SÂMİHA AYVERDİ’NİN MUHTEŞEM MEKTUPLARI

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Ayverdi Enstitüsü’nde, Aysel Yüksel* Hanımefendi ile birlikte ‘Sâmiha Ayverdi* Hanımefendi’nin Mektupları üzerinde çalışıyorsunuz. Ayverdi Enstitüsü Hakkında lütfedeceğiniz bilgilerle röportajımıza başlayabilir miyiz?

Zeynep Göze Uluant: Sâmiha Ayverdi'nin 1993’de vefâtından sonra, Türk kültür hayatına maddî mânevî sayısız hizmetleri olan Ekrem Hakkı Ayverdi*, Sâmihâ Ayverdi ve İlhan Ayverdi* üçlüsünün eserlerini ebedîleştirmek üzere, Kubbealtı Akademisi Vakfı* bünyesinde bir ‘Enstitü’ kurulması kararlaştırılmıştır.

Bu Enstitü ilk yıllarda Çemberlitaş’daki vakıf merkezinde çalışmaya başlamış; 2009’dan itibâren ise 1931 yılından bu yana Ekrem Hakkı Ayverdi’nin evi olarak kullanılan Fâtih ilçesinde, Fevzipaşa Caddesi’ndeki binada çalışmalarına devam etmiştir.

Enstitünün başında, 1957’de hocası NihadSâmi Banarlı* vâsıtasıyla Sâmiha Ayverdi ile tanışarak Fetih Cemiyeti*’nde çalışmaya başlayan ve daha sonraları da bizzat yazı işlerinde kendisine asistanlık yapan Aysel Yüksel bulunmaktadır.

Ayverdi Enstitüsü, zengin bir arşiv oluşturmakla kalmayıp bir yandan da Sâmiha Ayverdi’nin henüz gün ışığına çıkmamış eserlerini yayına hazırlamaya devam etmektedir. Bu çalışmalara 1999 yılında katıldım. Ayrıca Ekrem Hakkı Ayverdi'nin kitap ve makalelerinin tamamı taranarak bir araya getirilmiştir.

O’nun çalışmaları esnasında gerek Anadolu'ya ve gerekse Balkanlar'a yaptığı seyahatlerde ve restorasyon çalışmalarında çektiği binlerce fotoğraf ve dia taranarak 22.000 fotoğraftan oluşan çok geniş ve zengin bir dijital arşiv oluşturulmuştur.

Bunların dışında yine yaptığı rölöve ve restorasyon projelerinin orijinalleri de tasnif edilerek muhafaza altına alınmıştır.

İlhan Ayverdi'nin Lugat çalışmaları esnasında 44 yıl boyunca hazırlanan fişler, faydalanılan kaynak eserler de kütüphâne ve dolaplarda tasnif edilmiştir.

Ayverdi âilesineâit olup Kubbealtı Vakfı'na intikal eden ve zaman içinde üçüncü kişiler tarafından bağışlanan bütün antika eserler ve koleksiyonların da çok tafsilâtlı bir envanteri hazırlanmıştır.

Sâmiha Ayverdi ile İlhan ve Ekrem Hakkı Ayverdi'ye âit özel eşyalar, onlara verilen ödüller de ayrıca tasnif edilerek sergilenmektedir.

Çetinoğlu: Çalışmalarınız ne safhada?

Uluant: Tabii ki ağırlık Aysel Yüksel ablamın omuzlarında, ben de yardımcı olmaya çalışıyorum. Çok şey öğrendik ve öğrenmeye devam ediyoruz. Makaleleri hemen hemen tamamladık. O makaleler kitap hâlinde yayınlanmadan evvel, üç ayda bir çıkan Akademi Mecmuası’*na Sâmiha Ayverdi’nin bir yazısını veririz, öyle bir usul var.                                        

