ANKARA

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Bank Asya yönetiminin, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (TMSF) devrine ilişkin, "Bu tamamen hukuki bir karardır, hiçbir siyasi boyutu yoktur, talimatla veya herhangi bir şekilde alınmış bir karar değil, hukuki boyutu ise objektif kriterlerle test edilebilir" dedi.

Davutoğlu, Kanal 7 ve Ülke TV kanallarının ortak canlı yayınında, gündeme dair soruları yanıtladı.

Bank Asya yönetiminin TMSF'ye devriyle ilgili soruya karşılık Davutoğlu, toplumsal hayatta şeffaflığın çok önemli olduğunu, şeffaflığın en fazla önem taşıdığı hususlardan birisinin de finansal sistemle ilgili olduğunu söyledi.

Finansal sistemde şeffaf olmayan unsurlar varsa, çok ciddi hak ihlalleri oluşabileceğine ve o finansal sistemin istikrarı konusunda çok ciddi şüphelerin olabileceğine işaret eden Davutoğlu, "Şeffaflığı herkesten isteyip, bankacılık sektöründe şeffaflık istisnai bir durummuş gibi yansıtmak doğru değil. Şunu ifade etmek isterim; bu tamamen hukuki bir karardır, hiçbir siyasi boyutu yoktur, talimatla veya herhangi bir şekilde alınmış bir karar değil, hukuki boyutu ise objektif kriterlerle test edilebilir" ifadesini kullandı.

Davutoğlu, bu gelişmeler olduktan sonra verilen ve kamuoyuyla paylaşılan bilgilerden de çok açık hukuki kriterlerin ortaya konulduğunu vurgulayarak, şöyle devam etti:

"Bu hukuki kriterler yerine getirilmiş de el konulmuşsa, getirilmiş olmasına rağmen tartışma yapılabilir. Fakat herkes için geçerli olan bu hukuki kriterler yerine getirilmemiş ve el konulmuşsa, kimsenin buna siyasi bir boyut getirme hakkı yok. Nedir bu hukuki kriter? BDDK, bankacılıkla ilgili bütün düzenlemeler çerçevesinde Bank Asya'dan imtiyazlı ortaklık hisseleri yüzde 40'ının şeffaf bilgilerini istiyor. Herkesten istiyor bunu, sadece Bank Asya'dan değil. Yani ana kurucu üye niteliği taşıyan imtiyazlı ortakların bilgilerini istiyor, süre veriyor. O süre içinde sadece 185 imtiyazlı ortaktan 63'ünün ismi veriliyor. Onlar da tam verilmiyor, eksik veriliyor ama geri kalan verilmiyor. Tekrar süre veriliyor, yine verilmiyor. Yani karanlık gölge altında bir grup hisse var. Onun üzerinden bütün bu süre vermelere rağmen, bunlar verilemeyince bu 63 hisse, toplamda yüzde 37'ye tekabül ettiği için, onlar bilindiği için onlarla ilgili değil, yüzde 63 hissenin tasarruf yetkisi TMSF tarafından kullanılma kararı alınıyor."

"Başka bir banka da yapmış olsa aynı işlem yapılırdı"

"Burada 185 ortağın isimleri verildi de BDDK ve TMSF bu kararı aldıysa tartışılabilir" diyen Davutoğlu, "İsimler verilmemiş, şeffaflık ortaya konulmamış, hem bir şeyler saklanıyor hem de o yolla, oraya mevduat yatırmış, mevduatta bulunan tasarruf sahiplerinin hakları ihlal ediliyor. Böyle bir durum varken, açık bir ihlal söz konusuyken BDDK'nın TMSF'nin susup, beklemesi mi söz konusu olacaktı" değerlendirmesinde bulundu.

Davutoğlu, hukuk devletinin işlediği ülkelerde herkesin hesap verilebilir durumda olduğunun kabul edilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Kimsenin baştan suçlu ilan edilemeyeceğini kaydeden Davutoğlu, "Ancak kimse de 'ben, şu veya bu gerekçeyle zaten kamuoyu gündemindeyim, dolayısıyla bana yapılan bir baskı görüntüsü verilirse ben bu zorunluluklardan azade olabilirim' deme hakkına sahip değil. Bunu başka bir banka da yapmış olsa aynı işlem yapılırdı. Dolayısıyla olayın hiçbir siyasi boyutu yok, hukuki boyutu var. Bu hukuki boyutuyla işleyen süreçle ilgili başka yorumlar, yani o çerçevede bunun neyi gösterdiği bütün bu olayın nasıl bir hastalığa, yanlışlığa tekabül ettiği ayrıca tartışılabilir" diye konuştu.

"Kalan 122 isim bilinmiyorsa ortada şüpheli bir durum var"

"Burada paralel yapı vurgusu öne çıkıyor. Bank Asya, paralel yapının ekonomik ayağını oluşturuyordu' diye tartışmalar var. Onun için siyasi bir karar mıdır?" sorusuna karşılık Davutoğlu, kimsenin, Türkiye'de hukukun işleyişi konusunda şüpheli ifadeleri kullanmaması gerektiğini, kullanıldığı takdirde de delil getirilmesi gerektiğini vurguladı.

