Prof. Dr. HASAN ELİK ile KUR’ÂN-I KERÎM’DE ŞEFAAT Meselesini Konuştuk.

(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

Oğuz Çetinoğlu: Kur’ân-ı Kerîm’de şefaat hakkında başka âyetler de var mı?

Prof. Dr. Hasan Elik: Kur’ân’da; mutlak İlâhî hâkimiyet ile şefaat inancının bağdaştırılmayacağı üzerinde çok durulmaktadır. Şöyle ki: Bütün mülkün Allah’ın olduğu, şefaatin de bu mülke mâlik olanın yetkisinde olduğu, evrenin egemenliğinde hiçbir etki ve yetkisi olmayanların şefaat yetkilerinin de olmayacağı, şefaatçi kabul edilenlerin, kendilerine yönelenlere herhangi bir fayda, onları reddedenlere de bir zarar veremeyecekleri ifâde edilerek fayda veya zarar verme gücüne sâhip olmayan varlıkları şefaatçi edinmenin hüsran olduğu belirtilmiş ve böylece şefaati reddin gerekçeleri de beyan edilmiştir. (Yûnus 10/18; Zümer 39/43-44)

Müfessir* Zemahşerî* nin de belirttiği gibi, gerçek mâbûd* (ve şefaatçi) kendisine itaat ve ibâdet edenlere sevap, âsi olanlara da cezâ vermeye muktedir olan kudrettir.  Allah’tan başka hiç kimse bu vasıfları hâiz olmadığına göre, şefaatçi olma imkân ve yetkileri de yok demektir.

Çetinoğlu: Şefaate cevaz* veren hadisler hakkındaki görüşlerinizi de yine maddeler hâlinde lütfeder misiniz?

Prof: Elik: Şöyle: 

1-Peygamberin; ümmetinin günahkârlarına şefaat edeceğinden bahseden hadisler kanaatimizce ümmetini, işlemiş oldukları günahlardan dolayı ümitsizliğe düşmekten kurtarmak ve onlara karşı duymuş olduğu şefkat ve merhametin ifâdesi olarak ahrette sıkıntıya düşmemeleri için kendisine itaat ve ittibâya* teşvik sadedindedir ki onun bu hasletleri Kur anda da belirtilmiştir. (Tevbe 9/128)

2-Şefâat-i uzmâdan* bahseden hadise gelince sened itibâriyle sâhih kabul edilse de bu hadiste, Kur’ânla telifi oldukça zor olan hususiyetler bulunmaktadır. Şöyle ki:

Kur’ân, peygamberliği bölünmez bir makam kabul ederek peygamberlerden birini diğerlerine tercih etmeye karşı çıktığı halde, (Bakara 2/85; Âl-i İmrân 3/84) bu hadiste peygamberler arasında tafdil* ve tercih görülmekte, Kur’ân’ın ‘peygamberlerin atası’ olarak zikrettiği ve ‘Atanız İbrahim’in dinine uyun!’ (Âl-i İmrân 3/95) emriyle tevhid dininin referansı olarak sunduğu, Hz. Muhammed’i de yoluna/dinine uymaya çağırdığı Hz. İbrahim*, ikinci duruma düşürülmektedir. Ayrıca, hadisin son kısmında; ‘Şefaatimle cehennemlikleri cehennemden çıkarır cennete sokarım’ ifâdesi;

Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan dilediğin şeyi iste vereyim fakat seni Allah’ın azabından koruyamam!’  hadisi ile ve ‘Hiçbir insanın başka birine zerre kadar fayda sağlayamayacağı hesap gününde hüküm yalnız Allah’a aittir.’ (İnfitâr 82/19)   âyetiyle nasıl telif* edilebilir? Önceki toplumların peygamberlerine yaptığı gibi Hz. Muhammed için yüce makamlar tasavvur ve temenni etmek adına ‘farkında olmadan o, ilahî hâkimiyete ortak mı kılınıyor?’ şeklinde bir düşünce akla gelmektedir.