Daha sonra o yazılar basılır, kitap hâline gelir. Bu makaleler bitip de 5-6 sene önce sıra mektuplara gelince, biz bir deryânın içine düştüğümüzü hissettik. Zaten daha önce ‘Mektuplardan Gelen Ses’* adıyla, bunların çok ufak bir kısmı kitaplaşmıştı. Arşivde bir kısmı el yazısı, Lâtin harfleriyle yazılmış, bir kısmı eski Türkçeyle yazılmış beş binin üzerinde mektup var. Biz ilk olarak bu seriden Belkıs Hanım’*la olan mektuplaşmayı yayınladık. Daha sonra bir kader mahkûmu Vehbi Güneri ile hapishane mektuplaşması var ki bu serinin en muhtevalı ve dikkate değer âdeta bir adam yaratmak diyeceğimiz örneğidir kanaatimce. Ama mektuplar serisinin en az satan kitabı da bu oldu. Çünkü sayfa sayısı çok fazla ve piyasa maalesef farklı bir şekilde çalışıyor. Daha sonra İlhan Ayverdi mektuplaşmasını yayınladık. Bu üç kitapta biz Aysel Yüksel ablamla birlikte bizzat çalıştık. Çok titiz bir çalışma gerektiriyor, yanlış yapmamak gerekiyor. Daha sonra yine mektuplar serisinden birçok kitap çıktı, 7-8 kitap çıktı, bir kısmını o mektupların yazıldığı büyüklerimiz hazırladı, biz son hâline şöyle bir baktık, müstefit olalım diye. Ve bilmediğimiz o kadar çok kelimeyle karşılaştık, bilmediğimiz o kadar çok şey öğrendik ki. Ben gelmeden önce bir-iki not aldım. Haydi ben bilmiyorum, Aysel Yüksel ablam da bilmiyor. 

Çetinoğlu: O kelimelere birkaç örnek verebilir misiniz? Bilenler hâfıza tâzelerler, bilmeyenler mânâlarıyla birlikte öğrenirler. Ola ki dilimize kazandırılmasına vesile olunur… 

Uluant: Mesela ağleb-i ihtimal, kemâfissabık, mâsiyet, mısdak, keenlemyekûn, merdümgiriz… bu kelimelerden sadece birkaçı…

Çetinoğlu: Hayretinizi mûcip olan, alâka çekici durumlarla karşılaştığınız oluyor mu?

Uluant: Olmaz mı? Sâmiha Ayverdi, gerek eserlerinde gerek özel hayatında şahsına ait bize meğerse çok az şey anlatmış. Biz orada, meselâ çalışma odasının -ki şu anda Ayverdi Enstitüsünde mevcut- ne kadar küçük olduğunu ve nasıl zor şartlarda yazdığını, Belkıs Hanım’a,  O’na ilk defa ‘Anne’ diye hitap eden Belkıs Öğretmen*’e yazdığı mektuplaşmadan öğrendik.

Daha sonra kelimeler bizim dikkatimizi çekmeye başladı. Aysel Abla benden 20 yaş büyük. Onun bile bilmediği ve unutulmuş kelimeler. Biz bunları zaten hep açıklıyoruz, ama o kadar güzel kelimeler ki… Bunların unutulmasına hayıflanmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. En azından biz bunları böylelikle, Sâmiha Ayverdi sâyesinde, mektuplar sâyesinde günışığına çıkartmış oluyoruz.

Çetinoğlu: Peki Efendim, Sâmiha Ayverdi’nin yazdığı mektupların muhataplarının isimlerini lütfetmeniz mümkün mü? Kendilerini tanıdığım ve hatırladığım kadarıyla Babanız Ergun Göze* var, Mehmet Turgut* var, Yavuz Bülent Bâkiler* var, Tevfik İleri* ve Yılmaz Öztuna* var…

Uluant: Bunlar, çeşitli ilim, sanat ve fikir adamlarına yazılmış mektuplardır. Bir senedir üzerinde çalışıyoruz. Burada hepsinin sâdece isimlerini vermek 15 dakikadan fazla sürer. Bu sebeple birkaç isim vermekle yetineceğim.

