikkat çekilen bir noktada sürekli dekorun değişmesi oldu. Bu durum küçük tiyatrolarda oyunun oynanmasını zorlaştırıyor mu? Sürekli dekorda farklılıklar yaratılmasının amacı nedir?

- Elimizde bir text var. textte 20 sahne varsa, 20’sinin 15’i farklı sahne. Farklı sahne demek farklı dekor demek... Ve dikkat ettiyseniz dekoru minimal kullandım. İlk oyun başladığında bir rezidansta geçiyor, ama o rezidansta, bir piyano, bir koltuk vardı. Ama sen oraya bakarken oranın bir rezidans olduğunu algıladın mı?

- Evet, algıladım.

- Dağ evine gittiklerinde bir tane yatak vardı. o yatak sana o aurayı yarattı mı, o koltuk bir dağ evi havası verdi mi?

- Tüm objelerle yansıttı.

- Evet, tek gerekli olan şeyle çözdüm aslında. Çünkü 15 sahne. Detaylar her şeyi tamamladı: Bu müzikal. Müzikal, görkem... Oraya yatak gelecekse iki kişilik büyük bir yatak gelecek. Araba; olmak zorunda. Bizim Türkiye’de sahne gelişleri dediğimiz ve sahne arkası dediğimiz yerler küçük. Bizim dekor parçamız çok fazla olduğu için bunları oraya sokamıyoruz. Bu nedenle küçük sahnelere giremiyoruz. Gönül isterdi ki bütün sahnelerimiz büyük olsun, biz de koreografimizle rahat rahat girelim. Tabi, bunun sıkıntısını turne içinde yaşıyoruz. İşte bir parça, ama büyük parçalar. Bu da dediğim gibi oyundan kaynaklanan bir şey, ama ben bu dekorları en minimale indirdim.

Tiyatro yönetmeni, oyuncu ve oyuncu eğitmeni olarak, sahnede dekorun izleyici gözünden nasıl bir önem taşıdığını söyler misiniz?

- Seyirciden önce oyun için gerekli olan bir şey dekor. Oyun içinde nasıl olur? –Onun çözülmesi gerektiğine inanıyorum ben. Nasıl olması gerekiyor? Bu oyunun olmazsa olmazlarından biri benim için; Piyano.

- Bu oyun için böyle, ama normal bir oyun için konuştuğumuzda dekorun izleyici için öneminden bahsediyorum.

- Dekor önemli, ama oyuncu çok çok daha önemli. Hiçbir zaman dekorun içinde oyuncunun boğulmasından yana değilim. Güzel bir dekor olmalı, ama ondan önce oyuncu olmalı. Kalabalıktan yana değilim. Bütün sahneyi minimal şekilde çözmeye çalışırım. Maskeliler adında bir oyun yönetiyorum. Oyun bir kasap dükkanında geçiyor, üç erkek kardeşin hikayesi... Dekoru şöyle çözdüm: Sahnede üç tane uzanan zincirler var. bir sehpa ve o zincirlere asılmış kanlı puşiler var. Benim için sahnede öncelik oyuncu gelmeli. Oyuncu sahnenin içinde boğulmayacak, bedeniyle sahnede kendi oynayacak.

Carole Bayer Sager ve Marvin Hamlisch’in fırtınalı aşk hikayesini izliyoruz. Bu hikayenin başlangıç noktası müzik aşkı. Yani sanat. Ve aynı zamanda sınanmasının bir nedeni de yine sanat... Bu noktada sanatçı kimlikli insanların yaşadıkları aşkların zorluğunu dile getirmeye çalışıyorsunuz?

- Evet, şimdi şöyle bir şey var; aslında bugün hepimizin yaşadığı şey. Bugün sen de bir aşk yaşıyor olsan aynı sıkıntıları sen de yaşarsın.

- Ama ikisi de sanatçı olunca... Biri söz yazarı biri besteci...

- Bunu buradan düşünmek bence yanlış. İki zor insanın başına gelebilecek bir durum bu. Bir avukatla bir psikiyatrın yaşadığı aşkta olabilirdi. Aynı sıkıntıları bugün herkes yaşıyor. Biz bunları duyduğumuz zaman veya izlediğimiz zaman ‘Aa bunlar böyle mi yaşıyor!’ demiyoruz. Günümüzdeki aşkların hepsin ‘Ben’ kelimesi vardır. benim dediğim, benim istediğim... Zaten oyunun finalinde söylüyor ‘Bırakalım ya ben demeyi, biz diyelim, birlikte diyelim’. Bütün hikayemiz bu. Hepimizin ilişkilerini sınayan şeyler bundan ibaret. İstersen orkestra şefi ol, istersen dünya starı şarkıcı ol yaşanılan duygu aynı. Ben değil biz olabilmek önemli.

