Hakkı Saygı Baba Erenler: Alevi/Bektaşi örf ve geleneklerini uzun yıllar boyunca araştırmış ve çalışmış bir kişi olarak, edindiği bilgi birikimini, yazdığı kitaplar ile paylaşmakta. Son kitabında ise, Kâinat ve İnsanın varoluşu gibi teolojik konulara, hem bilgileri hem de kendi görüşleri ile açıklamalar getirmekte. Kendisi ile bu konular üzerine öğretici bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu kıymetli söyleşiyi bölümler halinde yayınladık. Bugün sizlerle yedinci ve son bölümü paylaşıyoruz.

Arş. Gör. Yusuf Tolga Ünker

Maltepe Üniversitesi GSF Grafik Tasarımı Bölümü

7.BÖLÜM

Hakkı Baba, ölen bir kimsenin ruhunun devrana girip, halden hale geçmeden, tekrar insan sıfatında gelmesi, hangi koşullara bağlıdır, anlatır mısınız?

Tolga Bey, buraya kadar değişik versiyonlarla anlatmış olduğum Ruh’un; kemal mertebesi, suret, yaradılış ve idrak bakımından vasıfları vardır. Nasıl ki, su hangi kaba konursa, o kabın şeklini alır, ruh ta hangi varlığa üflenirse, o varlığın sıfatına bürünür ve o varlığın sıfatının şeklini alır. Ruh’u üç kategoride irdeleyebiliriz: 

a) Eğer bir kimse; belli bir şuur boyutuna erişip,, devamlı olarak, “ben-ben” dediğinin, aslında Allah’ın Zat’ı olduğunu idrak etmiş ise, bu kimse kemal mertebesine erişmiş sayılır. Bu durumda olan bir kimsenin ruhu, her türlü maddiyattan arınmış, “Ulvi” ruhtur. Bu gibi ruhlar, âli ve saf ruhlardır ki, bunlar, ezelî ve ebedî mutluluğu yakalamış olan ruhlardır. Bu gibi ruhlar, bir önceki hayatlarındaki kemal mertebesini aynen muhafaza ederek, tekrar bu âleme Allah’ın Zat’ı adına görevli olarak geleceklerdir.

b) Eğer bir kimse, belli bir şuur boyutuna erişerek, Allah’ın Zat’ının nasıl bir Külli Kudret olduğunu idrak eder ve yaşamını buna göre idame ettirirse, bu kimsenin ruhu, orta derecede bulunan “A’li” ruhtur.. Bu sınıfa dâhil olan “ruh”, maddeyi etkisi altına almıştır. Bu kimsenin ruhu, bir sonraki yaşamını bir insan olarak devam ettirecektir.

c) Eğer bir kimse, Allah’ın Zat’ı ve Allah hakkında hiçbir bilgiye sahip değilse,  sadece dünya işleri ile ilgilenen,  her şeyi kendisinin yaptığını sanan, bir defa olsun alnı secdeye varmamış olan kimsenin ruhu, henüz kemale erişmemiş bir ruhtur.  Bu ruhlarda, “madde” ruhu etkisi altına almıştır ve bu gibi bir ruh, süfli, yani cahil bir ruhtur. 

 Üç kategoride anlatmaya çalıştığım ruhlar, yaratılış ve büründükleri sıfat bakımından idrak unsuru olarak başka başka isimler almışlardır. Yukarıda görüldüğü gibi, süflî ruhlar, yani esfelde kalmış, çok cahil ve idraklerini geliştirememiş olan ruhlardır.

Hz. Peygamber Efendimizin yukarıda zikrettiği hadislerine göre: Her beyin, her şuur sonsuza dek yaşamına devam edecektir. Bunu basit bir örnekle anlatmaya çalışayım: Bir şeftaliyi alıp ortadan ikiye ayıralım, dışında meyve dediğimiz kısım var. Bir de ortada çekirdek var. Meyve kısım, insanlar, böcekler, kuşlar tarafından yenir veya dalından düşüp çürür yok olur ama çekirdeğe hiçbir şey olmaz. Şeftalinin çekirdeğindeki DNA’sı, yani “genetik özellik” aynen muhafaza edilir.   Bu çekirdek toprağa düşer, yeniden fidan olarak çıkar, büyür, ağaç olur ve kendi genetik hafızasına göre meyve verir. Bu durum dünya var olduğu müddetçe devam eder.

