GİZEM YILDIZ

Can Bey, 28 Aralık da vizyona giren ‘Börü’ filminin kadrosunda izledik sizi. Televizyon tarihinde bir ilki yaşatan Börü filmi ilk 6 bölümünü televizyonda finalini ise sinemada gösterime soktu. Size proje ilk geldiğinde bu mini seri ve film hakkında ne düşündünüz?

- İlk 6 bölümünü televizyonda gösterdik. Mini bir seri çektik televizyonda ilk olsun diye ve aksiyonu en iyi kalitede yapmaya çalıştık. 1 bölümü normalde 6 günde çekersin, bir gün repodur. Biz bir buçuk ay da 1 bölümü çektik. Yaklaşık hepsi, 9-20 ayı buldu neredeyse. Onun akabinde öyle bir yerde bitirdik ki, devamında insanları sinema filmine davet ettik.

- Baştan beri böyle planlanmıştı.

- Tabi ki! Bazen soruyorlar ‘Neden erken bitti’ diye. Biz final yapmadık. Zaten bunu en başında söyledik. 6 bölümlük mini bir seri çıkartacağız, aksiyon kalitesini yüksek bir şekilde göstereceğiz ki, insanlar izlediği zaman gerçek aksiyon tadını alsınlar.

- Araya neden böyle uzun bir zaman girdi. 6 bölümden sonra hemen sinema filmi yapılmadı?

- Sinema filmini çekmekte zaten 3 aya yakın bir süre aldı. Dizi bitti, dizinin bir tadına vardık, ondan sonra sinema filmine hazırlandık... Bir de lokasyonlar hep birbirinden uzak, hepsi İstanbul’da çekilmediği için çekimler zor oldu.

Börü’den sonra televizyon dizilerinin de finalini sinemada verilmesi bir türev haline gelir mi?

- Gelebilir... Çünkü Dağ 1, Dağ 2 filmini de bildiğiniz kadarıyla Alper Çağlar yazdı. Ondan sonra hemen türevleri başladı. Biz de ona istinaden, ‘Madem böyle türevler başladı biz daha kalitesini yapalım, ama mini bir seri yapalım’ dedik. Aynı tat da olursa farklılığın bir anlamı olmayacaktı. Yaratıcılık! Alper Çağlar sağ olsun güzel yazdı, biz de elimizden geldiğince yaşatmaya çalıştık.

Börü askeri bir timi anlatan ve aynı zamanda Türkiye’nin yaşadığı kabus gece 15 Temmuz’u da konu alan bir dizi- film oldu. Sinema dünyasının böyle bir yapıta ihtiyacı vardı diyebilir misiniz?

- Tabi ki! Gerçekten o acıyı yaşadığımız zamanı en şeffaflığıyla, en netliğiyle hayata geçirmeye çalıştık. Şu açıdan kötü; yine yaşayacağız izlerken, ama tam şeffaflığıyla ve aksiyon kalitesini görerek. Daha da maziye dönersek bundan sonra Göktürkleri yapmayı düşünüyoruz.

- Önümüzde böyle bir proje var diyorsunuz?

- Devamı gelecektir. Halktan gelecek tepkiye göre yönlenebilir.

Biraz da filmin içerisindeki sizin karakterinizden bahsedelim. Börü’nün gözü kulağı, istihbarat sorumlusu adı altında gözüken ‘Tolga’ kimdir?

- Şimdi çok tüyo vermek istemiyorum, ama dizide zaten gösterildi, hain rolünde olduğumuz belli oldu. Tabi bu bir oyunculuk, ne mutlu bize, eğer bunu halka aktarabildiysek. Ne mutlu bize, halkı sinirlendirebildiysem ve bana hain rolünü yapıştırıp bana küfürler yağdırmalarını sağlayabildiysem (gülerek).

- Karşınıza geliyor mu sokaklarda?