3-Kur’ân, bütün peygamberlerin ve bu arada son peygamber Hz. Muhammed’in, gönlünü hidâyete kapatmış olan muhataplarının hidâyete ermeleri için gösterdikleri çabaların, sonucu değiştirmediğini ifâde etmektedir.  Bütün peygamberler gibi Hz. Muhammed de Allah’ın buyruğuna tâbi olmak zorunda olup helâli haram, haramı helâl kılma ve Allah’ın hükmünü değiştirme yetkisi yoktur. (Tahrîm 66/1)  Nitekim hırsızlık yapan ünlü bir kadının bağışlanması için aracı olanlara ‘Allah’ın hükümlerinden birini uygulamamam için aracılık mı ediyorsunuz?’  şeklinde çıkışmış olması, O’nun Allah ile kulu arasına şefaatçi, kayırıcı ve aracı olarak giremeyeceğinin bir ifâdesidir. Dini tebliğ görev ve yetkisine, dinî hayata rehber kılınmasına rağmen dünyada kendisine verilmeyen bir yetki, hükmün sâdece Allah’a ait olduğu ahirette verilebilir mi?

Peygamberler sâdece ilahî mesajı tebliğ etmekle yükümlüdürler. Aslında onlar, irşat* ve tebliğ* görevlerini yapmakla insanlığa bu mânada şefaat etmişlerdir. Nitekim Kur’ân’da Hz. Muhammed bu yönüyle ‘âlemlere rahmet’ (Enbiyâ 21/107) olarak taltif* edilmiştir. Râgıb el-Isfahanî*’nin bir âyete dayanarak (Nisa 4/85)  ‘Dünyada bir insanın diğerine yol göstermesi, örnek olması ve rehberlik etmesi ona şefaatçi olması anlamına gelir. Bu suretle o kişi de şefaat, yardım ve destek görmüş olur.’ şeklindeki tespiti de bunu ifâde etmektedir.

Burada şunu ifâde edelim ki peygamberlerin ümmetlerinden bâzıları, dünyadaki rehberlik ve irşatlarını reddederek onlara nübüvveti* çok görmüş, bâzıları da öldükten sonra onları ilâhlaştırmışlardır. Bu iki tavır da Kur’ân’da dalâlet olarak nitelendirilmiştir.

4-Hz. Peygamberden şefaat beklenilmesinin sebebi, O’nun Allah katındaki yüce makamı ve müminlerin gönlündeki ulvî* yeridir. Ancak, şefaatçi olmayacağı yönündeki kabul, O’nun bu hususiyetlerine asla nakîsa getirmeyeceği gibi, şefaatçi olması için de bir sebep teşkil etmez. Zira Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinlerde şefaatçi edinilenler de peygamberler, melekler, azizler ve sâlih kimselerdi. Meselâ Hz. İsa’nın şefaatçi edinilmesiyle ilgili olarak Yuhanna*’nın (John The Apostle) şu sözü bu mantığı açıkça ortaya koymaktadır:

Eğer biri günah işlerse Baba’nın nezdinde şefaatçimiz İsa Mesih vardır ve kendisi günahlarımıza ve yalnız bizim günahlarımıza değil fakat bütün dünyaya kefârettir.’ 

Allah, önceki toplumların yüce kabul ettikleri kimseleri şefaatçi edinmelerini şirk sayarken, Müslümanlar için bunu meşru kılar mı? Kur’ân’ın reddettiği İslâm öncesi şefaat telakkisiyle Müslüman toplumların şefaat telakkisi arasındaki mâhiyet farkını net olarak göremediğimizden buna ‘evet’ diyemiyoruz. Bu noktada ‘Müslüman toplumlardaki şefaat telakkileri, tamamen Kur’ân ve hadisten mi mülhem yoksa önceki toplumların inanç ve kültürleri de dâhil olmak üzere sosyolojik özellikler de bu anlayışta etkili olmuş mudur?’ sorusu bizce anlamlıdır.

Burada şefaatçi anlayışın dünyevî boyutlarına da temas etmenin gerekliliğine inanmaktayız. Zira şefaat anlayışı, dünyevî sonuçları itibâriyle de ciddî problemler üretmektedir. Âhirette vukuuna inanılan şefaatin, Hz. Peygamberle sınırlı kalmayarak alabildiğine genişlediği ve bunun yol açtığı sonuçlar malûmdur. O halde, şefaatin sâdece ahirette vukuundan beklenilen faydası değil, dünyadaki şüyuunun* sonuçları da dikkate alınmalıdır.