Çetinoğlu: Lütfedersiniz…   

Uluant: Âdile Ayda*, Aydın Bolak*, Ahmet Güner Sayar*, Ahmet Kabaklı*, Ahmet Yakupoğlu*, Ahmet Muhip Dranas*, Ali Murat Daryal*, Ali Nihat Tarlan*… Ve bunların bir kısmı çok eskilerde kaldığı için bilinemeyecek durumda olan isimler. Meselâ Ali Nihat Tarlan,  üniversiteye girdiğimde  hocalarımın hocasıydı. Onun tarafından Sâmiha Ayverdi’ye yazılmış bir paragraf bile bizim için çok mühimdir. Ayrıca böyle mühim şahsiyetlerin el yazısı mektuplarından bâzılarınatarayarak kitaplarda yer veriyoruz orijinal birer örnek olması açısından.

Çetinoğlu: Efendim, isimlerini verdiğiniz ve vereceğiniz şahsiyetlerin, büyüklerimizin hepsinin kısa hayat hikâyesini, röportajın sonuna dercedeceğim. Bu vesile ile onları anmış, hatırlatmış, birer fâtiha gönderilmesine vesile oluruz ümidindeyim.  

Uluant: Çok yerinde olur efendim biz de kitaplarımızda aynı uygulamayı yapıyoruz. Mesela yabancı isimlerden, Andreas Tietze* var, Anne Marie Schimmel* var. Onun vasıtasıyla Sâmiha Ayverdi’ye mektup yazan bir Alman teolog var. Adına evvelki günkü çalışmamızda ilk defa rastladık… 

Çetinoğlu: Onlara da duâ edilir Efendim… ‘Toprağı bol olsun!’ Denilir…

Uluant: Carter diye bir isim, bir Amerikalı var, şarkiyatçı. 1970’li yıllarda mektupyazmış. Ali Yardım* var, zaten biliyoruz, çok iyi tanıyoruz.  Emin Bilgiç* var. Eva de Vitray* var. Onunla mektuplaşmaları Fransızcaydı; Mustafa Tahralı*, Allah razı olsun, bize tercüme konusunda çok yardımcı oldu. Fevziye Abdullah Tansel* var. Fredrich Heiler* var, demin bahsettiğim Alman Katolik teolog. Fransızca bir mektup yazmış, kısa bir mektup, son derece hürmet arz eden bir metin. Halit Ziya Uşaklıgil* var. Sâmiha Hanım ona bir kitabını göndermiş ve onun da, hasta ve yaşlı zamanıymış, belli ki, rahatsız, titreyen eliyle kısa ama çok güzel bir Osmanlıca mektup yazmış. Hulûsi Turgut* var; o da bir kültür insanı, yakın zamanın… İbrahim Kafesoğlu*, İlhan Bardakçı*, Mehmet Dülger* var. Bahadır Dülger, onun babası. Yassıada’dan çok sayıda mektup yazmış. Bu Osmanlıca mektupları, sökmek çok vakit aldı tabii. Fakat çok şey de öğrendik. Bizim Ayverdi Enstitüsünde bir sekreterimiz var, Hamdi Hersekli evladımız, o bu arada Osmanlıı Türkçesi’ni söktü ve bize çok yardımcı oldu. Sabahattin Zaim* var. Sadettin Evrim* var. (Paşa) diye parantez içinde yazılmış. Cumhuriyetin ilk zamanları, Osmanlı’nın son zamanları asker ve aynı zamanda ilâhiyat konusunda çalışan biri. Bir Kur’ân tefsiri varmış meselâ, onunla ilgili mektup yazıyor Sâmiha Hanım’a… O devrin entelektüelleri arasındaki bu seviyeli yazışmalar günümüz için bir hazine değerinde bence…

Meselâ Süheyl Ünver* var. Ama maalesef Sâmiha Ayverdi’nin cevapları yok. Kızı Gülbün Hanımefendi’ye sordum, Tıp Târihi Enstitüsü’nde kaybolmuş. Şefik Can*, Şekip Tunç*, Taha Akyol*, Tahsin Banguoğlu*, Tekin Erer*, Ulvi Erguner*, Orhan Okay var. Muhteva olarak çok mühim fakat kime yazıldığı belli olmayan az sayıda mektup da mevcut. İnşallah bunları yakında daha mükemmel tasnif edip okuyucuya sunmak istiyoruz.