- Oluyor. Ne mutlu bana ki, halkı buna inandırdım. Bana daha çok kızabilirler. Sıkıntı yok (gülerek). Yine böyle bir rol gelse yine oynarım. Benim için önemli olan oyun. Ben farklı karakterlerde oynamayı seviyorum. Gerçek kişiliğimi bilen insanlar zaten biliyor.

Peki, bu film sayesinde askerlik duygusunu ikinci kez yaşadım diyebilir misiniz? Koşturmalar, bu heyecan, aksiyon...

- Ben askerliğin büyüğünü zaten yurtdışında yaşadım. Askerlikten daha fazlasını yaşadım. 17 yaşındayken Türkiye’den ayrıldım. 25 yaşında tekrar geri döndüm. O da zaten en uzun askerlik süreciydi. Bir şehir de değil, ülke değiştiriyorsun. Arkanı yaslayacak kimse yok. Rüzgarla berabersin. Her şey kendinin kontrolün altında, kontrolden çıktığın zaman da yapacak hiçbir şey yok. Kendini bilmiyorsan rüzgara kapılıp gidersin. Bu süreç benim kendimi tanımama vesile oldu.

- Türkiye’yi özlediniz?

- Türkiye’yi, ailemi özledim. Doğma büyüme İstanbul’luyum ben.

- Eğitim için mi gittiniz siz Londra’ya?

- Eğitim için gitmedim. Eğitimi orada devam ettirdim. Ben 35,40 ülkede çalıştım. Gezmek için gitmedim. Modellikle başladım, 22’li yaşlarda reklam oyunculuğuyla devam ettim. Reklam oyunculuğunun yanı sıra diziler, sinemalar, Hindistan, Pakistan, Bollywood, Tayland, Singapur, Tüm Asya, Avrupa... Hep iş amaçlı ziyaret ettim, ama benim için bir ülkenin hem denizi olması lazım hem de arkasında ormanı olması lazım, bir de insanlarının güler yüzlü olması lazım... E, o zamanda 300 dolarla 17 yaşında gitmiştim Londra’ya. 18 yaşında Beijing Pekin’de mum üfledim. O yüzden tecrübeye saygı duyarım ben. Sadece tecrübeye saygı duyarım. Ben bu yaşıma kadar bütün kariyerimi tecrübelerimle yaptım.

Set ortamı nasıldı? Herhalde bu kadar özel bir projenin, aksiyon dolu sahnelerin arasında kalp ritmi hiç yavaşlamıyordur...

- Yani, izlediğiniz gibi çok kati değildi setimiz. Hepsi sevecen, hepsi işini yapmak için gelmiş, hepsi kendini işine adamış insanlardı. Sette çok mutlu zamanlar geçirdik. Herkes sabah kalkıp işini yapmak için sete geliyordu. Gerçekten özel harekat ekibi gibi geliyorduk.

Birçok televizyon dizisinde izledik sizi, ama galiba ilk sinema filminiz olacak?

- Evet, Türkiye’de ilk sinema filmim olacak.

- Sizin için yeri ayrıdır.

- Tabi ki çok ayrı! Ailem için de çok güzel bir duygu oldu, sürekli dile getiriyorlar. Yurtdışında sinema filmlerim oldu, ama Türkiye’de ilk.

- İnşallah devamı gelir.

- İnşallah! İnşallah yapımcılar da gerçek karakterimi ve kişiliğimi göz önüne getirir ve yeteneklerimi görür. Ona göre bir şeyler sunar diye düşünüyorum.

- Türkiye’de pek yetenekler görülmüyor ama inşallah!

- Evet, herkes diyor zaten, ‘Burada bir şeyler yapıp insanlar yurtdışına açılmaya çalışıyor siz neden geri döndünüz’. Ben de diyorum ki; Vesilelere inanırım kadere inanırım. Eğer böyle bir vesile gelirse önce düşünürüm benim için ne olacak ve bu vesile benim için 8 sene sonra yurtdışından Türkiye gelmek olursa, bir hayır vardır derim. Özellikle bütün ailem burada, öncelikle onları görmek için ve bir de sevdiğim işi yapma fırsatın varsa tadından yenmez.