Bu hususu bir başka örnekle de anlatabiliriz: Örneğin; ilkbaharda etrafımızda renge renk açmış pek çok çiçek görürüz. Bu çiçeklerin tohumları, kışı toprak altında geçirir, ilkbahar gelip, havalar ısınınca, fide olarak toprak yüzüne çıkarlar, büyüyüp çiçek açarlar. Her nebat, kendi genetik özellikteki hafıza ve mizacına göre, çiçek açar, tohum olur, olgunlaşan tohumlar toprağa dökülürler. Sap adını verdiğimiz gövde kurur ve toprağa karışarak yok olur. Ancak, toprağa düşen tüm tohumlar tekrar yeryüzüne çıkarlar ve kendi mizaç ve karakterlerine göre, büyüyüp çiçek açarlar. Bu çiçeklerden yeni tohum meydana gelir, bu oluşum, bir devrandır ve bu devran ezelden, ebede kadar sürer gider.

Kuran’da: “De ki: Herkes.  kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar.”   

Şeftalide ve nebatlarda olduğu gibi insan da etten, kemikten meydana gelmiş varlıktır. Aynı şeftalinin çekirdeği ve nebatların tohumu gibi, insanın da özünde, yani Allah’ın:  “Ruhumdan üflediğim” ve yine “biz ona şah damarından daha yakınız dediği insanın DNA’sındaki genetik özellik, yani “ÖZ”, devrana girer, dünya durdukça hep varlığını devam ettirir.

Örneğin: Bulgaristan’ın Razgrad iline yakın bir yerde görkemli bir türbesi bulunan Demir Baba,1530-1650 yılları arasında yaşamış bir alp erendir. Demir Baba, Osmanlı Paşalarından Ali Paşa’nın yanında bir savaşa katılır. Askerler siperde iken o sipere girmez, düşman askeri ile göğüs göğüse savaşır.  Siperden, “Pehlivan, sipere gir, yoksa vurulacaksın” diye seslenirler.

Demir Baba, “ben Hz. Muhammed’le birlikte Uhud Gazasında savaşmış birisiyim, bu kâfirin kurşunu bana zarar veremez, dönüp atanı vurur” diye cevap vermiştir.” . 

Bu kıssadan şunu anlıyoruz: Demir Baba, Hz. Peygamberle birlikte İslam’ın tanınması ve yayılması için gazalara katılmış ve Allah’ın razılığını kazanmış bir kimsedir. Demir Baba gibi kimseler, bu sıfatlarından önceki sıfatlarındaki yaşamları hakkında bilgi verebiliyorlar. 

Bizler ise ancak uyku halinde iken, daha önceki yaşantılarımızdan bazı kesitleri, görebiliyoruz. Örneğin; rüyada öyle yerler ve öyle olaylar görürüz ki, bunlar bir önceki hayatımızda yaşadığımız bazı olayların, beynimizde açığa çıkmış halleridir.  Beynimizin içerisindeki bu olayları, gerçek olaylarmış gibi yaşıyoruz. Aslında rüya halinde iken gördüğümüz bu yerler ve olaylar, şimdiki hayatımızda kesinlikle hiçbir zaman görmediğimiz yerlerdir.

Hakkı Baba, bir hakikat yolcusu, bir önceki bölümde anlattığınız “Ulvi ve Ali” ruh boyutuna, yani kemal mertebesine erişerek, tekrar bu âleme insan sıfatında dönebilmesi için, yani aslına rücu edebilmesi için neler yapmalıdır, açıklar mısınız?