"Bu bankada 185 üyenin bir kısmının da ismi bilinmesin' diye biri söylüyorsa bunu tartışalım" ifadesini kullanan Davutoğlu, şunları söyledi:

"Bu bir kuralsa, bu kurala herkes uyacak. Geri kalan 122 isim bilinmiyorsa ortada şüpheli bir durum var demektir. Bir hukuk kuralı varsa, bu hukuk kuralının gereği yapılır. Bu sürecin kendisinde herhangi bir sübjektivite, ayrı bir tutum, ön yargılı bir tutum söz konusu değil. Objektif kurallar işlemiştir, gereken yapılmıştır bu kurallar içinde. Başka bir bankayla da ilgili olsa aynı şeyler söz konusu olurdu. Fakat bunu dedikten sonra tabi ki şu soruyu sormak hepimiz için geçerli bir husustur: Niye dini cemaat mahiyeti taşıyan bir grubun bankası olsun, savcısı olsun, hukuk ayağı olsun, medya ayağı olsun?'

Herkes her faaliyeti yapabilir ama bütün bu faaliyetleri koordineli bir şekilde toplum hayatının, kendi istediği düzeni ya da yaklaşımını yapıyorsa bir hedef doğrultusunda o zaman bunu sormak gerekir. Sivil toplum sivil toplumdur, banka bankacı işlevi yapar, medya medya işleri yapar. Onları doğasından çıkardığın zaman o banka, bankacılık yapmamaya başlar."

"TMSF tarafından atılan adım hukukidir"  

Davutoğlu, eskiden bankacılık sektöründe olanların diğer sektörlerle ilişkilerinin hep tartışıldığını özellikle de 1990'lı yıllarda bu durumun yaşandığını dile getirdi.

Bankacılık faaliyeti dışına çıkan her türlü faaliyetin, finansal sektörü risk altına almasının söz konusu olduğunu kaydeden Davutoğlu, "Ancak dün TMSF tarafından atılan adımın bütün boyutlarla da ilgisi olmayan tamamıyla objektif, hukuki bir adımdır. Bunu da konuşmak hepimiz için bir zarurettir. Çünkü neden? Niye ihtiyaç hissediliyor? Hangi motivasyonla?" diye konuştu.

Davutoğlu, eğer bir ekonomik güç sahibi olunmak isteniyorsa her bir şirketin kendisinin ekonomik güç sahibi olduğunu, ayrıca bir şeye ihtiyaç olmadığını ifade etti.

"Bu ayağı kurup, diğer tarafta finansal ayak, öbür tarafta bürokratik ayak... birçok ayaklar biraraya gelip eğer bir şey inşa edilecekse işte o zaman 'paralel yapı' denen şey ortaya çıkar" diyen Davutoğlu, şunları kaydetti:

"Herkes işini yapmalı, taşları yerine koymanın vakti geldi. Sivil toplumlara bizim ihtiyacımız var. Türkiye'de din özgürlüğü var, herkes dini faaliyet yapar, kimseye bu konuda engel çıkmaz. Ancak, dini nitelikte olan bir faaliyeti oradan çıkarıp, bürokratik, finansal bir faaliyete dönüştürüp sonra da buradan devşirilen güçle belli bir siyasi gündemi ülkeye dayatmak isterseniz işte o zaman demokrasinin ve hukuk çizgisinin dışına çıkmış olursunuz. Diğer vatandaşları, dini toplulukları, seküler toplulukları, farklı düşüncelere sahip toplulukları mağdur eden bir başka hegemonya doğmaya başlar ki buna izin vermek hukuk devletinde de demokraside de mümkün değil."

"Kendi rüyalarında yaşasınlar"

"Bu kararın ekonomiye vereceği bir zarar var mı? Diğer bankalarda bir tedirginlik gözlemleniyor mu? Bir tetikleme olacak diye birtakım şeyler de var" sorusuna Davutoğlu, "Hayır, bunlar Türkiye'de kaos beklentisi, havası oluşturmak isteyenlerin karanlık rüyaları. Kendi rüyalarında yaşasınlar ama Türkiye'yi öyle bir karanlık dehlize, tünele kimse sokamaz. Herhangi bir olumsuzluk da bu anlamda olamaz. Çünkü herkes biliyor bunun objektif bir kural olduğunu, bu kuralın uygulandığını herkes biliyor. Kurallara uyan kişi hiçbir zaman tedirgin olmayacaktır. Kurallara uydun mu, kimse sana herhangi bir şekilde ön yargılı yaklaşmaz. Bu da sistem tarafından çok iyi bilindiği için ve bu bankanın zaten eskiden beri sistemi bypass eden çok uygulamalara herkes şahit olduğu için, bu bypassın da hukuka takılmasından kimsenin tedirgin olacağını zannetmiyorum" şeklinde cevap verdi.

"Bunlar Türkiye'de bir kaos çıksın istiyorlar"

Başbakan Davutoğlu, Fethullah Gülen'in New York Times'taki yazısını eleştirerek, "Bunlar Türkiye'de bir kaos çıksın, yurtdışında itibar zedelenmesi yaşasın, kampanyalar yürütülsün ve bir başarı hikayesi ölsün istiyorlar. Emin olun mesele Türkiye meselesi değil sadece. Mesele terörle ve otoriter rejimlerle anılan İslam dünyasında bir başarı hikayesinin öldürülmesi meselesi" dedi.