Meseleye bu açıdan bakıldığında şefaatçi anlayışın sâdece dinî açıdan değil aynı zamanda sosyal, hukukî ve siyasî sonuçları bakımından da olumsuz etkileri olduğu görülmektedir. Şöyle ki:

Şefaatçi düşüncenin egemen olduğu toplumlarda, ferdin değeri, şahsî sorumluluğu ve adâlet ilkesi göz ardı edilmekte; hayat, imtiyazlı kişi ve sınıfların güdümüne mahkûm edilmektedir. Böyle toplumlarda ilkeler değil kişiler, adâlet değil kayırma ve iltimaslar egemen olmaktadır.

Çetinoğlu: Bu özelliğe sâhip olan toplumların hayat tarzları, şahıs ve kurumlarla alakalı ilişki biçimleri mi şefaat anlayışını üretiyor yoksa şefaatçi anlayış mı böyle bir toplumun oluşmasına yol açıyor? Yâni şefaatçi düşünce bir sebep mi yoksa sonuç mudur?

Prof. Elik: İster sebep ister sonuç olsun, her hâlükârda* böyle bir anlayış bizce Kur’ân’a uygun değildir. Zira Kur’ânda bireyin şahsî sorumluluğu esastır: ‘Herkes sâdece kendi yaptığının karşılığını görecek, kimseden şefaat göremeyecektir.’ (Necm  53/39)

Sizi tek tek yarattığımız gibi huzurumuza da tek başınıza geleceksiniz. O gün şefaatini umduğunuz varlıklar, size bir fayda sağlayamayacaktır.’ (En’âm 6/94)

SONUÇ:

Sonuç olarak ‘mutlak ve kesin ifâdelerle şefaatin reddedildiği’ âyetlerle ‘Allah'ın izni olmadıkça kimsenin kimseye şefaat edemeyeceği’ şeklinde yorumlanan âyetler arasında anlam farkı olmayıp sêdece üslûp farkı söz konusudur. Dolayısıyla bu âyetlerden ‘Allah'ın izniyle şefaatin mümkün olduğu’ şeklinde bir anlam çıkaran din bilginlerinin görüşlerine iştirak edemediğimizi belirtmeliyiz.

Şefaatle, ilgili hadislere gelince; muhatap ve bağlamlarının, müşriklerin* şefaat inancının reddiyle ilgili olan âyetlerden farklı olması dolayısıyla bu âyetlerin hadislerde geçen şefaatin doğrudan ispat veya teyidine delil olarak kullanılmasının doğru olmadığını; hadislerdeki şefaatin Hz. Peygamber'in ümmetinin ve tüm insanların af ve bağışlanması için Allah'a duası olarak anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz.

Ayrıca anlaşılan şekliyle şefaat inancının Kur’ân’daki ‘tevhid*’ anlatımıyla, Allah-insan ilişkisinin niteliğiyle uyuşup uyuşmadığını göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerektiği inancındayız. Şöyle ki: Dünyada insanlar arasında bilinen ve cereyan eden şekliyle şefaat; bir insanın, başka bir insanın yaptığı veya yapmadığı bir işten doğan sorumluluğunu ortadan kaldırmak için devreye girerek onu bu sorumluluktan kurtarması anlamına gelmektedir. Bu durumda şefaat; hüküm ve karar mevkiinde olan âdil bir kimsenin, bilgi eksikliği sebebiyle yanlış kararını düzeltmesi için veya âdil olmayan bir otoritenin, çıkar ilişkisi bulunan etkili kişilerin şefaat ve arabuluculuk taleplerini -bunun haksız olduğunu bildiği halde- kabul ederek kendi irâdesini geçersiz kılması demektir. Her iki şefaat yöntemi de Allah için söz konusu olamaz. Allah ezelî ve değişmez ilmi ile her şeyi kuşattığından, bilgi eksikliği sebebiyle hatâlı bir karar vermekten ve zulmetmekten münezzeh olduğuna göre herhangi bir kimsenin bir başkası için onun nezdinde şefaatçi olması da düşünülemez.