Tolga  Bey, Arap alfabesinde aşağıdan yukarı doğru üst-üste yedi noktadan meydana gelen çizgi “Elif” tir. Elif, Allah’ın bir esma sıfatıdır ve Elif, Hakk’a giden doğru yol olarak kabul edilir. Aşağıdaki şekilde yedi çakra ile atom ve kuantlardan meydana gelen insan sıfatını görüyorsunuz.

Bir hakikat yolcusu; “ben kimim, benim aslım nedir, ben ölünce yok mu olacağım” gibi soruların cevabını, kendisine sormalı ve aramaya başlamalıdır. Resimde görülen bu yedi nokta, aynı zamanda yedi nefs mertebesidir. Bir hakikat yolcusu, resimde görülen en aşağıdaki noktadan başlayarak, yukarı doğru yol almaya başlamalıdır. Buna “ilahi yolculuk” veya “yedi nefis mertebesi yolculuğu” denir.  

Bu hususu bir de aşağıdaki grafikle anlatmak istiyorum. Grafikte görüldüğü gibi,  pergelin iki ucunu birleştirip bir daire çizersek, grafikteki “1” numaralı nokta elde edilir ki, bu noktada dairenin çapı sıfırdır ve zaman yoktur. Bu noktaya “An-ı Daim” denir ki, bu “Hakikat Noktası” dır ve bu noktada bulunan bir hakikat yolcusu saf ve latif bir ruha sahiptir.

Bu grafikte görüldüğü gibi, bir hat üzerinde eşit aralıklarla noktalar belirleyelim, pergelin bir ucu bu noktalarda, diğer ucuyla muhtelif ebatlarda daireler çizelim. Tüm daireler 360 derecedir ama her birinin çapı bir numaralı “An-a” farklı mesafededir. Bir numaralı noktaya en yakın olan dairenin çapı, An-a en yakın olandır. Çap uzadıkça, esas noktadan, yani An’dan uzaklaşılır. 

Grafikteki bir numaralı noktanın çapı “sıfır”dır ki, bu noktada zaman yok olmuştur.    Bu nokta hakikat mertebesidir ki, tasavvuf ehli kimseler, buna  “mutu kalbe, ente mutu” derler. Bir başka deyimle, “ölmeden önce ölmek ve Hakk’ta diri olmak”tır, yani “vahdet-i vücut” mertebesidir.

Daha önce de söylediğim gibi, “ölüm sonrası sadece göz bebeğinden kaynaklanan et beyin ve et madde beyin dünyası, ortadan kalkıyor, Bu defa yerine başka bir kavram geliyor. Ama beyin aynen varlığını koruyor, şuur aynen varlığını koruyor ve beyinde hiçbir şey kaybolmadan aynen duruyor ve yaşantı devam ediyor” demiştim. Anlatmaya çalıştığım bu hususu, ”Mutlaka siz, boyutlar değiştirerek, o boyutların uygun bedenlerine dönüşeceksiniz” ayeti ile de desteklemiştim. 

Eğer durum, daha önce ifade ettiğim, Hz. Peygamber’in hadisleri ve yukarıdaki “İnşikak, ayetinde belirtildiği gibi ise insan son nefesini verdiği anda, hangi şuur boyutunda ve hangi bilinç mertebesinde bulunuyorsa, bir sonraki yaşamına, o boyutun uygun bedeninde devam edecek demektir.

İşte bu hususu idrak edebilen her insan, o gün için kendisini hazırlamalıdır. Yukarıdaki resimde insanın omuriliğinde üst-üste yedi nokta var. Bunlara “çakra” denir ve her çakranın ayrı ayrı görevleri vardır. İnsan bedeninde var olan bu yedi noktanın karşılığında yedi “nefis” mertebesi bulunur ve bu mertebeler, insanı hakikate götüren yollardır. Bu nefs mertebelerini verdiğim grafikte de görüyorsunuz.  Hakikate ulaşmak isteyen kimseler; önce kendi özlerindeki “Gizli Hazine”nin varlığını idrak etmeli ve bu şuur bilinciyle yolculuğuna başlamalıdır. 

