Kadıköy-Beşiktaş vapurunda bekledim seni yine. Geçen cumaları saydım. Yetişkin çağımızdaki çocuksu heveslerimizi, hak ettiğinden fazla değer verdiğimiz, esasında hiçbir ehemmiyeti olmayan tüm hadiseleri geçirdim tek tek zihnimden.

Aklımın kilitli odalarında dönüp dolaşan, hiçbir şekilde kuyruğunu bir başkasınınkine değdirmeyen tilkilerimi henüz ehlileştirememişken, odalarımın kapılarını ardına kadar açıp, içeriyi sonsuza dek boş bırakmayı istememe sebep olan kaybetmişlik hissine kızdım. 

Etrafa bakındım. Gününe yirmi beşinci saati arayan, telaşla içeriye doluşmuş tahammülsüz, mutsuz, yeni güne şükredemeyecek kadar da uykusuz olan bir vapur dolusu insanın içinde yapayalnızdım. Solumda oturan pasaklı, hırpani tipten başlayıp göz gezdirdim herkese. İçeride dikkatimi çeken tek kişi, yeşil şifon eteğiyle ipek gömleğini ustaca buluşturmuş, narçiçeği ayakkabıları, lepiska saçları ve iri gözleriyle ışıldayan bir kadındı. Kısa bir an da olsa unuttum her şeyi onu incelerken. Zarif ellerini, gösterişsiz ama değerli olduğu her halinden belli olan kare taşlı yüzüğünü, özenle kıvrılmış kirpiklerini, mimiksizken bile gülümsüyormuş gibi bir hava yaratan dudak kıvrımlarını, ilk defa deniz görmüşçesine dışarıyı seyreden meraklı bakışlarını izledim. Çok değil, on altı cuma öncesine kadar onun gibi güzel olduğuma yemin edebilirim.

Ufak bir ayna çıkarttım çantamdan, bir yabancıya bakar gibi yüzüme baktım. Çökük gözlerimin altında yerleşmiş mor halkaların beni olduğumdan yaşlı göstermelerine ve asla telafi edemediğim tek başınalık hissine rağmen, sırf “cuma sekiz kırk beş vapurunda buluşalım” ısrarındaki sebebi anlayabilmek için haftalardır sensiz vapura binişime kırıldım.

Geçen haftadan, ondan önceki haftadan, hatta ilk cumadan farklı değildi bugün. Karşıya geçtim, sevdiğini bildiğim her şeyi sensiz eksik kalmasınlar diye tek tek sevdim. İçine düştüğün ateş çemberine, uğruna hayatını ortaya koyduğun insanların yokluğundan habersiz olmalarına, gidenin bir daha gelmeyeceğini bildiğim hâlde çaresizce seni bekleyişime öfkelendim.

Başka birinde yürüyüşünü seyreder gibi oldum bir ara. Koştum arkasından. Bir elimle yerinden fırlamak üzere olan kalbimi, diğer elimle de yolundan çevirdiğim yabancının kolunu tuttum. Yarı şaşkın yarı korkak bakışların seninkilerle alâkası bile yoktu. Usulca bıraktım adamın kolunu, özür dileyemedim. Hem bir özür dilenecekse illâ, benden özür dilenmeliydi. Kısa başsağlıklarından sonra seni unutan, beni görmezden gelen, olan bitene sesini yükseltmeyen insanların üzerinde biraz olsun hak iddia edebilmeliydim, öyle değil mi?

Fakat vazgeçtim haklı olmaktan. Affettim. İyiliğe mecbur olduğumdan değil, hayatım boyunca borçlu hissettiğim hilâl ile yıldıza duyduğum minnetten ötürü yaptım bunu. Ölümü bin kere tadacak olsan, bininde de aynı uğurda can vermeyi isteyeceğini bildiğimden, hakkımı helâl ettim. Dilime dua gibi dolanan bir dizeyi yüksek sesle tekrar ettim:

Rahat uyu! Sen ölmedin, ölmezsin!

***

Tüm şehit eşlerine, kalbi hürmetlerimle…