Peki daha farklı olabilir miydi, orada kalsaydınız?

- İşte onu hiç bilemezsin. Güzel bir leveldaydım, iyi gidiyordum, hiç de boş durmuyordum, ama yine de vatanında olmak farklı. Buraya geldiğin zaman sırtını yasladığını hissediyorsun. En başta ailenin varlığı sana güç veriyor.

Arka Sokaklar dizisinde yer aldıktan sonra başarınız büyük bir ivme kazandı ve sizi birçok efsaneleşen dizilerin arasında izledik. Bütün bu rollerin içinde ‘Can’ı en ne ifade ettiğini düşündüğünüz karakter hangisi oldu?

- Arka Sokaklar değişik bir konu... O da benim hayatımın sivri köşelerinden biri. Benim hayatım hiç yuvarlak olmadı. Hep bir karar anları yaşadım. Arka sokaklar 2012’de tam Los Angeles’e gideceğim dönem geldi. Bir tek soru işaretim odur hayatımda. Tüm Avrupa’yı ve Asya’yı gezdim. Biletimi aldıktan sonra önceki menajerim ‘Can bir yapım şirketi seninle görüşmek istiyor. Gitmeden önce bir görüşelim lütfen’ dedi. Ben de ona ‘Bak, kesin gitmem lazım. Orada evimi ayarladım, her şeyimi ayarladım, işimi ayarladım’ dedim. Kendime öyle bir alan yarattım, ama gidemedim. Erler Film, Türker İnanoğlu’yla –kendisine çok saygı duyarım, vesilesi olduğu için de çok teşekkür ederim- görüştüm. Kendisi bana ‘Anlat bakalım oğlum hikâyeni, biraz biliyorum, duydum dinledim... Bir de senden duyalım’ dedi,  anlattım. Konuşma bittikten sonra ‘Tamam oğlum, aşağı iniyorsun kontratı imzalıyorsun’ dedi. Ben menajere bakıyorum, o da bana bakıyor (gülerek). Bilet yandı –sağ olsunlar her şeyi karşıladılar- Bu da vesiledir dedim, bu da kaderdir dedim. Gerçekten kaderimmiş. Sonrasında evlendim, çocuğum oldu. Belki de olmayacaktı.

- Pişman mısın gitmediğine?

- Hiçbir yaptığımdan pişman değilim. Ama Los Angeles benim için hala bitmiş değil, gitmeden ölmem (gülerek), ölmek istemiyorum. Karımı da alacağım, çocuğumu da alacağım yine aynı sistemin içerisinde oturtturacağım.

- O zaman siz pek kararlarından pişmanlık duyan insanlardan değilsiniz...

- Değilim, benim için hedef çok önemli. Birkaç tane de hedef olabilir, ama hedefe istikrarla koşarım. Sıralarım ama o hedef bitmez benim için, çöpe düşmez. Çünkü biliyorum, hedefi belirledikten sonra istikrarla koşarsan sonunda başarı var zaten. Yok diye bir şey yok. Kötü veya iyi en sonunda başarıyı yakalarsın.

Londra’da eğitim aldıktan sonra modellik yaptınız. Kamera karşısında kendinizi gördükten sonra bir oyunculuk hikayeniz oldu mu?