Çetinoğlu: Mektup; edebî sanatlarımızda; roman, hikâye, şiir, deneme gibi önemli bir dal… 

Uluant: Evet! Sizin de bildiğiniz üzere, mektup; bir edebiyat türü… Şunu da belirtmek istiyorum: Mektuplar Sâmiha Ayverdi’nin hayatında çok mühim bir yer kaplıyor. Mürebbi sıfatı ve hiçbir mektubu cevapsız bırakmayan titiz, sorumluluğunu bilen, fedâkâr yapısı bunun en büyük göstergesi…Ama artık internet devrinde yaşadığımız için mektuplar maalesef yerini mail’lere bıraktı. 

Çetinoğlu: E-mektupların da edebî değeri olabilir. Yeter ki seviyeli insanlar tarafından ve güzel-doğru Türkçe ile teati edilsin. Telgrafın tellerine artık kuşlar konmuyorsa da e-mektuplar haberleşmeyi hızlandırdı, kolaylaştırdı. Aynı anda binlerce kişiye mektup göndermek mümkün. Gençlerin kullandığı internet Türkçesi, dilimizin canına okudu. Maalesef önlemek de mümkün değil. Dil şuuruna, dil hassasiyetine sâhip gençlerimizin sayısı giderek azalıyor. 

Uluant: Haklısınız Oğuz Bey, onun için biz kitapların gençler tarafından daha iyi anlaşabilmesi maksadıyla her sahifenin altına, bâzı kelimelerin açıklamasını dip not olarak koyuyoruz. Gene mektup meselesine dönelim. Neredeyse 15 sene öncesine kadar mektuplaşıyorduk. Biz, Alphonse Daudet’*nin ‘Değirmenimden Mektuplar’*ını ve çeşitli edebiyatçıların mektuplaşmalarını okuduk. Hakîkaten çok mühim mektuplaşmalar var. Meselâ benim mezuniyet tezim Mehmet Kaplan* Hoca’dan tevdi edilen Cenap Şahabettin*’in ‘Avrupa Mektupları’* idi. Tasvir-i Efkâr’*da yayınlanmış, aslında seyahat notları, ama mektup şeklinde değerlendirilmiş ve o zamanın arşivi niteliğinde. 

Çetinoğlu: Merhûme Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’yle bire-bir yaşadığınız mektupla bağlantılı bir hâtırânız var mı?  

Uluant: Türkolojide okuyordum. Eşim askerde olduğu için sık sık Sâmiha annelerde kaldığım bir gün bir mektup geldi. Özden Tahralı ablam da bizimle… Herhâlde bir ihtiyaç olup olmadığını sormak için uğramış olmalı. Meğerse misyonerlerle çok sayıda mektuplaşma olmuş ve Sâmiha anne artık bu kısır yazışmadan bunalmış olacak ki Özden Tahralı ablama; ‘Evlâdım’, -bu iş burada bitmiştir mânâsında- ‘Hiç açmıyorum bunu. Olduğu gibi zarfa koy, mektubu Mösyö Kern’*e aynen postala’ dedi. O sahne hafızama kazınmıştır. Ve o mektuplar da kitaplaşmıştır. ‘Misyonerlik Karşısında Türkiye

Çetinoğlu: Mektuplaşmalardan kitap oluştu…

Uluant: Evet. Demek gerçekten mektuplar mühim insanların hayatında önemli bir yer kaplıyor. Bir mektup daha var, o da Fevziye Abdullah Tansel’den gelen mektup. Geçen çalışırken önümüze çıktı. Çok titiz bir hanım Fevziye Abdullah Tansel. Sâmiha Ayverdi’ye çok da saygısı ve muhabbeti var. Bir eserini okumuş; fakat oradaki bir kelimeye takılmış ve ‘Efendim, böyle mi olacaktı, böyle değildi; bu herhâlde tashihçilerin gözünden kaçmıştır’ diyor. Beraber gülerek bu mektubu okumuştuk. Çünkü Sâmiha Ayverdi’nin yine başka bir mülâkat veya röportajından okudum; diyor ki, ‘Ben kitabı yazarım, veririm, gerisiyle hiç ilgilenmem.’ O kadar da iddiası olmayan bir insan bu konuda. Çok titiz; fakat iddiası yok. Onun derdi vermek hep vermek. Maddî, mânevî…

(DEVAM EDECEK)