‘Batılılaşma hareketi, Osmanlı’da devlet düzenini ve düşünce hayatını çöküntüye uğrattı’

Dr. Öğretim Üyesi, Türk Dili Âşığı NEVNİHAL BAYAR Hanımefendi ile

TÜRK DİLİ Hakkında Mülâkat…

BİRİNCİ BÖLÜM

Oğuz Çetinoğlu: Rivâyet olunur ki, cebir kitabı, Türkçe kitabına; ‘Ne çok probleminiz var!’ demiş. Bu problemlerle yakından alâkadar oluyorsunuz. 

Kubbealtı Akademisi’ne devam etmiş, Sâmiha Ayverdi ve İlhan Ayverdi Hanımefendilerin rahle-i tedrisinden feyz almış, köklü bir dil şuuru, dil zevki edinmiş bir Türkçe âşığı olarak makaleler, eserler yazıyor, yanlışlıkları mercek altına alıyor, çözümler üretiyorsunuz. ‘Dil hassasiyeti’niz var.  

Tespitlerinize göre, Türkçemizin problemlerine çözümler arayışı, 1800’lü yıllarda başladı. Lütfedeceğiniz kısa bir özetle mülâkatımıza başlayabilir miyiz? 

Dr.Nevnihal Bayar: Sultan Üçüncü Selim Han zamanında başlamış olan Batılılaşma hareketi, Osmanlı’da devlet düzeni ve düşünce hayatının iyice bozulup çöküntüye uğramasıyla Tanzimat hareketine ulaşmış, böylece siyasî ve sosyal hayatımız tamamen değişerek yeni bir düzene girmiştir.

Tanzimat döneminin en önemli konularından biri, yazı dilinin sadeleştirilmesi ve buna bağlı olarak fen kitaplarının, devlet, okul ve gazete dilinin Türkçeleştirilmesidir. Çünkü düşünce hayatının ilerleyip gelişmesi ve millî eğitimin yayılması, ancak sade bir dil kullanılması ile mümkün olacaktı. Mevcut yazı dili ile yeni fikirleri halka ulaştırmak çok zordu, hatta imkânsızdı. Bu durum düzeltilmedikçe Tanzimat’ın fikir yönünün gelişmesi mümkün değildi. Dolayısıyla yazı dilinin konuşma diline yaklaştırılması çok önemliydi. Gazetelerin halkın anlayabileceği bir dille yazılması gerekiyordu. Bazı yazarların bu yoldaki çalışmaları, gayretleri Türkçe’nin sadeleşmesine, bir gazeteci dilinin doğmasına ve yazı dilinin halkın anlayabileceği bir dil durumuna gelmesine sebep olmuştur.

Çetinoğlu: Bâzı yazarlar…’ dediniz. Kimlerdir, isim verebilir misiniz?

Dr. Bayar: Türkçe’nin ilim ve edebiyat dili olarak yeni bir hüviyete girmesi gerektiği üzerinde ısrarla duran Tanzimat devri yazarlarını; Şinasi, Namık Kemal, Ali Suâvi ve Ahmet Midhat olarak ifade etmek mümkündür.  

Çetinoğlu: Teklifleri neydi Efendim?

Dr. Bayar: ‘Konuşma diliyle yazma’ fikrini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Ziya Paşa, Muallim Naci, Necip Âsim (Yazıksız), Şemseddin Sami ve Süleyman Paşa gibi Tanzimat aydınları da dilde sadeleşmenin önemini ve gereğini ortaya koyan yazılar yazmışlardır. Böylece ‘dilin sadeleştirilmesi ve Türkçe’ye önem verilmesi’ düşüncesi, zamanla yayılıp güçlenerek sürekli bir akım hâlini almıştır.

Çetinoğlu: Karşı çıkanlar olduğunu hatırlıyorum…

Dr. Bayar: Evet! 1895-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan Edebiyât-ı Cedide neslinin dil anlayışları ise Tanzimatçılardan farklı olmuştur. Fransız Edebiyatını yakından tanıyan Servet-i Fünûn devri yazarları, duygu ve düşüncelerini bütün incelik ve derinliği ile yansıtacak bir dil kullanmak istiyorlardı. Bu dil, düşündürücü ve etkili olmalıydı. Aynı zamanda sanatlı olması da gerekiyordu. Dolayısıyla Tanzimatçılardan farklı bir yol benimsemişlerdir. 