Yüce Allah, “Bana gelmeye vesile arayın” buyuruyor. Vesile: ibadet, oruç, sadaka,  ihtiyaç sahiplerini görüp gözetmek ve bunlara benzer davranışlarımızdır. Ayrıca bir görme engelliyi, koluna girip, yolun karşısına geçirmek, yine bir yaşlının elindeki yükünü alıp, belli bir yere kadar götürmek, yolun ortasına düşen bir kaya parçasını alıp, yolun dışına atmak gibi fiillerimiz, sadaka-i cariyedir ve ibadettir. İbadet sadece tapınmak değildir, bir gönül kazanmak dahi ibadettir. Oruç ibadeti ise belli zamanlarda aç kalmak değildir. Oruç tüm azaların oruçlu olması halidir.  Bunlar; “elin orucu, dilin orucu ve belin” orucu gibi tüm azaların orucudur. Aslında hakikat yolcusunun orucunun “iftar ve sahuru” yoktur. Onlar gerçeği görüp, idrak ettikten itibaren, ömür boyu oruçludurlar.

Gerçek hakikat yolcusu dua ederken, ellerini açıp şöyle dua eder: “Hey benim ben dediğim Öz’ümdeki yüce Sultanım!” Veya Hey benim ben dediğin “ÖZ’ümdeki Gizli Hazine!”; kâinatın sahibi sensin, yeryüzünün hâkimi sensin, gökyüzünün maliki sensin; Sen Rabbü’l âlemsin, Sen benim Rabbim Allah’sın” diyerek, içinden geldiği gibi dua eder. 

Bir de hiçbir dilekte bulunmadan, şöyle dua eder: “Lâ mevcüde illallah.” Anlamı: Allah’tan başka mevcut yoktur. Yani evrende görünür görünmez tüm varlıklar” O’nun Zat’ının sıfatıdır ve O’nu temsil eder. “Lâ faile illallah.” Anlamı: Allah’tan başka Fail yoktur. Yani bütün filler onundur. “Lâ mevsüfe illallah.” Anlamı: Allah’tan başka sıfatlanma yoktur. Yani evrende görünür görünmez tüm sıfatlar O’nun Zat’ının sıfatlarıdır. 

Eğer bu duayı şöyle yaparsa: “Lâ mevcüde illalla “HU!” Anlamı: ÖZ’ümdeki “Zat’tan başka varlık yoktur. “Lâ faile illallah “HU!” Anlamı: ÖZ’ümdeki Zat’tan başka Fail yoktur. Yani yapan, eden hep odur. “Lâ mevsüfe illallah “HU!.” Anlamı: ÖZ’ümdeki Zat’tan başka sıfat yoktur. Yani tüm sıfatlar O’na aittir. Kuran’da ise: “O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Sadece O’nun yüzü bakidir” buyuruyor.

Yukarıda üst-üste yedi noktadan ve yedi nefis mertebesinden söz etmiştim. Hakikat yolcusunun Hakk yolunda ilerlemesi için, bu yedi merhaleyi de bilmesinde fayda vardır. Ayrıca, Hz. Peygamberimiz: “Men arefe nefsehu fakad arefe Rabbehu”, yani ”nefsini bilen Rabbini bilir” demiştir. Rabbini bilen de Allah’ı bilir.

Hakkı Baba, “Küntü kenzen mahfiyen” diyerek, başlayan bir kutsi hadisten söz ettiniz. Çok önemli olan bu hadis hakkında yeniden bir değerlendirme yapabilir misiniz?

Tolga Bey, söyleşiye başlarken söylediğim gibi, Kuran’da; “O, evveldir ve ahirdir” ifadeleri yer alıyor. Ayetteki ifadelere göre; ezeli olarak, yani başlangıcı ve sonu bilinmeyen zamandan beri bir Mutlak Zat, yani  (HU) var. 