Fethullah Gülen'in pasaportunun iptal edilmesi hatırlatılarak, paralel yapıyla mücadelede yeni olan bir şeyler olup olmadığı sorusu üzerine Başbakan Davutoğlu, pasaportla ilgili konunun tamamen hukuk içinde yapılan işlem olduğunu, başka bir işlemin söz konusu olmadığını, mücadelede hukuk dışına çıkılmadığını ve çıkılmayacağını söyledi.

Türkiye'nin çok sancılı bir normalleşme süreci yaşadığını, 12 yıldır ülkeyi daha demokratik, evrensel standartlarda hukuk düzeni içinde işleyen bir devet yapısı haline getirmeye çalıştıklarını, bu çerçevde çok sayıda demokratikleşme paketi açıkladıklarını, ekonomide büyük devrimler yaşandığını anlatan Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Bir şekilde devletin, hukuk düzeninin, sosyal ve siyasal hayatın bütün vesayetlerden kurtulması lazım. Sadece vesayetçilik üzerinden, askeri, bürokratik vesayet üzerinden olmuyor. Bürokrasiye sızmış unsurlar öylesine bir virüs ki bu. Güç sahibi olmak bir virüs bulaştığında eğer adaletle siz o gücü kullanıyorsanız sağlıklı bir vucüttaki gibi olumlu etki yapıyor ama adalet dışında onu kendi nefsiniz ya da ait olduğunuz topluluk adına, bu bazen cuntalar eskiden olduğu gibi şimdi de paralel yapıyla kullanmaya başlarsanız, kendinize mensup olmayan herkesi önce rakip, sonra düşman olarak görmeye başlarsınız. Burada bu yaşandı. Türkiye'de hiçbir zaman bu ya da başka grupların önüne bürokraside engel çıkartılmadı ama onlar önce eşit yarışmak istedi, buyrun denildi. 28 Şubat'ta eşit yarışılmıyordu, herkese eşit yarış hakkı tanındı. Eşit yarışta elde ettikleri gücü bu sefer rakip olanları bloke etmek için kullanmaya başladılar. Oraya kadar değişik rekabetler olabilir sistem içinde ama bir aşamadan sonra düşman olarak görmeye başlıyor, tasfiye edilmesi gereken düşman. İşte burada aynen cunta şeyi gibi, kendisiyle uyum göstermeyen kişi, Hanefi Avcı olayında, basında Ahmet Şık olayında olduğu gibi. Önce rakip, sonra tasfiye edilmesi gereken düşman gördüğünde işte o andan itibaren o yapı bir habis ur haline dönüşür. Bugün olan budur. Bizim de demokrasi adına, devlet, kamu düzeni adına engellemek durumunda olduğumuz husus bu."

"Paralelle mücadele benim için sadece bir grupla mücadele değil..."

Başbakan Davutoğlu, geçmişte kendisinin ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da paralel yapının okullarına destek verdiğini, bizzat Türkçe Olimpiyatları'na katıldıklarını, bu tür faaliyetlere hiçbir zaman karşı çıkmayıp, hep destek verdiklerini belirterek, şöyle konuştu:

"Ama aynı kişiler... Şimdiki Böcek Davası'nda olduğu gibi Başbakanlığa niye sızsın bir cemaat? Neden MİT tırlarını durdurmak için bazı devlet içine soktuğu unsurlarla devlete karşı operasyon yapsın, niye Dışişleri'ni dinlesin? 'Biz dinlemedik' diye argümanlar hep dillendiriliyor, peki o zaman niye sahip çıkıyorsunuz? Paralelle mücadele benim için sadece bir grupla mücadele değil, bir anlayışla, zihniyetle mücadele."

Paralel yapı için "cemaat" ifadesini kullanmaktan üzüntü duyduğunu dile getiren Davutoğlu, devlet düzeninin bürokrasideki hiyerarşiye bağlı olduğunu, bürokratların paralel yapı içindeki hiyerarşiye göre davranmaları halinde devlet düzeninin kalmayacağını söyledi. Kendilerinin halktan yetki aldığını, bunun sorumluluğuyla hareket edip, hesabı yine halka vereceklerini vurgulayan Başbakan Davutoğlu, "Paralel bu anlamda habis bir ur haline gelmiş. Bu unsurlar kendi doğal mecrasına girene kadar, bürokrasi açısından söylüyorum, bu unsurlarla mücadele devam edecek" diye konuştu.

Gülen'in New York Times'taki makalesi

Başbakan Davutoğlu, Fethullah Gülen'in New York Times'ta yayımlanan makalesine ilişkin soruya da şöyle yanıt verdi:

"Şu soruyu sormak lazım; dini bir cemaatin öncüsü olduğunu, hatta ceketi bile olmadığını söyleyen, görünüşte onlarca yıldır mahfiyet sahibi, köşede, orada inzivada olduğunu söyleyen birisi New York Times'a niye yazı yazar? Bu zat köşe yazarı mı? Değil. Bir akademisyen mi? Değil. Ülkeyi temsil eden memur ya da büyükelçi mi? Değil. Niye yazı yazar, niye kendi ülkesini şikayet eder, ne gördü Türkiye'den, bu hükümetten ne gördü? İyilik dışında, ülkeye sağlanan demokratik imkanları kullanmak dışında ne gördü? Gerçekten büyük bir şeyle, hissederek söylüyorum, bu ülkenin kamu düzeninden sorumlu olan birisi olarak değil, bu zata inandığı için onlarca yılını, emeğini, alın terini, helal rızkını vermiş insanlar adına soruyorum; hiç tahayyül edebilirler miydi? New York Times'ta okuduğumda yazıyı çok üzüntü duydum. Öfkelendim, nasıl olur da Allah adını, Resullah adını her şeyde zikrederek bu yere gelmiş birisi, bu topraklara ait olduğunu iddia eden birisi böyle bir yazı yazar.