Şâyet ahiretteki şefaat, bu anlaşılan biçimiyle şefaatin dışında mâlûmumuz olmayan bir keyfiyet ise onunla ilgili müspet veya menfi bir görüş belirtilemez. Şunu da ifâde edelim ki İlahî irâde ve kudret sınırlandırılamayacağından, Allah’ın sonsuz lütuf ve merhametiyle tecellî ederek vasıtasız bir biçimde günahları affetmesi, şefaatle ilgili bu mütâlâaların dışındadır. Doğrusunu Allah bilir.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Hocam. 

Prof. Dr. HASAN ELİK:

1949 yılında Tokat'ta doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul'da bitirdikten sonra, 1976 yılında İstanbul   İlahiyat  Fakültesi'nden mezun oldu.

1977 yılında ilmî araştırmalar yapmak üzere Suudi Arabistan'a gitti. 

King  Abdülaziz Üniversitesi Arap Dili Enstitüsü'nü Pekiyi dereceyle bitirdikten sonra, 1982 yılında ‘Nur suresinde toplumsal Adab’ isimli master tezini tamamladı.  Adı geçen üniversitede ‘Tahâvî'nin Müşkilu'l-âsâr’ adlı eserinin edisyon kritiğini yaparak 1989 yılında doktor unvanını aldı, 2007 yılında profesör oldu.  

Yayınlanmış eserleri:

*Dini Özünden Okumak, *Kur’ân’ın Korunmuşluğu Üzerine, *Kur’ân Işığında Farklı Konular, Farklı Yorumlar, *İçimizdeki Allah, *Model İnsan Peygamber, *Evrensel Mesaj / Kur’ân, *İslam Ve İnsan, *İslam Ve Hayat, *Yaratan Ve Yaratılanlarla İletişim Biçimi Olarak İbâdet, *İslam Ve Denge, *İslam’ın Va’dettiği Huzur,  *Bütün İnsanlar Hür Ve Tok Oluncaya Kadar, *Kuruluş Ve Kurtuluşumuzda İslam, *İnsan Eksenli Din, Kur’ân Tefsiri (Tevhid Mesajı).

 

KİM KİMDİR? / NE NEDİR?

âhâd: (âhâd haber): ‘Haber-i vâhid olarak da bilinir. Tek kişinin rivâyet ettiği hadis.                                                                                 

Ali Şeriatî: (1933-1977) İranlu, mütefekkir ve yazar. Dr. sosyolog. Fransa’da okudu. Yazdığı 50’ye yakın eseri ile İran’ın muhafazakâr idârecilerine ters düştü. Öldürüldüğü şüpheleri vardır. Resmî raporda kalp krizinden öldüğü açıklandı.                                                                                                                                                                                                               

Bâkıllânî: (Basra, 941-Bağdat,1977) Eş’ârî kelamcısı, Mâlikî fakihidir. Eş’âriyye akıdelerini işleyen kitaplar yazdı.              

Buharî: (Buhara, 810-Semerkant 869) Fars asıllı hadis derleyicisi ve yorumcusu. 300.000’den fazla hadis derledi. 

cevaz: Serbest bırakılan, yapılmasına izin verilen iş veya hareket.                                                                                                        

dalâlet: Bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan sapmak.                                                                                                                                     

Ehl-i Sünnet: Kur’ân-ı Kerim ve sünnetlere uygunluğu kabul edilen mezhebe mensup olanlar.                                                         

fâsık: İman ettiği halde, Allah ve Peygambere itaat etmeyen, dinî vazifelerini terk eden ve günah fiillerini işleyen.                     

Ferrâ: (Kûfe, 761-Bağdat, 822) Nahiv (kelime bilgisi âlimi)                                                                                                                          filoloji: Bir dilin metinlerini toplayan, açıklayan, gelişmesini ve husûsiyetlerini inceleyen ilim dalı. Filolojik: Filoloji ile alakalı.                                                                                                                                                                                                                     

günah-ı kebâir: Büyük günahlar

Hasen el-Eş’arî: (Basra, 874-Bağdat, 936) Eş’âriyye olarak anılan itikad mezhebinin kurucusudur. Âyet-hadis-akıl üçlemesini esas almıştır. Akıl unsurunu geri plâna ittiğinden, ‘nakilci’ olarak  bilinir.  

her hâlükârda: Her zaman.