Çetinoğlu: Cebir kitabının sözünü ettiği problemlerin tohumu böylece atılmış olmalı. Ne gibi farklar vardı?

Dr. Bayar: Servet-i Fünûn yazarları, ihtiyaç duydukları dil malzemesi için sözlüklerden kelimeler seçip kullanmışlar, Arapça ve Farsça kelime ve terkipleri daha çok dilimize sokmuşlar, yeni yeni Farsça tamlamalar ve birleşik yapılar meydana getirmişlerdir. Ayrıca Fransızcadan aldıkları kelime ve deyimleri de olduğu gibi aktararak, Fransız cümle yapısının Türkçe’yi etkilemesine sebep olmuşlardır.

Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve Hâlid Ziya (Uşaklıgil) gibi Servet-i Fünûncular bu terkipli dili savunmuşlardır. Cenap Şahabettin’in dili için “anlaşılmaz dil” tabirini kullanılmışlardır. Hüseyin Câhit (Yalçın) ve Müftüoğlu Ahmet Hikmet ise yazılarında daha sade bir dil benimsemelerine rağmen, kendilerini bu ağır ve süslü dilin etkisinden kurtaramamışlardır. Edebiyât-ı Cedide devrinde dil tabiî olmaktan çıkmış, Tanzimat devrinde bir dereceye kadar sadeleşme yolunu tutmuş olan yazı dilinin gelişmesi de bir bakıma engellenmiştir. Edebiyât-ı Cedide neslinin arkasından gelen ‘Fecr-i Ati’ciler de dil görüşü açısından onlardan farklı olmamışlardır. 

Tanzimat’tan sonra Servet-i Fünûn ve Fecr-i Ati’ciler bir kenara bırakılırsa, dildeki esas gelişme İkinci Meşrutiyet’ten sonra ‘millî dil’ ve ‘millî kültür’ fikrinin doğmasıyla meydana gelmiştir. İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyete kadar olan devre ise dilde ve edebiyatta milliyetçilik düşüncesinin ağır bastığı bir dönemdir. Bugün kullandığımız Türkiye Türkçesi de niteliği bakımından dilde milliyetçilik hareketinin ortaya çıkardığı, konuşma dilinden yeni bir yazı dili meydana getirme hamlesiyle oluşmuştur. Bundan dolayı başlangıcını Yeni Lisan hareketine dayandırmak doğru olacaktır.

Çetinoğlu:Dilde sâdeleşme’ düşüncesi böylece hız kazanmış olmalı… Ekipte kimler vardı?

Dr. Bayar: Türk Derneği’nin çalışmalarını Selânik’te Genç Kalemler dergisinde toplananların çabaları takip eder. Bunlar yazılarını Yeni Lisan başlığı altında yazdıkları için ‘Yeni Lisancılar’ diye tanınırlar. Ömer Seyfettin bunların başında gelir. Ömer Seyfettin dergiye yazdığı ‘Yeni Lisan’ başlıklı ilk yazısında, millî bir edebiyatın ancak millî bir dil ile doğacağına işaret etmiştir.

Çetinoğlu: Ali Cânib (Yöntem) ve sonradan ekibe katılan Ziya Gökalp ekipteki diğer isimler olmalı… 

Dr. Bayar: Evet! Millî Edebiyatın başlangıç devri sayabileceğimiz Genç Kalemler topluluğunun çalışmalarında, dilde ‘tasfiyecilik’ten çok, yazıda İstanbul ağzını yerleştirme çabası yer tutar. Yazı dili ile konuşma dilini birleştirme gayretindedirler. Bunların imlâ konusundaki düşünceleri, genel olarak imlâ meselesine, zamanın çözüm bulabileceği şeklindedir. İlim dilinde kullanılacak kelimelerin ya Arapça ve Farsça basit kelimelerden, ya da Türkçe birleşik şekillerden kurulacağını söylerler.

Genç Kalemler tarafından başlatılan Yeni Lisan hareketi, artık yavaş yavaş uygun bir ortam hazırlamış olduğundan genel olarak iyi karşılanmış, diğer gazete ve mecmualar da sade dil kullanmaya yönelmişlerdir. Ancak, Yakup Kadri ve Fuad Köprülü ilk başlarda Selânik’ten gelen bu millî edebiyat ve yeni lisan iddialarını küçümsemişlerdir. Köprülü bir yazısında, dilin gelişme yolunu ancak büyük sanatçıların çizebileceğini, bu bakımdan Yeni Lisancıların bazen destanlar, bazen de aşk neşîdeleri yazmakla yeni bir dil ve millî bir edebiyat ortaya koyma zannına kapıldıklarını dile getirmiştir. 