Bu yazıda kendi rücu ettiği husus bu, bana üzüntü veren taraf bu, misyon bu... Eskiden gerçekten yanlış düşünüldüğü kanaatini taşırdık, aldatılıyor, çevre faktörü vesaire... Cumhurbaşkanımız kaç kere davet etti, biz davet ettik gelmedi. Demek ki bugünler için gelmiyormuş, New York Times'ta Türkiye aleyhine kampanya yapmak için gelmiyormuş. Bunu özellikle Anadolu'da gönül vermiş, öyle ya da böyle hala gönlünde muhabbet duyanlar için söylüyorum, yüreğimiz yanıyor. Hadi yazdı, ne diyor içeriğe baktığınızda. Diyor ki 'Türk, Kürt, Alevi, Sünni, gayrimüslim herkes Türkiye'de baskı altında' diyor. Ben 1 ay önce gayrimüslim azınlık liderleriyle yemek yedim, hepsi teşekkür ettiler, 'AK Parti iktidarı döneminde görmediğimiz şeyi gördük' dediler. Başdanışmanım, cumhuriyet döneminde bu makama gelmiş Ermeni vatandaşımız, o vesileyle getirmedik ama hepsi teşekkür ettiler. Niye gayrimüslimleri zikrediyor? Çünkü oradaki lobilere hitap ediyor. Türkiye'deyken muhafazakar kesimin hissiyatını hareket geçireceksiniz, oraya gidip lobilere, Rum lobisine, Ermeni lobisine 'Türkiye'de gayrimüslimler baskı altında' diyeceksiniz. Kürt meselesi senin için bu kadar önemliyse 3 senedir yürüttüğümüz Çözüm Süreci'ne niye engel olmaya kalktınız? En kritik yerlerde, emniyetteki unsurlarla  Çözüm Süreci'ni niye baltalamaya çalıştınız. Türkiye'de 12 yıl içinde Kürt vatandaşlarımızın haklarıyla ilgili katedilen mesafeyi Türkiye'deki vatandaşlarımız görmüyor mu? Alevi-Sünni farkını kışkırtmacılık gibi yapıyor. Hani müspet hareketti bu, hani Mavi Marmara'da Gazze'deki kardeşlerimize yardım için giden ve açık denizlerde vurulan kardeşlerimiz için 'niye otoriteyi dinlemediniz' diye açıklamalarda bulundunuz da Türkiye'de halkoyu ile seçilmiş cumhurbaşkanı, yüzde 52 halkoyu ile seçildi, hükümet ise yüzde 50 ile iş başına geldi. Tablo ortaya çıkıyor, vatandaşlarımız bunu görüyor."

"Bu ülkenin en loş, kör hapishanesi benim için yurtışındaki en parlak hayattan daha iyidir"

Başbakan Davutoğlu, 28 Şubat döneminde kendisinin de çok çile çektiğini ama hiçbir zaman Türkiye aleyhine konuşmadığını ifade ederek, "Bir tek akademik toplantıda Türkiye aleyhine konuştu diye çıkartırlarsa hesap vermeye hazırım. İsim vermeyeyim, üniversiteler davet ettikleri halde, düşüncem, siyasi görüşüm, inancım sebebiyle mesafe koydular. Yeni Şafak'ta yazarken yazılarımla ilgili birçok baskı gördüm, birçok şey yaşadık ama bir tek yerde bu ülke aleyhine konuşmadık. Bu ülkenin en loş, kör hapishanesi benim için yurtışındaki en parlak hayattan daha iyidir, bunu dışarıyı kötülemek için söylemiyorum ama aidiyet hissimizin nerede oldunu hissetmek için..." değerlendirmesinde bulundu.

Fethullah Gülen'in yazısının New York Times'te yayımlandığı gün, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun da "hep beraber hükümete karşı direnelim" mahiyetinde açıklamaları olduğunu, Bank Asya'ya mevduat yatıran CHP milletvekilleri bulunduğunu, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın bütün partileri İç Güvenlik Yasası'na direnmeye çağırdığını, MHP'nin de aynı çizgide bulunduğunu anlatan Başbakan Davutoğlu, şunları söyledi:

"Ne istiyorlar bunlar? Bunlar Türkiye'de bir kaos çıksın, yurtdışında itibar zedelenmesi yaşasın, kampanyalar yürütülsün ve bir başarı hikayesi ölsün istiyorlar. Emin olun mesele Türkiye meselesi değil sadece. Mesele terörle ve otoriter rejimlerle anılan İslam dünyasında bir başarı hikayesinin öldürülmesi meselesi. Belli çevreler bunu istiyorlar, bu kişiler de bu çevrelerle birlikte hareket ediyor. Artık bu mesele bir Türkiye'deki paralel yapının meselesinin de ötesine geçmiştir. Hem ulusal güvenlik hem de uluslararası bir çevrenin bundan daha oryantalist bir makale görmedim ben."

