Ne hikmeti varsa, Parlamenterlerimiz, “TCBMM”ine ayak basar basmaz, mensubu bulundukları millet onlar için sadece “araç olarak” değer taşımakta ve sonrasına boş vermektedirler. Meselâ; “adaylığını koyduğu filanca parti’nin seçmen oylarıyla Parlamentoya girdikten sonra, mensubu bulunduğu partiye küserek, bir başka partiye geçebilmekte ve böylece, bir partinin seçmenini aldatmış olmaktadır....” Böyle durumlar zaman, zaman “oy transferi” işlerinde de hayli fayda sağlamaktadır, hem de seçmenin böyle bir durumda mağdur olup olmadığı hiç mi hiç düşünülmeden!..
Bu durum niçin böylesi bir çarpıklık içinde varlığını sürdürebilmekte ve bir türlü düzgün şekilde rayına oturmamakta, muhtelif yanlışlar, doğrulara dönmemektedir?... 
Dönmemek değil, dönememektedir çünkü, insanoğlunun dünyevi çıkarları ağır basmakta, değil millet, vatan sevgisi dahi mezkur ölçüler dahilinde dikkate alınmaktadır!... 
Denecektir ki, bu yazdıkların cümle âlemin bildiği bir husustur. Sen yeni mi fark ettin?... Yalnız ben değil, cümlemiz yeni fark etmiş sayılırız! Çünkü, şayet onun asıl boyutlarını bir nebze olsun görebilmiş olsaydık, bu çarpıklık, günümüzdeki boyutlara kadar uzanamazdı!
Nerelere kadar mı uzanmıştır? Hemen belirtelim, üzerinde sözde titrediğimiz kadınlarımızdan ilk ananın (Oros..) olduğunu ileri sürebilen hayasızlar var olduğu ve hiç mi hiç tenkite uğramadıklarına göre, böylesi değerli bir varlığı iğrenç şekilde dil uzatabilecek derecede edepsiz, hayasız kimseler rahatlıkla böylesi yakıştırmalar üretebildiklerine göre, nerelere kadar varıldığını varın siz düşünün?... TV ekranlarında yayıla, yayıla koltuğa yerleşerek, fahişelik için, “Dünyanın ilk mesleğidir” diyebildiğine göre, zaten söylenecek söz kalmamaktadır?.. 
Peki, bizler yanı halk bu konuya parmak basmaya lüzum görmüyor ve nasıl olsa bizim büyüklerimiz var, onlar bu durumu düzeltirler. Diyorsa ki, bunda haklıdır ve Parlamenterlerimiz bunun için maaş alıyor. Ancak, son günler içinde Parlamentomuzdaki, siyasî ve yolsuzluk çatışmaları kapsamında meseleye eğilecek olursak, karşımıza çıkan manzara hiç de iç açıcı değildir: “10 Ocak 2014 Cuma”. Zira Devletimizin üst düzeyinde hizmet veren “Savcı, Hâkim, Bankacı ve Emniyet mensuplarından bazıları”!.. 
Böyle bir durumda, millî mazimizin Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun son yıllarına kadar uzandığını düşünmemiz bile, günümüz Türkiye’sinin ne korkunç tehlikeler içinde bocaladığını görebilmek için, kâhin olmaya lüzum yok!... 
Gazi Hazretleri’nin, yeni bir Türkiye inşa etmeleriyle birlikte, Osmanlı’dan, yeni Türkiye’ye bulaşan, ülkeleri yok edici bir güce sahip menhus bir virüs’ü de yok edebilmek için ellerinden geleni yapmış ve bahse değer derecede mücadele vermişlerdi ki, Türkiye’nin en büyük talihsizliği Gazi Hazretleri’nin hiç beklenmedik bir zamanda, amansız bir hastalığa yakalanarak, aramızdan ayrılmaları olmuştur!... 
ABD’nin ülkeleri tamamen kontrolü altına alabilmesinin, başlıca ve en güçlü silâhı: “Hürriyetin sağladığı imkânlarla”, daha güçlü bir vatana sahip olabileceği(!) inancını aşılamaktı. Oysa, adına hürriyet denen cazip nesnenin de hudutları olduğunu kimse düşünememekteydi!... 
Temel inancının, “Fransa İhtilalinin” kanlı mazisindeki iğrenç geçmişinden kaynaklandığını Fransız halkının nasıl bir oyuna getirildiğini sonradan anlayıp, ünlü Korsikalı General Napoléon Bonaparte’ın (1769-1821) İmparator oluşu karşısında herhangi bir menfi tepki göstermeyip, tam aksi millî kahraman kabul etmesi, bu tezimizin ne derece geçerli olduğunun başlıca ispatıdır. 
Şayet bizler Fransa İhtilâli ve Bonaparte’ın İmparator oluşunun hikâyesini yabancıların kaleminden değil de, kendi imkânlarımız aracıyla öğrenmiş olsaydık, belki eksik tarafları olabilirdi, ama en azından gerçeğe en yakın olan bir bilgi edinmiş olurduk ki, zaten esas olan da budur!.. 