Bu Mutlak Zat, yani HU, bir kutsi hadiste: “Ben gizli bir hazineydim, yani her çeşit suretten arî salt, lâtif, şeffaf ve nur (ruh) halindeydim.  Görünmeyi arzu ettim de bütün yarattıklarla birleşip, bilinmekliğim için zuhura geldim” diyor.

Adı geçen kutsi hadise göre, Âlemlerin Mutlak Zat’ın ne ismi ne de cismi vardı. Bunun için kendisini “Ben” diye ifade ediyor. Ayrıca O’nun varlığından haberdar olan herhangi bir varlıkta yoktu. Öyle ise O’nun Zat’ından haberdar olacak bir başka varlıklar da olmalıydı.

 İşte bunun için O, Mutlak Zat; “kâinatın var oluşu” bölümünde izah ettiğim gibi, insan da dahil farklı farklı sıfatlarda tüm canlı varlıkları halk etti ve zuhura geldi. Böylece kâinatı yaratmış oldu, dolayısıyla kendisi de farka geldi. Yaratılan bu sıfatların tümü birden Allah’ın Zat’ının sıfatlarıdır.

 “Mutlak Zat” dediğimiz, “Gizli Hazine”, yani HU,  halk ettiği canlı varlıklardan özel bir sıfat seçerek, kendisine ait olan;  “ilim, irade, kudret” ve bunlara benzer pek çok esma, gibi tüm genetik özelliklerini ona vererek,  kendi sıfatında “Âdem” halk etti ve ona “insan” adını verdi.

O,   Zat, yani HU, halk ettiği insanın gönül evinde kendisini “Sultan” eyledi ve kendi sultanlığını, insanın gönül evinde gizlenerek sürdürdü. Kendisini öyle gizledi ki, bizzat insanın gönül evinde olduğu halde insan, O’nun kendi gönül evinde, yani kendi Öz’ü olduğunu bir türlü anlayamadı. Böylece O, kendisini, insanın sıfatında gizlemeye devam etti. Ancak tüm gizlenmesine rağmen, kendisi, bulunduğu gönül evinin penceresinden halk ettiği kâinattaki kendi varlığını, kendi tecellilerini, Esma’larını, yani tüm âlemi izlemeyi sürdürdü. Bu gönül Sultan’ı için Yunus Emre şöyle diyor:

İş bu vücud şehrine hem dem giresim gelür

İçindeki sultanın yüzün göresim gelür.

O,  Gönül Sultanı, kendisini fark ettirmemek için ise insana “şüphe/vehim” duygusu verdi. İnsan ise o şüphe duygusuyla O, Sultan’ı, yani kendi Öz’ünü orada, burada, yerde ve gökte aradı durdu. O, gönül Sultamı, yani Âlemlerin Rabbi,  insandaki bu “şüphe veya vehim” duygusunu, yine insanın kendi “nefsine” verdi ve insan, kendi nefsine uyduğu müddetçe hep şüphe etti, bir türlü özündeki “gizli hazineyi” fark edemedi. 

Bu gizli hazine, yani Zat, tüm gizlenmesine rağmen, bazı kimselere kendisini fark ettirdi. Bu gerçeği fark eden o kimseler, hiç tereddüt etmeden özlerinde var olan o gizli hazineye, yani “Âlemlerin Rabbi olan Zat’a”,   “Amentü Billahi” diyerek iman ettiler. Bu kimselere  “Veli” veya “Ermiş” denildi. Bu veliler, diğer insanlara, bu “gizli hazineden” çok söz ettiler ama o şüphe nedeniyle bazı istisnalar hariç inanların pek çoğu bir türlü kendi özlerindeki gizli hazineyi, yani “HU” yu fark edemediler.

Kutsi hadiste söz edilen “Gizli Hazine” insanın özüdür. Kuran’da, “Biz ona şah damarından yakınız.” Yine Kuran’da, “Onu tasviye edip, içine ruhumdan üfledim denilen ruhtur. Daha doğrusu; Âlemlerin Rabbi olan Zat’ın, yani “HU” nun, kendisine ait olan;  “ilim, irade, kudret” ve bunlara benzer pek çok esmaları ve tüm genetik özellikleridir.