Gülen'in makalesinde "AK Parti'ye biz destek verdik" mahiyetinde ifadeler bulunduğunu hatırlatan Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Kusura bakmasın biz desteği ondan almadık. Konya'da ben milletvekili olarak hiç kimseden destek almadım, Konya'da nasırlı elleriyle dağda, bayırda çalışan vatandaşımızdan, fabrikalarda olan, çile çeken 150 yıllık, 200 yıllık bir rüya için insanlar bize destek verdi. Ya da cumhurbaşkanı destek aldığında bütün Türkiye'den aldı, Rize'den, yiğit Karadeniz insanlarından... Hiç kimseden, hiçbir özel destek görmedik, ihtiyacımız da yok, kimsenin desteğine ihtiyacımız yok, milletin desteği varken başka destek aramak gaflettir. O desteği aradığımız zaman, işte şimdi oldukları gibi Allah sizi zelil eder. Eğer milletten destek almayıp da yurtdışındaki birtakım çevrelerden destek alıp, bu ülkenin başına geleceğini düşünenler varsa, geçmişte vardı bugün de var, onlar zelil olurlar.

Biz, çileyse bu ülkede çileye hazırız, mahfiyetse her şeyi terk etmeye hazırız, nefsten uzaklaşmaksa hiçbir şey talep etmemeye hazırız ama Allah bizi hiçbir zaman bu toprakların çocuğu olarak böyle bir tutumla karşı karşıya bırakma zilletine düşürmesin. Bütün bu paralelliği Türkiye'deki gündemle bu makalenin yayımlanması arasındaki paralelliği de herkesin görmesi lazım. Kılıçdaroğlu'na önce ulusalcı olduğunu iddia eden milletvekillerinin daha çok soru sorması lazım. Niye aynı gün, niye sen 'ben gençlerle önüne çıkarım' dediğin gün New York'ta böyle bir çağrı yapılıyor. Niçin gençlerin önüne geçiyorsun? Bırak gençler yürüsün, yürüyecek misin? Sen de yürü. Molotofkokteyli alman şart mı, yüzüne maske takman şart mı, sapan alman şart mı eline? Yürü, 1 milyon kişiyi toplayabilirsen, toplayamazsın, ama yürü. Kimse seni durdurmayacak, yeter ki gösteri yaptığın yer nizami yer olsun, yeter ki kurallara uy. Diyor ki gençler gaz maskesi karşılığı için yüzlerini örtüyormuş, peki resimlerini görmedin mi Okmeydanı'nda eli sopalı, silahlı, yüzleri maskelileri, görmedin mi 6-7 Ekim olaylarında Kobani'yi bahane ederek, ellerinde silahlarla yüzlerini kapatanları. Özgürlükse bunun mücadelesini biz verdik, vermeye hazırız, bedelini de ödemeye hazırız ama böyle ucuz kahramanlıklara kalkışılacaksa anamuhalefet lideri olma vasfı kaybedilir."

İç Güvenlik Kanunu'nun siyasi partiler için tam bir sınav hali olduğunu, kanundaki maddelerinin hiçbirinin AB standartlarının gerisinde bulunmadığını dile getiren Davutoğlu, kanunla ilgili objektif ve tahrik etmeyen sorular gelirse cevaplamaya hazır olduklarını, yanlışları düzeltebilceklerini kaydetti.

Kobani bahanesiyle yaşanan 6-7 Ekim olaylarını hatırlatarak, "Biz o manzaralardan sonra Türkiye'yi Suriye'ye döndürmek isteyenlere fırsat mı veririz zannediliyor?" diyen Davutoğlu, Demirtaş'ın o günlerde "çıkın sokağa" diyerek tahriklerde bulunduğunu, bugün de Kılıçdaroğlu'nun "çıkın sokağa" dediğini, Bahçeli'nin de buna destek verdiğini söyledi.

Davutoğlu, "Bunlar şunu gösteriyor, üçünün de anlaştığı, arkalarında da Pensilivanya'daki, New York Times'a yazı yazan yeni köşe yazarının anlaştığı husus şu; hepsi bir kaos istiyor, seçimden önce bir kaos. Biz, bunu hissettiğimiz için şu ana kadar 55'e yakın vilayetimizi dolaştım. Neden, çünkü çizmeyi giymeden, halkın içine girmeden Ankara'dan siyaset yapmak mümkün değil. Halk bunları görüyor, bu kaos beklentilerine karşı da biz Çözüm Süreci'ni yürüteceğiz, kimsenin ne dediğine bakmadan ki göz yaşartıcı tablolarla karşılaşıyoruz" dedi.

Manisa ziyareti sırasında, bir annenin, oğlunun Şırnak'ta bulunduğunu ve kendilerine emanet olduğunu söylediğini, bir başka kişinin de "Askere gidiyorum Sayın Başbakanım. Dua edin" dediğini aktaran Davutoğlu, "Diyarbakır'da, Diyarbakır anneleri geldiler. 'Dağa kaçırılan çocuklarımızı kurtar Sayın Başbakanım. Size emanet' dediler. Biz o emanetlerin hakkını verelim diye gözümüze uyku girmedi, girmeyecek. Biz bu emanetlerin davası peşindeyken, birileri siyaset dizaynı yapıyorsa, birileri küçük hesapların içine girmişlerse biz o hesaplarla ne geri adım atarız, ne inandığımız değerlerden döneriz, ne yılarız, ne bıkarız, ne de yoruluruz" diye konuştu.