- Ben freelance çalışıyorum yurtdışında, ama en zor kısmı da takvim yapmak. Bir ay boyunca bir takvim belirtilir. Mesela bir gün içinde 3,4 görüşmeye gidiyorsunuz. İlk gittiğiniz görüşmede 15’ine randevu veriyorsunuz okeylenir, bir sonraki gittiğin defile oluyor, bir sonraki reklam... Ama okey misin bu işe diye sorduklarında, hangi gün? -15’i... Ayın 16’sı olmaz mı diyorsun. Adam İtalya’dan gelmiş, nasıl olsun. Şimdi burada olay şu; güvence. Menajerin yok, tamam dedin mi tamam. Yoksa seninle çalışmazlar. Seve seve gidiyorsun, 300 dolarlık işi yapıyorsun, 30 bin Euro’ya bay bay diyorsun. Bir oldu, iki oldu sonrasında bıraktım modelliği. Bir 6 ay sendeledim, ondan sonra reklamlarla kalkındım. Reklam oyunculuğu sırasında yönetmenlerle tanıştım. Bana senden oyuncu olur dediler, biraz yönlen bu işe. Onların da ısrarıyla yan rollerde başladım oyunculuğa. Öyle öyle yol gitti. Su yolunu buldu. Sonra da 2011 Türkiye... Bir telefon aldım. Merhaba, merhaba ‘Ben Tomris Giritlioğlu, hemen buraya geliyorsun’. Telefondaki kim ben tanımıyorum, kendisine de söyledim şaşırdı. ‘Nasıl tanımıyorsun bir google’dan bak, öğren. Hemen buraya geliyorsun, sana başrol veriyoruz’ dedi. Ben de ‘Sırtım çantamda tatile gelmedim ki buraya... Ben burada hayat kurdum. Evim var, dükkanım var. ‘Biz zaten burada sürekli çekiyoruz. Siz gelin buyurun burada çekelim’ dedim. ‘Biz size lokasyonu, prodüksiyonu ayarlayayım’. ‘Dalgamı geçiyorsun oğlum benimle, sekreterim seni arayacak’ dedi kapattı. Ben de o arada araştırdım google’dan. Sekreteriyle konuştuktan sonra sizin biletinizi alalım burada bir hafta misafir edelim dedi. Şükrü Avşar tarafından getirildim. Ondan sonra dizilerin biri geldi biri gitti. Ben de şaşırdım, demek ki Türkiye’de bu işler böyle oluyormuş dedim. Böylelikle inişli çıkışlı bir televizyon hayatım olmuş oldu.

Tam askere gidecekken Faruk Teber çağırdı, oturduk... Karşımızda Casting var. Dila Hanım yazıyor, İffet yazıyor. İkisinin altında da benim fotoğrafım var. Bana dedi ki ‘Can, bana hep dediler bu adam Kenan Kalav’a benziyor. Bence bu iş senin pig yapacağın nokta’. Ben çok şaşırdım. ‘ Eğer ben İffet’i kabul edersem, setten komandolarla giderim veya bekletirler beni. Ben öyle bir şey istiyorum ki askerliği halledeyim geleyim kafam rahat olsun. Uzun bir iş olmasın. Ufak bir karakter varsa olur’ dedim. Ondan sonra Dila Hanım’ı çektik sonra ben askere gittim. 2012’nin ortalarında geldim hala bir işten diğerine koşturuyoruz.

Sokakta yürürken parmakla gösterilip, adınızın yüksek sesle söylenmesi gurunuzu okşuyor mu?

- Oluyor, güzel oluyor. Bazen kötü yanları da var; Karımla çocuğumla bir yere gittiğimde karşıma geçip, burnumun dibine kadar ‘Sen kimsin’ diye bakıyorlar. Valla diyorum ben kimim bilmiyorum (gülerek). E bir yandan biz onlarla varız... O kadar ince bir çizgi ki... Bir de ben özgürlüğüne düşkün olan bir insanım. Ben gerçek insanları seviyorum, konuşup muhabbet edeyim. Makyaj veya maske sevmiyorum. Ben o maskeyi görüp utanıyorum onu söylemeye, o hala oynamaya utanmıyor. O yüzden öyle işlerde bulunmayı sevmiyorum.

