Rivâyet tarıkiyle olan tefsirlerin münderacatı iki kısma ayrılır. Bir kısmı tam bir usûl dâiresinde ve kemâl-i itina ile tetkik ve tenkid ve sıhhati tevsik edilen (belgelendirilen) ve şer’î hükümler ile alakadar bulunan nakillerdir .Diğer bir kısmı da sırf taruhi âlemin hilkatine, ümmetlerin sergüzeştine (başı bozukluklarına) dâir olan nakillerdir.Vâkidî, Taberî, Seâlebî zevatın tefsirleri bu iki kısım nakilleri ihtiva etmektedir.

Bu zevat diyanetle alakası bulunmayan nakilleri yazmakla iktifa etmiş, bunların sıhhatlerini bittabi iltizam etmemişlerdir. Nitekim; tarihî, içtimâî, felsefî kitaplarda da bir takım esâtiri sahih malumat vardır ki, bunların nakilleri de bunların birer hakikat olduğuna kâil değildirler. Bunlar insanlık aleminde yapılmış olan hikayeleri, kanaatleri, ananeleri mücerred, kendilerinden sonra gelenlere bildirmek maksadıyla yazılmış şeylerdir.

Halbuki, bu noktaları nazara almayan bazı ecnebî tenkitçiler, İslâm müellefaetında münderiç olan bu kabil bazı bilgileri vesiyle ittihaz ederek tenkide cesaret göstermişlerdir. Hakikat-i halde ise böyle bir tenkide mahal yoktur. Gerçek olmayan bazı nakiller bütün kadim milletlere, husûsiyle, tahrife maruz kalmış kitaplara itikad eden Yahudilerle Hristiyanlara ait olduğundan İslâm alimlerinin yaptığı şey, bunları yalnız bir nakilden başka bir şey değildir. Asıl tenkid, bu batıl şeyleri birer hakikat telakkî edenlere teveccüh eder.

Bu hususu bir misal ile arz edelim. Bazı tefsirlerde, Hazret-i Âdem ile Haz. Havva kıssasında şeytanın ne sûretle cennete girerek Hazret-i Havva’ya vesvese vermiş olduğu yazılıdır. Bu bab’daki tafsilat ise sırf ehl-i kitapdan alınmıştır. Bir kere ehl-i kitabın ellerinde bulunan Tevrat’a göre, “Yılan hayvanların en zireği idi. Aden bahçesine girmiş, karıya, yanî Hazret-i Havva’ya demiş ki: “Şu ağaçtan yer iseniz size hayır ve şer malum olur; artık burada ebedi bir halde yaşarsınız. Bunun üzerine Hazret-i Havva bundan yemiş, muhterem kocası Hazret-e Âdem’e de yedirmiştir.” Sonra bu yılan hikayesi şu şekli almıştır. İki yılan dört ayaklı ve güzel bir hayvan idi. Cennetin hazinelerinden, bekçilerinden idi. İblis cennete girmek istedi bırakmadılar; yılanın ağzına girdi, o vasıta ile cennete varıp Hazret-i Âdem ile Havva’nın memnu (yasak) ağaçtan yemelerine sebep oldu. Bunun neticesinde de yılan bir ceza olarak şimdiki sürünür haline gelmiş yeryüzünde İsfehan diyarına indirilmiştir.”

İmamü’l-müfessirin, büyük müfessir Fahrü’d-din-i Râzî ise bu rivâyeti şöyle tezyîf etmektedir: “Bilimelidir ki, bu ve emsali rivâyetler, iltifat edilmemesi icâbeden şeylerdir. Çünkü iblis eğer yılanın ağzına girmeye kadir bulunmuş ise neden doğrudan doğruya yılan sûretine temessül ederek cennete girmeye kadir olamamıştır? Bununla beraber eğer iblis, yılanın ağzına girmiş ise, bundan dolayı yılan ne için ukubete uğramıştır. Halbuki yılan ne akıllıdır, ne de mükelleftir.