Görülüyor ki, Parlamenterlerimizin, Cihana bakış açılarının temel fikir yapısı; kısmen de değil, tamamen yabancı devletlerin bizlere aşılamak istedikleri görüşlere göre tezgâhlanmış sakat bir görüş yapısına sahiptir. Yanî, dış âlemle ilgili fikir yapımızın bir nebzesi olsun bizim olmayıp, yanlış yamalak değerlendirmelerin ürünleridir!... 
Amerikancılığın benimsendiği 1950’lerin başlarından günümüze nice köprülerin altından nice sular akmıştır... Ancak çok enteresandır, ABD’nin ektiği tohumların hemen hepsi de ABD’nin istediği yönün dışına asla çıkılmadan varlığını sürdürebilmiştir. Meselâ: “Sovyet-Rusya” taraftarı olarak gördüğümüz Türkiye’deki, “Sol cenahlar”, aslında ABD tezgâhının ürünü olmaktan gayrı hiçbir şey değildi. Keza, “Maoizm” gibi kökü Kızıl-Çin’e dayanan illegal fraksiyonlar da yine ABD ürünü faktörlerdir. 
Gelelim sağ cenaha, bu cenah da, hemen her nevi siyasî akımının ABD kökenli olmasından asla şüphe edilemez!.. Üstelik, Washington’a göre değil, New-York’a göre düzenlenen bir yapıya sahiptir. 
Türkiye’mizin, var olma gücünü iki faktörden elde ettiğini (Ordu ve Din) Batı’nın Emperyalist Devletleri bizlerden daha iyi bilmiş ve bizleri bu iki erişilmez gücün sağladığı hudutsuz kuvveti yok edebilmek için muhtelif entrikalara başvurmuş ve de hâlâ iblisliklerini devam ettirmektedirler... 
Bu hususta ilk el attıkları unsur, Dinimiz olmuş ve muhtelif mezhep ve tarikatlar meydana getirerek, esas İslâm buyruklarını geri plâna iterek, milletimizi daha ziyade hurafeler peşine sürükleme çabası göstermişlerdir. 
Şanlı Ordumuz ise mezkûr hareket içinde sistemli şekilde yıpratılabilme taktileri uygulanarak, nihayet arzu ettikleri kıvama getirebilmişler ve böylece günümüzdeki durum zuhur etmiştir. Ancak, bütün bu karmaşık ortam içinde bir mutlu gerçek de kendiliğinden meydana çıkmıştır ki, o da şudur: Bütün yıpratabilme uğraşlarına rağmen, Türk Ordusu’nun bir bütün teşkil etme felsefesinin dışına asla çıkmadığı ve de “Atatürk çizgisini” esas almanın prensibini asla terk etmediği, aziz milletimiz başta olmak üzere, bütün dünya tarafından görülmüş ve böylece ülkemizin düşmanları başta olmak üzere, bütün dünya şu hususa şahit olmuştur ki: “Türk Milleti umum hayati kuruluşlarıyla, bölünmez bir bütündür!” 
Ne var ki, “su uyur düşman uyumaz” misali, bir takım beklenmedik nahoş hadiseler, yine de ülkemiz düşmanlarının iğrenç tasarılarında hayli mesafe almış oldukları acı da olsa görülmektedir. Bugünkü Gazetelerde: “8 Uzman Çavuş’un, çocuk denecek yaşlardaki kız çocuklarını fuhuş pazarında pazarlayan bir şebekede yer aldıklarını iddiası ile tutuklandıklarını okumaktayız?! “13 Ocak 2014 Pazartesi”. Keza, “Çocuk gelin faciaları”, “Prim hortumcuları”, dahası “Hakimler Savcılar Yüksek Komisyonunun” yapısını (HSYK) değiştirecek yasa teklifi görüşen “Adalet Komisyonu”nun ilk iki günü yumruklu-tekmeli geçmiş, yeni oturumda yine arbede meydana gelince, TBMM kapısına her ihtimale karşı bir ambulans getirtilmiş. 
Bütün bunlar ülkemizin “Devlet Çatısında” onarılması icap eden bazı çatlaklar olduğunu belirtmektedir. Bu niçin böyledir? Böyledir çünkü, 1946’lardan sonraki yıllarda bizler uygulanan yanlış dış politikalar sebebiyle, ülkemiz “Millî Birlik ve Beraberlik” ilkesinden kademeli şekilde uzaklaşmaya başlamış, 1950’lerin başlarında ise, ABD’nin, Sovyet Rusya’ya karşı değerlendirdiği bir “İleri Karakolu” konumuna gelmiştik. “Marşal Yardımı” gibi kadife eldivenle sunulan ABD’ye kesin bağlılık faktörü ise, zaman içinde bizleri iktisaden de bağımlı olmak talihsizliğine uğratmıştı ki, bu ağır yara bir türlü kapanmak bilmemektedir. Zira, bizler dış politikada yıllar yılı hata üstüne hata işleyerek, sadece “günü kurtarabilme” tedbirlerine başvurmuş, uzun vadede ülkemizi nasıl sağlam bir duruma getirebiliriz gibi ciddi tedbirlere eğilmeyip, olanla yetinebilmenin ucuz yahnisine razı olmuşuz!... 