Peki sizde hem Avrupa’da diziler de oynamış biri olarak hem de Türkiye’de oyunculuk yapmış biri olarak Türk dizilerini başarılı buluyor musunuz?

- Buluyorum, ama halkın sevdiği işler yapılıyor genellikle. Yaratıcılık biraz sınırlandırılmış. Yine de güzel işler oluyor, hep kötü işler var diyemem.

Şuan elinize hangi tür proje gelse hayır demezsiniz?

- Ben hep farklı türleri seviyorum. Ben rutinci değilim. Her gün sabah kahvaltımı yapıp, sete gidip, aynı role bürünmek istemem. Sıkılıyorum. Yoksa Arka Sokaklar’dan çıkmazdım. 500 bölüm oldu. Ben rica ettim. Onlar da sağ olsun yardımcı oldular. Aslında o da güzel bir şey, ama karaktere göre değişiyor. Bana göre değil. Ama bir işin içinde sürekli karakter değişiyorsa ona varım. Mesela ‘Anne’ dizisinde karakter iki kere değişmişti. İlk başta kötü bir karakterdi, sonrasında yardımsever bir karaktere döndü.

- Ben Gazeteci Ali’nin ilk başta da kötü bir karakter olduğunu düşünmemiştim.

- Nasıl düşünmedin ya?

- Yani, o ahlaksız teklifi yaparken de Zeynebe, kötü niyetinden yaptığını düşünmedim.

- Bravo, sokakta görüp ‘Yazıklar olsun sana tüü!’ diye yüzüme tükürenler vardı, onlar ne olacak?

- Çünkü Anne dizisinde Ali ilk baştan beri Zeynep’e aşıktı.

- Zeynep’e aşıktım! Yakalayanlar var. İşte böyle seyirciler istiyoruz.

- Senaryo yazıyorum ben, ondandır (gülerek)

- Doğru.

Şuan yakın zamanda ekranda olacağınız bir sinema projeniz var mı?

- Bir proje var. Bu hafta tekrar bir araya geleceğiz. Son noktaya gelince herkes duyacak. İstanbul’da değil ama, şehirdışında.

Peki, rolleri neye göre seçiyorsunuz? Yönetmenine göre mi, yapımcıya göre mi, senaryo ya göre mi?

- Şimdi bunlar basamak basamak gidiyor bana göre. Yapım şirketi, kanal, ama en önemlisi senaryo... Senaryoyu okuduğumda inanmam lazım, hissetmem lazım, eğer ben o senaryoyu anladıysam insanlarında anlayacağını düşünüyorum. Senaryo güzel, yapım şirketi güzel, kanal güzel, oyuncular güzel... E, bundan sonrası kinder sürpriz zaten.

Ekranı yeniden heyecanlandıracak, seyirciyi ayağa kaldırmak için nasıl bir farklılık yapılmalı? Yani, siz televizyonda ne izleseniz şaşırır veya hangi konuyla ilgilenirsiniz?

- Evde oturan sayısı azalırsa farklılık olur. Her şey seyirciye bağlı...

Güzel bir kariyeriniz oldu. İlerleyen zamanlarda da bunu katlayarak sürdüreceğinize eminim. Hem kendiniz için hem de genel bir soru olduğunu düşünürseniz; bir oyuncu kendini hangi noktada başarılı görür ve rüştünü ispat ettiğini düşünür?

- Yükselmek çok kolay, bir şekilde bir şey yaparsın bir anda en üste çıkarsın, ama ondan sonrası çok zor. Pig yapılan nokta en korktuğum nokta. Onu oradan götüremezsen sonrası hiç kimseye tat vermez. Oradan yukarısı yok, bunu stabilize etmek çok önemli. Bu yüzden benim için bunu yedire yedire, sindire sindire gitmek her zaman onur verici. Öteki türlü çıktıktan sonra hemen inmişsin ne yapayım ben onu.