Bir yönetmen olarak çok kere kendinizi Vernon ve Sonia’nın yerine koymuşsunuzdur. Peki, sizce onların aşk hikayesinin fırtınalı yaşanmasına neden olan şey nedir?

- Kendilerini bırakmamaları, kendilerine teslim olmamaları, gerçekleri bir türlü söylememeleri, birbirlerini dinleyememeleri, Sonia, Vernon’a diyor ki ‘O benim arkadaşım’. Ona bir inansa Sonia ‘Ben seni sevdim, senin yanındayım. Ben arkadaşımın yanına gideceğim, çünkü o benim arkadaşım, ama sensin benim aşkım’ diyor. Vernon buna bir türlü inanmıyor, ama sonunda inanıyor. Tamam, kıskanıyor olabilir, ama dinlemiyor onu, anlamaya çalışmıyor.

- Leon’dan mı bahsediyorsunuz?

- Evet, açıkça söylüyor Sonia..

- Aralarındaki üçüncü kişi aralarını yıpratıyor.

- Aslında yıpratan değil, bunu Vernon anlamıyor. Sonia ile Leon artık arkadaş, onunla seks yapmıyor, özel zaman geçirmiyor. Yalnız ona yardım etmek için onunla ilgileniyor.

- Özellikle Türk erkekleri için çok kabul edilebilir bir durum değil (gülümseyerek)...

- Bu kadın içinde geçerli. Önemli olan şey; neyi, niçin yaptığını anlamak.

- Anladım, Vernon, bir ilişki bittiyse, bittiği yerde kalsın şeklinde düşünüyor.

- Sana soruyorum, kalmalı mı? hepimiz hayatında birçok ilişki yaşadı. İlişki bittikten sonra her şeyi koparma taraftarı mısın?

- Nasıl ayrıldığıma bağlı biraz da...

- Arkadaş olarak ayrılmış olabilirsin, kavgalı olarak ayrılmış olabilirsin, ama beş ay sonra baktığın zaman sana bir ‘özür dilerim’ yazdığında sen onunla arkadaş kalamaz mısın? Bir kahve içmeye gidemez misin?

- Tabi, olabilir, ama yeni bir ilişkiye başlamışsam biraz soru işaretiyle bakabilirim.

- Bu olaya insani yandan bakalım, lütfen ilişki bazında düşünmeyelim. O kadar önemli ki, dost olabilmek, arkadaş kalabilmek... Sonia olaya bu yönden bakıyor, ama Vernon bunu bir türlü anlamıyor. Ama sonunda o da anladı. Kıskanmak çok doğaldır, ama her şeyin aşırısı kötü. Dost kalabilmek önemli. Ben hiçbir zaman silip atma taraftarı değilim, bu yüzden eski sevgililerimle hep dost kalmışımdır.

- O zaman siz Sonia’nın tarafındasınız.

- Her zaman! (gülerek)

Özge Özder ile Ali Mert Yavuzcan’a teklifi siz götürmüşsünüz. Aklınıza ilk gelen isimler Özge Hanım ile Mert Bey’mi oldu? Neden?

- Kesinlikle! Çünkü her yönetmen okurken kafasında o karakter canlanır. Biz de o dönem 12.Gece oyununda Özge ile birlikte çalışıyorduk. Özge’yi çok iyi tanırım, onun öyle çılgın yanları var, giyim tarzıyla, hayata bakışıyla kuduruk diyebileceğim bir yanı var. okurken zaten gözümde Özge canlandı. Ona söyledim, ‘bu texti okumanı istiyorum’ dedim. O da ‘Tamam’ dedi. Akşam okumuş, sabahleyin ‘Ersin bu rölü benden başkası oynamayacak’ diye bana geri döndü. Okurken yine aynı şekilde Ali Mert Yavuzcan canlanmıştı. Bu rolü ondan daha iyi oynayacak aktör yoktu. Direkt ona götürdüm. Özge ile Ali birbirlerini konservatuardan tanıdıkları için iyi bir partner olacaklarını söylediler. Sonra ekibimizi kurduk.

Daha çok başyapıtlarda gördük sizi Romeo ve Juliet oyununda oyuncuydunuz, şimdi Bak Bizim Şarkımızı Çalıyorlar oyununu yönetmek dışında, Maskeliler oyununun yönetmeni ve William Shakspeare’in 12.Gece oyununda sizi görüyoruz. Başyapıt konusunda hassas mısınız?

- Hiç öyle bir kuralım yok. benim için önemli olan önce texti sevmem. Bende uyandırdığı heyecan önemli, gözümde canlanması önemli. Yoksa Number One yazarlar diye bir kriterim yoktur.