Hâsılı rivâyet tarıkındaki böyle bazı nakiller mütefekkir müfessirlerimiz tarafından tenkid edilerek  mâhiyetleri meydana konulmuştur.

DİRÂYET TARİKIYLA OLAN TEFSİRLERE GELİNCE:

Bunlar da birer lüzuma binâen maslahata müstenid bulunmuşlardır. Şöyle ki, evvelce de arz edildiği üzere, Arap’lar vaktiyle lisanlarının bütün inceliklerine, meziyetlerine hâkim biulunuyorlardı. Müfred lafzının vasıflarını, manalarını biliyorlardı. Kelimelerin i’rabını, iştikakını, ibarelerin muhtelif uslûblar ile irad edilebilmesini sözlerin muktezây-ı hâle göre söylenmesini ve bazı sanatlar ile tezyin edilmesini bilip bu bab’da tedvin edilmiş fenlere muhtaç olmaksızın tatbik edebiliyorlardı. Fakat bilahare güzel konuşma kabiliyetleri bozuluyor, lisan hususundaki melekeleri zaafa uğrayıp Arap’lar menbaından taşan süratle akan bir ırmak gibi her tarafa dağılıyorlar. Muhtelif kavimlerle karşılaşıyorlar. Artık Arap lisanını muhafaza ve korumak için usuller konuluyor, kâideler va’zediliyor, lugat, sarf, nahiv, belâgat gibi fenler vücuda geliyor, Arapça’ya hakikatle vukuf, bu fenlere riâyet sâyesinde kabil olabiliyor. Kur’ân-ı Kerim dahî Arap Lisanı Usûl-i belâgat üzere nazıl olmuş bulunduğundan bunun tefsiri hususunda da  bu fenlere ihtiyaç görülüyor. İşte bu sebeple de dirâyet yolu ile olan tefsirler vücuda gelmiş bulunuyor.  Zimahşerî’nin meşhur tefsiri bunun en beliğ bir numunesidir.

Bununla beraber, dirâyet tarikıyla yazılan tefsirlerin ihata dâireleri git gide genişlemiştir. Çünkü İslâm ülkeleri genişleyerek muhtelif fenler ile felsefî fikirlerle mücehhez kimseler İslâm şerefine nail oluyor, milletler arasında müşterek bir kısım fenler, ilimler, Müslümanlar arasında da yayılmaya başlıyor. Muhtelif mezhepler meslekler erbabı zuhur ediyor. Binâenaleyh, tefsirlere de bu hususlarda malûmat derc’edilmesine lüzum görülüyor. Artık müfessirler Kur’ân-ı Kerim’in lafızlarını takiplerini bir ilim halinde tedvin edilen edebî usûle tatbîka mecbur oldukları gibi ahkâma müteallık âyetleri de fıkıh dâiresinde izah mecburiyetinde kalıyorlar. Yeryüzüne ve göklere dâir âyetleri tekvin (yaradılış) ve heyet ilimlerindeki meseleler ile mütenâzır bir halde tasrih ve tavzihe çalışıyorlar. Ahlâka, içtimâiyyata mütedâir âyetleri şerh ederken felsefî ahlak ve içtimâî bilgiler esaslarını da nazara alıyorlar. İbret verici kıssalar hakkındaki âyetleri teşrih ederken kâinat tarihinin kaydettiği malûmatı dermeyan ediyorlar. Muhtelif mezhepler erbabı tarafından irad edilen fikirleri, itirazları, münazara ilmi dâiresinde zikir ve cerh ederek kelâm ve mantık kâidelerine tatbîkan, kendi mezheplerini, kanaatlarını ispata gayret gösteriyorlar. Ve her müfessir yazdığı tefsirde kendi ihtisası dâiresinde bulunan ilimler ve fenler için daha ziyade sahife ayırıyor. İşte bu sebeple de tefsir sahasında muhtelif meslekler vücuda gelmiştir. Bunlara (Meşâribü’l-Müfessirîn) de denilir. Nitekim (Tabakâtü’l-Müfessirîn) kısmında görülecektir.