Eğer bir hakikat yolcusu, ikiliği ortadan kaldırıp, “HU!” sözünü dile getirse, kendisi Huu!” olur. O, kimse,” HU!” dediği vakit, onun dilinden söyleyen “Hakk”tır. Çünkü o anda hakikat yolcusunun dilinden söyleyen Hakk’tır ve “HU” ifadesinin sırrı da budur. Ayrıca “Allah Büyüktür” derken, “Allah HU Ekber!” diyoruz.

Hakkı Baba, kâinatın var oluşunu anlatırken, devamlı olarak “âlem veya kâinat” ifadelerini kullandınız. Bu âlem nasıl bir olgudur bilgi verir misiniz?

Tolga Bey, her ne kadar on sekiz bin âlemden söz ediliyorsa da gerçekte tek bir âlem vardır,  Ancak buna rağmen aşağıda görüleceği gibi dört âlem esas alınmıştır. Bunun nedeni ise: Allah’ın tek oluşu, yani tevhit anlayışına göre; Ahadiyet, ruh, melaike ve beden (sıfat) olarak dörttür.

Buna göre sırasıyla; Şuhut, Melekût, Ceberut ve Lâhut adları ile adlandırılan dört Âlem vardır. Bunlar, yukarıdan aşağıya sayılınca, Âlem olur. Aşağıdan yukarıya sayılınca, Makam olur.

Şuhut Âlemi: Bu âleme, Şuhut ve Mülk de denilir. Bu âlem, bildiğimiz beş duyuya hitap eden madde âlemidir, yani gözle görülen âlemdir.  Bu âlem, aynı zamanda maddi ve biyolojik âlemdir ki,  gözle gördüğümüz varlıklar âlemidir. Bu âlem, nesne, atom,  kuantlar ve moleküler yapıdan meydana gelmiştir ki, bu özellikleri ile gördüğümüz dünyadır. Dünya, en alttaki âlemdir ve koyu madde karanlığıdır. Bir de bunun dışında göklerin gizli bir kesimini temsil eden, “Nasut Karanlığı” vardır. Dünya hayatında iken henüz kendisini saflaştıramamış olan ruhlar, bu karanlık alandadırlar.

Meleküt Âleminde tüm esmalar,  birer melaiki güçtür.  Bu melaiki güçlerin “kün” (ol) emri ile zahir âlemde madde olarak belirmesine Şuhut Âlemi denir. Burası ten (baş) gözüyle görünen tüm kâinattır, yani zuhur âlemidir. Bu âleme “halk” ismi de verilir. 

Bu âlem, yani makam, tevhit mertebelerinden sayılır. Bu âlemde halk ayna olmuş ve halk aynasından da Hakk görünür hale gelmiştir. Bu âlemde halk, zahir ile Hakk, batın ile müşahede edilmektedir. Bu âlemde Hakk, her şeye ayna olmuştur ve Hakk aynasında da halk zahir olmuştur. Yani bu âlemde Hakk aynasından halk ve tüm âlem görünür.

Melekût Âlemi: Bu âlem Bekabillah âlemidir ve Allah ismi ile sıfatlanan “Zat’ın, âlemi yaratması için kullanacağı ilminin kendi Zat’ındaki çokluğudur. Bu âlemde tüm esmalar, isimler birer meleki güçlere dönüşürler. Bu âlem Allah’ın isminin “Hakk” olarak isimlenmesi, fakat ayna olarak Halk’ta henüz zuhur etmediği âlemdir. Örnek verecek olursak, bir işe başlamadan önce o işin nasıl yapılacağı düşünülüp şuurda planlandığı, meleklerin görevlendirildiği yer, esma âlemidir.