Oynadığınız ve yönettiğiniz oyunların şuan nerelere sahnelendiğini ve sahneleceğini okurlarımız için paylaşır mısınız?

- 30 Ocak, 31 Ocak ve 01 Şubat Bak Bizim Şarkımızı Çalıyorlar Kağıthane Sadabad Sahnesinde oynayacak. 22 Ocak Salı, Mecidiyeköy Profilo Kültür Merkezi’nde ve 31 Ocak Perşembe, Kadıköy Altkat Sanat’da Maskeliler oyunu oynanacak.

Biraz da oyunculuğunuzdan bahsedelim. Hem sahnedeki oyunları yöneten hem yönetilen oyunculardan birisiniz. Sizin için her ikisini bir arada yürütmek nasıl oluyor?

- Yönettiğim oyunda asla oynamam. O ç ok zor bir iş. Aşağıdaki bir üçüncü göz önemli. yönetmen beni seçerse sahnede oynuyorum.

- Yazma eğiminiz var mı?

- Hiç yok. en yeteneksin olduğum konu, en başarısız olduğum konu yazmak.

- Hiç denediniz mi peki?

- Denedim, kendi durumumu biliyorum. O işi başarıyla yapan kişilere bırakalım.

Ekranlarda da oyunculuk yapmış biri olarak tiyatronun sizdeki yerini öğrenebilir miyim?

- Her zaman tiyatro benim bir numaramdı. Ben Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Oyunculuk Mezunuyum. Hep aklımda İstanbul Şehir Tiyatroları’na girebilmek vardı. kafamdaki ideal oydu. Okul biter bitmez, Cv’mi hazırlayıp İstanbul Şehir Tiyatroları’nın kapısını çaldıktan sonra hep Şehir Tiyatroları’nda kaldım. Özel tiyatrolarda da oyunculuk yaptım.

Kendinizi bir tiyatro yönetmeni, sahnede bir oyuncu olarak gördüğünüzde Ersin Umulu’ya hiç keşke borcunuz var mı?

- Hiçbir zaman keşkem olmadı, mesleğimle ilgili hiç pişmanlık yaşamadım. Bulunduğum yere tırnaklarımla kazıyarak geldiğim için, sıkıntılar çekerek geldiğim için geçmişimde keşke diyebileceğim bir anım olmadı. Ankara’lıyım ben. Okul sırasında hem çalıştım hem okudum. Okul bitti tanımadığım bir şehre bavulumu alarak geldim. Bütün her şeyi kendim ve bunu isteyerek yaptım.  Planlayarak yola çıktım. Kimse benden reji yapmamı istemedi. Hala ben kapılarını tıklatıp ‘ben reji yaptım’ diyorum. Başından beri böyle oldu. Neyi, niçin yaptığımı biliyorum. Başkaları keşke desinler, ben değil.

Uzun zamandır ekranlarda izleyemiyoruz sizi. Tiyatrodan fırsat bulup ekranlara da dönebilecek misiniz?

- O kapıyı kapadım desem çok doğru olur, çünkü 6 yıldan beri Akademi 35,5 var. Vahide Perçin’in Okulu. O okulda oyunculuk eğitmenliği yapıyorum. Aslında biz piyasaya genç, yetenekli arkadaşlarımızı çıkartıyoruz. Şimdi eğitmenlik olunca, şehir tiyatrolarında reji, oyunculuk olunca zaten üç kola ayrılıyorum. Dördüncü bir kol ki televizyon çok yoğun bir kol. Setlerin ne zaman biteceği belli değil, saatler çok esnek... Dördüncü bir kola yetişecek gücüm yok. şu anda o kadar mutluyum ki fazlasında gözüm yok.

Peki, Beyazperde düşünüyor musunuz?

- Biz çok düşünürüz de, onun için yapımcının da seni düşünüp kapını çalması lazım. Bunların hepsi birbirleriyle paraleldir. Bugün dizilerde kim meşhursa onları beyazperde de görüyoruz. O da başka bir çark. Önemli olan benim yaptığım iş doğru olsun, seyircisine ulaşsın, bak ne mutlu sizi tanıma fırsatım oldu. Bak Bizim Şarkımızı Çalıyorlar oyununu izlemiş, beğenmiş olmanız. Benim için mutlulukların en ve en güzeli. O 500 kişinin keyifle çıkması benim için en büyük ödül.

Sahnede sizi izleyen, sizin yönettiklerinizi izleyen insanlar var. şimdi sahnenin ortasında tek başına kendinizi gördüğünüzde, karşıdaki izleyici koltuğunda oturup Ersin Umulu’yu bana tek cümleyle nasıl anlatabilirsiniz.

- Tiyatroya aşık olmuş bir adam olarak anlatırım.