Yeni Lisancılar, sadece yabancı kurallardan sıyrılmış İstanbul ağzına dayanan sade bir Osmanlı dili oluşturmak istedikleri hâlde, Yakup Kadri de dâhil olmak üzere karşı koyanların bir kısmı onların Çağatayca’yı getireceği düşüncesine kapılırlar. Oysa Yeni Lisancılar dili sadeleştirirken zamanın şartlarına uyarak orta bir yol tutmuşlardır. Bu tutumda, bundan önceki devrede Türk Derneğinin uğradığı başarısızlığın da payı vardır. Ancak ne olursa olsun, Türk dilinin sadeleşmesi yolundaki daha ileri adım bu devrede atılmıştır. 

Çetinoğlu: Tepkilerin sebebi ne olabilir?

Dr. Bayar: Yeni Lisancılara gösterilen tepkiler genelde devrin getirdiği alışkanlıktan ileri gelmiştir. Nitekim Köprülü bu devredeki yazılarında dilde tabiî gelişmeyi savunduğu hâlde, ileride kendisi de bu hareketin destekleyicilerinden ve Millî Edebiyat Cereyânı’nın öncülerinden olmuştur. Yakup Kadri ise Osmanlı edebî terbiyesinin verdiği alışkanlıkla yeni lisan akımına karşı göründüğü hâlde, Celal Sâhir’in de belirttiği üzere yazıları devrine göre oldukça sade Osmanlıcadır. Demek ki düşünceleri ile aykırı görünenler bile farkında olmadan yavaş yavaş sadeliğe doğru yönelmişlerdir. 

Yeni Lisancılar düşünce bakımından Ziya Gökalp’in tesirinde idiler. Ziya Gökalp siyasî devrimi sosyal devrimin takip etmesi gerektiğini düşünüyor ve bu fikrini yaymaya çalışıyordu. Ömer Seyfettin’in önderlik ettiği, Ali Cânib’in de öncülerinden olduğu Yeni Lisan akımını destekliyordu. Ziya Gökalp Türk toplumunun ve Türk milliyetçiliğinin 1908’den sonraki gelişiminde etkili olmuştur ve dil meselesini Türkçülük hareketinde aşılması gereken basamaklardan biri olarak kabul etmiştir. Arapça ve Farsça kelimelerin dilden büsbütün çıkarılmasına taraftar değildir. Türkiye dışındaki eski ve yeni lehçelerden alınacak Türkçe kelimelerin Arapça ve Farsça kelimelerle değiştirilmesine de karşıdır. Ziya Gökalp bunu tasfiyecilik saymakta, vaktiyle ileri sürülmüş olan tasfiyeciliğin dili en canlı kelimelerinden, dinî, ahlâkî, felsefî deyimlerinden mahrum bırakacağını, bunun da dili anlaşılmaz duruma getireceğini ileri sürmüştür.

Çetinoğlu: Denilebilir ki Yeni Lisancılar kelime ırkçılığı yapmamışlar, Arapça ve Farsça terkiplere karşı çıkmışlardır. Peki Efendim, milliyetçi düşüncenin, sonradan tavsiyeciliğe dönüştürülen sâdeleştirme hareketine tesirleri olmuş mudur? 

Dr. Bayar: Olmuştur. Meşrutiyet devrinin önemli dil akımlarından diğeri de Türkçeciler gurubudur. Bu gurubun başında, duru Türkçesi ile edebiyatta ve dilde kendi başına bir çığır açmış olan Mehmet Emin Yurdakul bulunmaktadır. Balkan Savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki dönem Türk milliyetçiliğini biraz daha ileri götüren bir devir olmuştur. Balkan Savaşları’nın mağlûbiyetle bitmesi ve bir kısım toprağın elimizden çıkması gençlerde milliyetçilik duygularını geliştirmiş ve sade dile daha çok yönelmelerini sağlamıştır.

Çetinoğlu: Türk Ocağı’nın dil çalışmalarındaki yerine bakabilir miyiz?