Meleklerin çeşitli türleri, cennet ehli hep bu sınıftandır. Meleküt âlemi, güneşin fezaya doğru ışıklarının hemen hemen bittiği yerden itibaren başlar ve Meleküt nuru ile birbirine karışır. Meleküt âlemi dördüncü göktür. Nur âlemidir. Nurdan yaratılmıştır ve ebedidir. Kutsal Ruhlar, kutsal Melekler ülkesidir. Nasut âleminde her nesne, nasıl atomdan ve kuantlardan meydana geldi ise Melekütta da nesneler, nurdan yaratılmışlardır. Meleküt âlemi, Allah’ın Esma kuvveleri sayılan ruh ve meleklerle doludur. Bu âlemdeki her şeyin asli yapısı nurdur. Kısacası Meleküt, sarı ile beyaz karışımı, latif ve tatlı nurdan bir âlemdir. 

Ceberüt Âlemi: Bu âlem, Allah’ın Esma kuvvelerinin en güçlü olduğu makamdır. Bilinmeklik arzusu ile sonsuz ilme bezenmiş olan Nur-u Muhammedi’nin bir isme ve sıfata bürünmesidir. Bu isim, Nur-u Muhammedi’deki tüm ilimleri kendinde toplayan isim olacaktır. Yani Hu’nun Nur-u Muhammedi zevki ile “Allah” ismi ile isimlenip sıfatlanması. Allah ismi, Zat’ı ve sıfat ile tüm varlığı kendinde toplayan isimdir. Tüm varlık ve bu varlığın tüm ilmi, zahir ve batın yönü ile Allah’ın Zat’ının sıfatının ilminde mevcuttur. 

Bu âlemin bir adı da “Makam- ı Mahmud”, yani öğülmüş makamdır. Bir diğer adıyla “Büyük Muhammedi Ruh’a aittir”, yani “Ruh-u Azamın” makamıdır.  Ceberrut makamı, Lahuttan sonra en yüce makamdır.. 

Lahütt Âlemi: Allah’ın Zât'ının âlemidir. Bu âlem, tüm âlemlerin ilim kaynağı ve özüdür. Yani  “Nur’ul Envar veya Nurların Nuru”dur. Hakk  iklimidir ve Hakk’ın büyük arşı “tahtı” dır. Zat (HU),  bu âlemin özüdür. Bu âlemde, Zat (HU),  kendisini öyle gizler ki, O’nu kimse göremez.

En yüce makam “Lahut” tur. Gerçeklerin gerçeği olan Hakikat Âlemidir. Bu âlemde, köşk, saray, şekil, suret denen hiçbir şey yoktur.. Orada sadece ve sadece, Hakk’ın yüzünün nuru vardır. Tüm kötü huylardan kurtulup, arınıp saflaşmadan, hiçbir varlık bu “çok kutsal” makama giremez. Oraya giren ruh, tamamen yok olur. Buna “varlıkta yokluk” denir. Sonra Lâhut nurundan tekrar kutsi bir elbise giydirilir. Hakk’ın kudreti ile yoklukta varlık bulur. Bu hale de: “Yoklukta Varlık” denir. Tasavvufta, Fenâfillah ve Bekabillah diye adlandırılan durumlar, işte bu hallerdir. 

Özetleyecek olursak, buraya kadar anlatmaya çalıştığım bu âlemlerde İnsan;  “bedeni” itibariyle Şuhut âleminde yaşar. “Ruhu” itibariyle Meleküt , “vasıfları” itibariyle Ceberüt , "Zatı” itibariyle ise Lahüt âleminde yaşar.  Aslında bu âlemler izafidir. Daha önce de söylediğim gibi, tek bir âlem vardır, O’da “Allah” tır. Teşbih ederek söylemek gerekirse, adı geçen tüm âlemler, insan için de geçerlidir. Çünkü "Allah, Âdem’i kendi suretinde halk etmiştir.”

Buraya kadar anlattıklarım, Yüce Rabbimin, benim şuurumda açığa çıkardığı bilgiler ışığında, aklımı kullanarak, değerlendirdiğim birer teori ve teşbihtir. En doğrusunu Mutlak Zat’ın sıfatı olan “Allah” bilir. Saygılarımla!....

S  O  N