"Başkanlık sistemiyle ilgili ne düşündüğü ve bu konuda nerede durduğu" sorusu üzerine Davutoğlu, başkanlık sisteminin, Türkiye'de iki aydır değil, yıllardır gündemde bulunduğunu, yeni bir olgu olmadığını belirtti.

Bu konuda da meselenin öncelikle sistem ve ilke bazında ele alınması gerektiğini kaydeden Davutoğlu, "O anlamda son başkanlık sistemi tartışması etrafındaki tartışma ortamını, psikolojisini doğru görmüyorum. Yani hepimizin öncelikle Türkiye'nin geleceğiyle ilgili bir konuyu tartışırken soğukkanlı bir şekilde ve rasyonel argümanlarla tartışmamız lazım. Olayı kişiselleştirmeden ve kesinlikle bir karşılık içine girmeden tartışmamız lazım" diye konuştu.

Başbakan Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Nihayet sistem parlamenter sistem de olsa başkanlık sistemi de olsa bu ülkenin sistemi olacak. Şöyle bir argüman, 'başkanlık sistemiyle otoriter yapılara geçilir'. Delilin ne? Yani politika, siyaset bilimi okuyan en iptidai düzeyde olan kişiler de bilir ki demokrasi, başkanlık sistemiyle de yürür, geçerli hale gelir, uygulanır, parlamenter sistemle de. Mukayeseli siyasi çalışmaların hepsinde bunlar demokratik sistemlerdir. Otoriter bir eğilim varsa parlamenter sistemden de çıkabilir. Weimar Cumhuriyeti, Almanya'da, parlamenter sistemin ilk tecrübeleri, 1. Dünya Savaşı öncesi Hitler'i çıkardı. Başkanlık sisteminden de çıkabilir, parlamenter sistemden de. Önemli olan şu siyasi zihniyet ve olaya nasıl baktığınız. Bir defa insan haklarına inanan, evrensel temel ilkelerden hareket eden bir siyasi kültürün ve zihniyetin olduğu yerde başkanlık sistemi de hürriyetçi, özgürlükçü olur, parlamenter sistemi de olur. Eğer böyle bir zihniyet, böyle bir kültür gelişmemişse her ikisinde de otoriter yapılara gidiş olur. Yani normatif olarak 'Başkanlık sistemi otoriterdir, parlamenter sistem demokratiktir' diye bir ayrım yapmak siyaset bilimi açısından cehalettir. Ben öncelikle hani başbakan olarak değil, kavramları netleştirmek bakımından buna önem veriyorum."

Davutoğlu, "İkincisi Türkiye'de pür parlamenter sistem oldu mu? Bu da ayrı bir soru. Sanki öyle bir kanaat var ki pür parlamenter bir sistem gayet iyi işliyordu da bir gün Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak, AK Parti veya belli bir siyasi yaklaşım içinde olanlar, Türkiye'de çok iyi işleyen bir parlamenter sistemden aldılar, başkanlık sistemine geçmek istiyorlar. Böyle bir şey de yok" ifadesini kullandı.

"Bu, vesayetçi bir yapı"

Başbakan Davutoğlu, şunları söyledi:

"Türkiye'de cumhurbaşkanlığı makamı niçin bu şekilde tartışmalı hale geldi. Bunun sorumlusu AK Parti değil ki. Bunun sorumlusu Türkiye'deki cumhurbaşkanlığı sistemini, devlet başkanlığı diyeyim hatta, çünkü bunun içinde Evren de var, yani darbe lideri olarak, cumhur seçmediği halde iş başına gelmiş, getirenler bu makama bir rol biçtiler. AK Parti'nin, bana sorarsanız, yaptığı en büyük devrim, yani çok yol yapmamız, dış politikada şu faaliyeti yapmamız, çok büyükelçilik açmamız falan değil. Bir özgüven, iki daha önemlisi Türkiye'de AK Parti iş başına gelene kadar başbakanlara ve millet iradesiyle parlamenter olduğu varsayılan sistemde iş başına gelenlere şu deniyordu; 'Sen şunlarla ilgilen. Yani yol yap', Menderes'e denen. Karayolları, yollar hep o dönemde yapıldı. 'Baraj yap', Demirel baraj kralıydı. Özal'a da 'dünyaya Türkiye'yi aç'. 'Ama zinhar devletin yüksek stratejilerine karışma'. Kıbrıs politikası ne olacak? 'Onu Milli Güvenlik Kurulu'nda bir daire bilir'. Türkiye'de Kürt sorununa nasıl yaklaşılacak? 'Ona sen karışamazsın, bu 100 yıllık meseledir, bir karışırsan ortalık dağılır'. Efendim Alevi sorunu ne olacak? 'Milli güvenlik meselesidir, Milli Güvenlik Kurulu bilir'. Başbakanların alanları sadece lojistiğe ayrılmıştır tabiri caizse. AK Parti'nin, yaptığı devrim nedir? Türkiye'nin dış politikasında da ekonomisinde de stratejisinde de temel demokratik alanlarda da kararın ancak ve ancak seçilmişler tarafından verilmesi gerektiğidir, fikridir."