Hz. İbrahim: Şanlıurfa’nın ilçesi Harran’da dünyaya gelmiştir. M.Ö. 2000’li yıllarda, 175 veya 200 yıl yaşamıştır. Hiçbir puta tapmadı. Tek Tanrı inncının ve Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in atası olarak kabul edilir. Oğlu ile birlikte Kâbe’yi inşa ettiğinden Müslüman olduğuna inanılır. Çünkü Musevilikte ve Hıristiyanlıkta Kâbe anlayışı yoktur. 

İbnü’l-Cevzî: Bağdat, 1126-Bağdat, 1200) Arap fıkıh ve kelâm âlimi. Sünniliğin önde gelen sözcülerindendir. 

İbnü’l-Müneyyir el-İskenderî: (Vefatı: 1284) Tefsir âlimidir. 

İmam Mâtürîdî: (Semerkand, 852-Semerkand 944) İmam-ı Âzâm Ebû Hanife’nin yolunu tâkip eden, O’nun gibi Türk asıllı tefsir, kelâm, fıkıh ve usûlü, mezhepler târihi âlimidir. İslâmî ilimlerin merkezlerinin uzağında olduğu için hak ettiği mevkie eriştirilmemiş, Eş’âriyye itikad Mezhebi nizâmiye Medreselerinde ders olarak okutulmasına rağmen, Matürîdiyye itikad mezhebi dışlanmıştır. ‘Türklere İslâmiyet’i sevdiren kişi’ olarak bilinir. En önemli eseri Kitabü’t-Tevhid’dir. 

inâyet: ilâhî inâyet: Cenâb-ı Allah’ın alâkası, yardım, lütuf ve ihsanı. 

irşat: Müslümanları, dinî vazifelerini yerine getirmeye çalışmak. 

İsa Mesih: Hz. İsâ Peygambere verilen isim. 

istiğfar: Hatâ ve günahların Cenab-ı Allah tarafından af ve mağfiret edilmesini tâlep etmek. 

ittibâ: Peygamberin uyulmasını emrettiği hususlara riâyet etmek.

kebâir ehli: Zinâ ve şirk gibi büyük günahları işleyen. 

kelâm: Cenâb-ı Allah’ın sıfatlarından biridir ve Kur’ân lafızları için de kullanılır.  Lafız, ‘sesle ifâde edilen kelime’ demektir. 

Kelime-i Tevhid: ‘La İlahe İllallah, Muhammedün Resulullah’ sözüdür.  Mânâsı: Allah'tan başka İlah yoktur. Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah'ın Peygamberidir. 

lafız:Sesle ifâde edilen kelime’ demektir. Kur’ân’daki kelimeler için kullanılır. 

lafzan:lafzan’ şeklinde de yazılır.  ‘lafız itibariyle’ demektir. Kelimenin söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak, sesle söylenen mânâsındadır. 

lafzî: Sözün söylenişine, yapısına ait, sözle ilgili.

mâbûd:mâ’bûd’ şeklinde de yazılır. ‘Kendisine ibâdet edilen varlık’ demektir. Ma’bûd, hak da bâtıl da olabilir. Hak mâ’bûd tektir. O da her şeyi yaratan Yüce Allah’tır. 

mağfiret: Allah’ın, kullarının günahlarını affetmesi, ilâhî merhamet.  

meşîet: Dilemek, istemek… Kur’ân’da aynı kökten türeyen ‘şâe’ kelimesi vardır. Bâzı âyetlerde Allah’ın dilemesi, bâzı âyetlerde ise kulun dilemesi mânâsındadır. 

Muhammed Abduh: (Mısır’da Bahire vilâyeti, 1845-Kahire 1905) İslamiyet’te yenilenme hareketinin ateşli bir taraftarıdır. 