Dr. Bayar: 1912 yılında faaliyete geçen Türk Ocağı, Türkçülük akımının merkezi hâline gelmiştir. Daha önceleri sade Türkçe akımına karşı olan Fuad Köprülü de bu çalışmalara katılmıştır. Türk Ocağı, Türk Yurdu dergisinden başka Celal Sâhir’in idaresinde Halka Doğru (1913) ve Türk Sözü (1914) dergilerini de yayımlamıştır. Bu dergiler, halkı milliyet duygusu etrafında toplayabilmek için onlara kendi dilleri ile seslenme maksadını taşıyorlardı.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile düşünce ve yazı hayatında bir durgunluk baş göstermiştir. Fakat 1917 yılında Ziya Gökalp ve arkadaşları tarafından çıkarılan Yeni Mecmua, sade Türkçe ve millî edebiyat akımının güçlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Yeni Mecmua’da Yahya Kemal Beyatlı İstanbul Türkçesi’nin, ‘hecenin beş şairi’ diye bilinen Hâlid Fahri Ozansoy, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek ve Fâruk Nâfiz Çamlıbel de şiirleriyle sade Türkçe’nin en güzel örneklerini vermişlerdir. Ayrıca Mehmed Âkif Ersoy, Ziya Gökalp, İbrahim Alâeddin Gövsa, Şükûfe Nihal, Hâlide Nusret Zorlutuna, Necmeddin Halil Onan, Ömer Bedreddin Uşaklı, Necip Fazıl Kısakürek, Refik Hâlit Karay, Hâlide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şahsiyetler de sade Türkçe akımını şiir, hikâye, roman ve diğer yazılarıyla temsil etmişlerdir.

Çetinoğlu: Bunca edip, şâir ve muharririn desteğine rağmen, sâdeleştirme çalışmalarından istenilen neticenin alınamamış olmasını nasıl açıklıyorsunuz?

Dr. Bayar: Tanzimat’tan Cumhuriyet öncesine kadar uzanan dili sadeleştirme çalışmalarının istenilen başarıya ulaşamamasının sebebi, sadece kökrükörüne bağlanılan gelenekçilik değildir. Asıl sebep, Türk dilinin yüzyıllar boyunca hor görülüp ihmal edilmesidir. Ayrıca Doğudan ve Batıdan gelen etkileri süzgeçten geçirip eleyecek bir eğitim sistemi de yoktur. Bu konudaki küçük ilerlemeler ancak şairlerin ve yazarların temayüllerine bağlı kalmıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında devrimler başarıyla gerçekleştirilmiş, sıra dille ilgili çalışmalara gelmiştir. Zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necâti, 20 Mart 1926’da ‘Maarif Teşkilâtına Dâir Kanun’un bazı maddelerinin konuşulması sırasında, dilimizin ıslahı için gereken tedbirlerin alınmasına çalışacak bir Dil Heyetinin kurulmasının gerektiğini söylemiştir. Ayrıca Latin harfleri konusunun devletin bir siyaset meselesi olduğunu belirtmesi de aslında bu alanda atılmış resmî adımın kapalı bir ifadesidir. 

Atatürk başkanlığında 23 Mayıs 1928 tarihinde yapılan toplantıda, Atatürk’ün ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın görüşüyle, dilimize Latin harflerinin tatbikiyle ilgili çalışmak üzere bir komisyon kurulmasına karar verilmiştir. Bunun üzerine 26 Haziran 1928’de Mehmet Emin Erişirgil başkanlığında, Falih Rıflkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İhsan Sungu’dan ibaret bir komisyon kurulmuş ve hemen çalışmalara başlamıştır. Bu çalışmaların sonucunda, Latin harflerinin kabulüne karar verilmiştir. Atatürk bu önemli kararı 9 Ağustos 1928 gecesi bir konuşmayla halka duyurmuştur. Böylece memlekette bir eğitim seferberliği başlamıştır. Hatta alfabe devrimi daha kanunlaşmadan öğretimin yeni harflerle yapılacağı duyurulmuş ve bütün eğitimciler de yeni harfleri öğrenmeye başlamışlardır.