Davutoğlu, "Neydi biliyor musunuz? Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı, bir kurucu devlet başkanı olarak ve cumhuriyete geçişle birlikte zaten üzerinde bir konumdaydı. İnönü devlet başkanı ve parti başkanlığını neredeyse birleştiren bir otoriter yapıya işte eğer CHP rahatsızsa o dönemi, onu bildiği için belki de rahatsız oluyor. Daha sonra Bayar, Menderes şeyi. Aynı partiden gelmekle cumhuriyetin kurucu kadrolarındandır Bayar, onun bir ağırlığı içinde" görüşünü dile getirdi.

Başbakan Davutoğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Ama esas 27 Mayıs'tan sonra cumhurbaşkanlığı makamı şöyle görüldü, 'Halkın seçtiği kişiler, yaramaz çocuk gibidir tabiri caizse. Her an yoldan çıkabilirler. Yukarıda birisi otursun ve oraya müdahale etsin. Yoldan çıkıldığı zaman şöyle bir düzene konsun'. Bu, millete olan güvensizliktendi. Bir vesayet rejiminin kurumu gibi görüldü, cumhurbaşkanlığı ve devlet başkanlığı gibi son derece mübarek ve temsil bakımından önemli bir makam. Bu yüzden de 27 Mayıs ihtilali sonrasında herkes, bir gelenek neredeyse oluştu, genelkurmay başkanlığından sonra gelinen makam. O bakımdan hesaplar yapılırdı eskiden. En çarpıcı hesap 1977, Demirel ile Korutürk'ün ihtilafa düşüp iki ayrı kuvvet komutanı iş başına getirmek için büyük rekabet sürdü. Sebep? Çünkü Genelkurmay hiyerarşisi içinde hangi kuvvet komutanının, nereye geleceği bir sonraki devlet başkanını da belirleyeceği için önemli görülüyordu. Aradan Kenan Evren çıktı biliyorsunuz o ihtilaftan. Bu vesayetçi bir yapı."

"Bugün tartışılan şey parlamenter sistemin başarısızlığı değildir"

12 Eylül'den sonra bunun daha da kurumsallaştığını vurgulayan Davutoğlu, 12 Eylül Anayasa'sının, hiçbir hesap verme sorumluluğu olmayan ama çok büyük yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanlığını öngördüğünü kaydetti.

Davutoğlu, "O anayasayı yazanlar, cumhurbaşkanının hep ya asker ya da yani bürokrasinin onay verdiği bir isim olacağını düşünerek yaptılar. Bir gün Abdullah Gül'ün, hatta Özal'ın, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın geleceğini düşünerek yazmadılar. Yazsalardı başka türlü yazarlardı. Onu engellemek için ne olur diye yazarlardı" görüşünü dile getirdi.

Davutoğlu, şöyle devam etti:

"Özal'ın o yıllarda ne çileler çektiğini hepimiz biliriz. Şimdi böyle bir süreçten geliyor. Burada parlamenter sistemin seçtiği başbakan, parlamenter sistem işliyor olsaydı, Özal o kadar çile çekmezdi, en ufak kararda Evren'i ikna etmeye çalışmazdı. 28 Şubat'ta rahmetli Necmettin Erbakan'ı, hocamızı, MGK önünde, sınava çıkmış çocuk gibi bir muamele, yani terletmek için o yaşta, o itibarda, o cehdi, gayreti göstermiş bir insanı, orada, Milli Güvenlik Kurulu'nda hesap veren başbakan durumuna, hani savunan adam noktasına gelmezdi."

Parlamenter sistemin işletilmediğini ve buna izin verilmediğini ifade eden Davutoğlu, "Dolayısıyla bugün tartışılan şey parlamenter sistemin başarısızlığı değildir. Parlamenter sistem olup da başarılı olan son derece iyi örnekler var. İngiltere örneğinde, 200-300 yıla giden parlamenter sistemi var" dedi.

Almanya örneğinin daha da çarpıcı olduğunu dile getiren Davutoğlu, "Almanya var. O da ayrı bir varsayımdır. 'Başkanlık sistemine geçildiğinde federal yapıya geçilir'. Hayır. Parlamenter sistem olmakla birlikte Almanya federal bir devlettir. Yani bunun illa böyle olması da gerekmiyor. Bu kurallar öylesine yerleştiriliyor ki alternatifler daraltılsın" diye konuştu.

"Bu kişisel bir mesele değildir"

Parlamenter sistemde zorluk çeken herkesin bu fikirleri savunduğunu anımsatan Davutoğlu, şunları kaydetti:

"Özal da savundu, Demirel de savundu, Erbakan hoca da savundu, Türkeş de savundu. Çünkü bir çıkış yolu arıyorlardı. Açık söyleyeyim, reaktif savunuldu. Yani buradaki her yanlışlık şurada kurtulacak, çözülecek gibi. Doğru dürüst, sağlıklı bunu tartışamadık. Şimdi yapmamız gereken, ben şeyde mesela çok ümitlenmiştim, açık söyleyeyim, iki sefer bu konuda. 2007'de 367 fırtınasını yaşadıktan sonra ki bugünkü seçilmiş cumhurbaşkanına da AK Parti kendi iradesiyle gelmedi. Zorladılar bizi. e-muhtıra olmamış olsaydı, 367 yaşanmamış olsaydı, normal süreçte halk seçip, tartışma bile belki olmayacaktı. Ama bugün halkın seçtiği cumhurbaşkanı yetkileri konusunda spekülasyon yapanlar, onlar bu işin müsebbibi olacak şekilde o zaman CHP, 367 safsatasının arkasında durdu. Şimdi buradan zorlanarak sistem, zorlaya zorlaya ve zorlana zorlana bir yere geldi. Düşünün Ecevit'le Sezer'in yaşadığı bir kitap atmakla sistemdeki bir kriz, bir uyum krizi, ekonomik krize dönüştü."