Mûtezile: İslâmiyet’teki ilk itikad mezheplerinden biridir. Vâsıl bin Ata (733-784) önderlerinden biridir. 5 esâsa dayanır: 1-Büyük günah işleyen kimse iman ile küfür arasında bir yerdedir. 2-Allah’ın tek sıfatı vardır: Tevhid. O’na atfedilen sıfatları kabul etmezler. 3-Kadere inanmazlar. 4-Allah müminleri mükâfatlandırır, fâsıkları cezalandırır. 5-İyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek vâciptir. 

mutî: İtaat eden.  

müfessir: Kur’ân’ı açıklayan, izah eden, yorumlayan ilim adamı.

münafık: Kalbi ile inanmadığı halde, inkârını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mümin görünen kimse. 

müslim: İslâm, Müslüman ve selem mânâlarında kullanılır. Selem, boyun eğme, teslim olmak demektir.

müşrik: Allah’a; ilâh, rab ve mâ’bûd oluşunda, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul eden kimse. 

mütevâtir: Eseriyetin yanlış üzerinde ittifak etmelerini kabul etmeyeceği kalabalık bir topluluğun rivayet ettikleri hadisler için kullanılan bir kelimedir. Mütevâtir hadisler, Kur’ân’dan sonra en kuvvetli delildir. 

nefyetmek: Daha önce verilmiş bir hükmü, geçersiz saymak. 

nefiy: nefyetme işlemini yapmak. 

Nevevî: (Suriye’de Nevâ köyü, 1234-Nevâ Köyü, 1277) Hadis âlimidir. 

Nübüvvet: Peygamberlik.

nüzûl: Yukarıdan aşağıya inmek. 

Râgıb el-Isfahanî: Iraklı tefsir ve dilbilgisi âlimi. 1108 yılında vefat etti. 

Râzî: (Rey, 1149-Herat 1209) İranlı fıkıh ve fen âlimi. 

Şiî: Hz. Peygamberin vefatından sonra devlet yönetiminin Hz. Ali’ye ve O’nun soyundan gelenlere verilmesi gerektiği düşüncesi etrafında birleşen çeşitli siyâsî gurupların ortak adı.  

şirk: Cenâb-ı Allah’ın ilahlığında, sıfat ve fiillerinde ve Rab oluşunda; ortağı, benzeri ve eşinin olduğunu kabul etme yanlışlığı.     

şüyu: Yayılmak, herkesçe bilinir olmak.  

tafdil: Diğerlerinden üstün sayma, tercih.

taltif: Lütfetme, iyilikle gönül alma. 

tarik: Yol, cadde

ta’zim: Saygılı davranma, ululama.

tebliğ: Peygamberlerin, vahiy yoluyla kendilerine gelen ilâhî hükümlerin hiçbirini gizlemeden, eksiltmeden ve herhangi bir ilâvede bulunmadan insanlara aynen bildirmesidir. 

telif etmek: Uzlaştırmak, anlaştırmak, eser yazmak. 

tevhid: Allah’ın zâtını, bütün tasavvurlardan, zihinlerdeki hayâl ve evhamdan tecrid etmek. Onun; eşinin, benzerinin ve ortağının bulunmadığını dil ile ifâde edip kalp ile kabul etmek. 

ulvî: Yüce, eşsiz ve benzersiz özellikler taşıyan.

uzmâ: Büyük, ulu. Şefâat-i uzmâ: En büyük şefaat. 

Yuhanna: Hz. İsâ’nın 12 havârisinden biri. Havâri: Hıristiyanlıkta, Hz. İsa’nın, İncil’i, inancını ve öğütlerini yaymakla görevlendirdiği yardımcısı.

Zemahşerî: (Harezm’de Zemahşehr kasabası, 1075-Cürcâniye, 1143) Büyük bir dil uzmanı, edebiyatçı ve kelam âlimi. (Harezm, Özbekistan sınırları içerisinde Aral Gölü yakınlarında bir bölgedir. Cürcâniye de aynı bölgededir. Bölge nüfusunun tamamına yakın çoğunluğunun da Türk olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. 

zenb: Günah. 

(BİTTİ)