Daha sonra Atatürk, halka yeni yazıyı tanıtmak amacıyla yurt içinde geziler yaparken, İstanbul’daki gazeteler de bu konuda örnek yazılar yayımlamışlardır. Atatürk’ün 1 Kasım 1928 günü yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasından sonra, yeni Türk yazısı ile ilgili kanun kabul edilmiştir. Kanun uyarınca 1 Ocak 1929’dan itibaren Türkiye’de Arap harfleriyle hiçbir şey basılmayacaktır. 1 Eylül 1929 tarihinden başlamak üzere de okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştır.

Bütün bu gelişmeler devam ederken, millî dil şuurunun iyice yerleşmesi için, milliyeti ve anadili hor görme duygusunun yok edilmesi gerekmiştir. Bu da ancak dil ile millî şuur arasındaki bağı kurmak ve sağlamlaştırmakla gerçekleşebilecektir. Dolayısıyla tarihimizi çok iyi bilmek ve bu konuda köklü araştırmalar yapmak önemli bir hâle gelmiştir. Bu amaçla Haziran 1930’da Türk Ocakları’nın altıncı şûrasında, Atatürk’ün isteği ve Âfet İnan’ın teklifi ile ‘Türk Tarih Heyeti’ kurulmuş, ancak kısa bir süre sonra Türk Ocakları kapandığı için, bu heyet 12 Nisan 1931’de ‘Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’ adını almıştır. 1932 yılında da hemen Birinci Türk Tarih Kongresi yapılmıştır. Cemiyet bundan sonra millî tarih ve millî dil anlayışını birleştirerek çeşitli araştırma ve çalışmalarına başlamıştır.

Atatürk tarih çalışmalarının yanında Türk diliyle ilgili çalışmalarda da ilmî metotların kullanılmasını istemiştir. Bu amaçla 12 Temmuz 1932 tarihinde, başkanlığına Sâmih Rıfat’ı, genel sekreterliğine Rûşen Eşref Ünaydın’ı getirdiği ‘Türk Dili Tedkik Cemiyeti’ni kurmuştur. Atatürk bu cemiyetin çalışmalarının iki taraflı bir hedefe ulaşmasını istemiştir.

Çetinoğlu: O hedefler nelerdi?

Dr. Bayar: Birincisi; Türk dilinin sadeleştirilmesi, konuşma dili ile yazı dili arasında birliğin ve uyumun kurulması. Konuşma, yazı ve ilim dilimizin, belli kurallar dâhilinde, tarihi metinlerden ve yaşayan halk lehçelerinden taramalar, derlemeler yapılarak bir kelime ve terim hazinesinin oluşturulması.

İkincisi; Tarihî araştırmalarda belge değeri olan eski veya ölü dillerin belli kurallarla incelenmesi ve karşılaştırmaların yapılması suretiyle, Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık eden bütün eski diller üzerinde düzenli bir araştırma yapılması.

Bu amaçlar doğrultusunda 26 Eylül-6 Ekim 1932 tarihleri arasında Birinci Türk Dil Kurultayı toplanmış, kurultayın son gününde Cemiyet’in bundan sonraki çalışmalarını belirleyen bir çalışma programı hazırlanmıştır. 

Çetinoğlu: Programda neler vardı?

Dr. Bayar: Programın ana hatları kısaca şu şekildedir:

1-Türkçe gerek Sümer, Eti gibi en eski Türk dilleriyle, gerek Hint-Avrupa, Sami dilleriyle mukayese edilmelidir.

2-Türkçe’nin gelişimi tespit edilmeli ve mukayeseli grameri hazırlanmalıdır.

3-Türk lehçelerindeki kelimeler derlenerek lehçeler lügati, daha sonra esas Türk lügati, terim lügati ve Türkçe sarfı, nahvi yapılmalıdır.

4-Türkçe’nin tarihî grameri yazılmalıdır.

5-Doğu’da ve Batı’da dilimizle ilgili çıkan eserler toplanmalı, gerekli olanlar Türkçe’ye tercüme edilmelidir.

6-Cemiyet gerek kendi çalışmalarını, gerek dışarıdan Türk dili ile ilgili çalışmaları bir mecmua ile yayınlamalıdır. 

7-Gazetelerde dil çalışmalarına özel yer verilmelidir.

Atatürk’ün kurultayda üzerinde durulmasını istediği bir konu da halk dili ile aydın dilinin birleştirilmesi yönünde yapılacak çalışmalardır. Kurultayca seçilmiş olan Yönetim Kurulu bu konuda yapılacak çalışmaları da bir program şeklinde düzenlemiştir. 

DEVAM EDECEK