Davutoğlu, "Bu yetki karmaşası, kargaşası içinde ancak kişisel ilişkilerin iyiliği ve bir dava ahlakıyla AK Parti iktidarları bu meseleyi aştı. Gerek, Sayın Abdullah Gül, Sayın Recep Tayyip Erdoğan, hani iki cumhurbaşkanı olarak devir teslim esnasında, bütün o süreçte olanlar, şimdi de bizim hem cumhurbaşkanımızın hem benim sahip olduğumuz dava ahlakı ve kişisel ahlak ki bunları tartışma konusu yapmayız, ne o yapar, ne ben yaparım, Türkiye'nin istikrarı açısından önemli bir unsur haline geldi. Çünkü sistem başka türlü yürümüyor" ifadesini kullandı.

Başbakan Davutoğlu, şunları söyledi:

"Halbuki sistem dediğimiz şey, mesela Belçika'da çok uzun krizler yaşandı, hükümet kurulamadı. Kimse fark etmiyor. Neden? Çünkü sistem işliyor. Şimdi Türkiye'de bu anlamda başkanlık sistemi de dahil olmak üzere bu konular ele alındığı zaman önce birkaç şey sormamız lazım. Bir, bu kişisel bir mesele değildir. Şu kişiyi bu makama getirmek ya da bu kişiyi o makamdan uzaklaştırmak için sistem tartışması yapılmaz. Sistem bir kere kurduğunuzda 50-100 yıl işleyecek şekilde inşa edildiği zaman yürür. Makyavel'in söylediği çok çarpıcı bir misal vardır. 16. yüzyıl, 'Osmanlı Devleti gibi bir devleti kurmak çok zordur, kurduktan sonra idare etmek çok kolaydır. Fransa gibi bir devleti kurmak çok kolaydır ama kurduktan sonra idare etmek mümkün değildir'. Önemli olan öyle bir sistem kuralım ki bu sistem, bu siyasal sistem hem ülkenin ihtiyaçlarına cevap teşkil etsin hem geçmiş bütün olumsuzluklardan gerekli dersler çıkartılarak, rasyonel bir zemine oturtulsun hem de temel siyasal zihniyeti, kültürü yansıtsın. Bu çerçevede olaylara bakmak gerektiği kanaatindeyim."

Davutoğlu, "Türkiye'de şu anda seçilmiş cumhurbaşkanı, seçilmiş başbakan, ikisi de güçlü motif olarak, her ikisi de ülkesi için koşturduğunda büyük bir sinerji doğar. Elhamdülillah bu sinerji doğdu. Bu sinerji ülkede yeni bir heyecan da oluşturdu. Her yerde gördüğümüz" ifadesini kullandı.

"(Başkanlık Sistemi'ni getirmek istiyoruz) diyor musunuz" sorusunu yanıtlayan Davutoğlu, siyasal sistem tartışmasını başkanlık sistemi öncelikli olarak soğukkanlılıkla yürütmek gerektiğini ifade etti. AK Parti'nin bu konuda dogmatik bir tutumunun bulunmadığına işaret eden Davutoğlu, "Öyle bir kanaat var ki sanki AK Parti çok dogmatik bir şekilde tutum takınıyor, diğerleri daha esnek. Hayır" diye konuştu.

AK Parti’nin bütün seçim beyannamelerine bakılması gerektiğini dile getiren Davutoğlu, "2001 kurucu belgeleri, 2002, 2007 seçim beyannamesi, 2011 seçim beyannamesi illa ve mutlaka başkanlık sistemi dememiş ama özellikle 2007’de parlamenter sistemin güçlendirilmesi 367’ye karşı ama buna bir düzen getirmek lazım. Artık geri dönüş mümkün değil. Seçilmiş bir cumhurbaşkanı referandumla tayin edilmişse..." ifadesini kullandı.

Davutoğlu, 2007’de katılımcı bir TBMM oluştuğunu, BDP, MHP, AK Parti, CHP'nin Meclis'te bulunduğunu ve o zaman ümitlendiğini ifade ederek, o zaman yeni bir anayasal tartışma yapılabilecek bir zeminin belirdiğini, Dağlıca baskınına kadar da bunun yapıldığını belirtti.

Uzlaşma Komisyonu'nun 2011'den sonra anayasa için oluşturulduğunu anımsatan Davutoğlu, "Bu komisyonlarda hiçbir katkıda bulunmayan muhalefet partileri, şimdi başkanlık meselesi gündeme geldi diye rahatsızlık beyan ediyorlar. Burada herkesin eteğindeki taşı ortaya koyması, sağlıklı bir tartışma içinde seçilmiş bir cumhurbaşkanı, halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı gerçekliğinden sonra bu meseleyi başkanlık sistemini de öncelikli olarak konuşmamız lazım" değerlendirmesinde bulundu.