Şunu da ilâve edelim ki: Dirâyet yolu ile yazılan ve muktedir zevata ait bulunan tefsirlerde nakiller, rivâyetler de büsbütün terk edilmiş değildir. Belki bunlar, tefsirlerin asıl ruhlarını teşkil etmektedirler. Bu tefsirlerde pek çok âyetler, hadîsler ile izah ediliyor. Bu asıl kaynaktan tasrih edilerek veya edilmeyerek pek çok istifade edilmiş oluyor.

Velhâsıl, her iki kısım tefsirin de şüphe yok ki, pek büyük ehemmiyeti vardır. Biz bunların hiç birisinden müstağnî değiliz.

DİRÂYET TARİKIYLA YAPILAN TEFSİRLERLE RE’YE MÜSTENİD TEFSİRLER ARASINDAKİ FARK:

Dirâyet yolu ile yapılan tefsiriler, aşağıda müfessirlere âit yazacağımız âdâb ve şerâite tevfikan muhtelif mertebelerde vücuda getirilmiş tefsirlerdir ki, bunların cevazında, lüzumunda şüphe edilemez. Bu cihetledir ki, öteden beri pek çok İslâm büyüğü tarafından bu yolda muhtasar ve mufassal nice tefsirler yazılmış, Kur’ân-ı Kerim’in meâlini izaha, İslâm muhitini tenvire hizmet gâyesi takip edilmiştir.

Tefsir-i bi’r-re’ye gelince bu, delile sahih bir asla, nakle müstenid olmaksızın mücerred re’y ile, indî içtihad ile yapılan tefsirlerdir. Böyle bir tefsir dinen memnudur.

“De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiç bir delil indirmediği bir şeyi, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (A’raf/7/33) âyet-i Kerimesiyle, “Her kim, Kur’ân hakkında kendi görüşüne göre konuşursa, isabet etmiş olsa bile yine de hata etmiştir.” Hadis-i Şerifiyle böyle bir tefsirin asla câiz olmadığı gösterilmiştir. 

İbn-i Nukaybe göre re’y ile olan tefsirler beş türlüdür:

1- Tefsir için cevaz veren ilimleri elde etmeden yapılan tefsirler.

2- Hak Te’âlâ’dan başkasının bilmediği müteşebihâta dâir kat’î sûrette olan tefsirler.

3- Herhangi bozuk bir mezhebi takrir ve teyid için yapılan tefsirler ki, mezheb asıl, tefsir tâbi tutulur. Tefsir velev en zayıf bir tarîk ile olsun mezhebe irca’ edilir.

4- “Allah’ın murâdı böyledir,” diye kat’î sûrette delilsiz vuku bulan tefsirler.

5- Keyf ve havâ’ya uymak sûretiyle yapılan tefsirler. Nitekim bâtıniyye, hurûfiyye bir takım bâtıl meslekler sahiplerinin tefsir diye yazdıkları manasız şeyler bu kabildendir. Bunlar, ilim kâidelerine muhalif ümmetin icmâına münâfi, semavî kitapların nüzulündeki hikmete ve gâyeye aykırı olan şeylerdir. Bu gibi cüretkârların tutulacakları elîm cezaları şu hadis-i şerif göstermektedir.

“Her kim Kur’ân hakkında ilim dışı bir şeyler söylerse cehennemde oturacağı yeri hazırlasın-hazırlamıştır.”

Ne var ki, müfessirler için lazım gelen ilimler ile, şartlar ile mücehhez bir zatın, sahih hadislere muvâfık, şeriat kâidelerine mutâbık olmak üzere bazı âyetlerin delâlet ettiği hakikatlere, nüktelere, bedialara (edebî güzelliklere) işarette bulunması bir (re’yi mahmud= müstahsen bir re’y) dir ki buna cevaz verilmiştir.