Olanla yetinebilmek ise, doğrudan “ABD’nin iktisadi yardımına” ihtiyaç hissettiren bir durum meydana getirmektedir ki, bu durum bizlerin ABD bağlılığını daha da güçlü duruma getirebilecektir. Zira borç bini aşınca zaten borç sayılmaz, zira alacaklı ile masaya oturduğunuzda hiç de hoş durumlarla karşılaşmazsınız!..
Bizim bu bağımlılık meselesinde en ziyade zarar gördüğümüz nesne, kendi millî unsurlarımızdan çoğunu yitirmiş olmamız olmuştur. ABD’nin bizlere altın kasede sunduğu “Demokrasi iksiri”, bizlerin ruh yapısını hayli bozmuş ve ortaya çıka, çıka günümüzdeki ucube insan sürüsü çıkmış!.. 
Hele kadınlar dünyası gerçekten bir âlemdir: kimi tam kapalı kimi ise tam açık. Yâni aralarında uçurum var dersiniz ama, o sadece lafta kalır. Zira, her iki cenah da, erkek arkadaşlarıyla umumi mahallerde sarmaş, dolaş dolaşabilmekte böylece dünyevi zevklerden de nasibini alabilmektedir!.. 
Seksi tabirler, orta da değil, ilk üst sınıflarda boy göstermekte ve eş değiş tokuşuna kadar iş vardırılmaktadır... Meselâ: (Kız! Seninki gene Ayten’le çıkıyor...) gibi kelamlar duymak artık tabii olmuştur!.. 
Evet bu yazdıklarım hemen hiçbirimizin meçhulü değildir, denecektir. Yanî bunları yazmakla halkımızı ne hususta uyarıyorsun diyebilirsiniz ve deseniz de hakkınız vardır. Ve lâkin, bir hususu dikkate alacak olursak, hemen hiçbirimizin veya çoğunluğumuzun pek dikkat etmemiş olduğu bir gerçekle burun buruna geliriz ki, o da şudur: Bu sütunda bugün yazılanlar, bizleri yanî Türk Milletini değil, bizlere yabancı olan bir halkı temsil etmekte olduğu, gözlerimizden kaçmaktadır. Zira, gerçek olan şu ki, bizler milli benliğimizi hemen, hemen bitirmek üzereyiz! Evet gerçek olan budur!.. 
Evet, bizler bir muhteşem İmparatorluğun devamından meydana getirilmiş bir ülkeyiz! Ancak, o İmparatorluğun da kendine has özellikleri vardı ki, bizler onu da yitirmiş durumdayız!.. 
Günümüzde ne Bizans’ın ve ne de Osmanlı’nın millî yapıları mevcut değildir. Meselâ: Bizans, Batı Haçlıları önünde yükselen muhteşem bir Şark Haçlılığı idi ve IV. Haçlı Seferi’nden sonra bir daha toparlanamamak kaydı ile yavaş, yavaş millî varlığını yitirmeye başladı ve onun yerini alan Osmanlı-Türk İmparatorluğu ise 1700’lere kadar bütün Cihana parmak ısırtacak derecede muhteşemden de öte bir varlık sürdürmüştü. Daha sonra ise, Batı karşısında bir varlık gösteremez olmuş, teknolojik açıdan herhangi bir ilerleyiş gösteremediğinden, Batı’nın hâkimiyetine mani olamamış ve böylece günümüze kadar gelinmiştir... 
Bizler kendimize olan güvenimizi öylesine yitirmişiz ki, futbol alanında başarılı olan zencilerden medet bekler duruma gelerek, milyonlar sarf ederek elde ettiklerimizin, bizlere kazandırdıkları maçları, “Türkiye’nin galibiyeti” görebilecek derecede, basiretsizleşmişiz!?.. 
Büyük Vlânga Limanı’nda yapılan kazılarda bulunan Bizans ve daha başka medeniyetlerden kalma onca bulguya rastladıkça, hayretler içinde(!) kalmakta ve Yeni-Kapu kazılarında gözlerden uzak kalmış bulgulara rastlanmakta olduğunu iftiharla cihana ilan etmekteyiz. 
İlk şu noktayı aydınlatmak lazımdır: Kazının yapıldığı mahal, Yeni-Kapu değil, Büyük Vlânga (Lânga) Limanıdır ve Aksaray’a kadar uzanan muazzam cadde ise, mezkûr limanın uzantısıdır ki, mevzubahis limana yanaşan ticaret gemilerinin boşalttığı mallar, oradan alınarak Aksaray’daki merkezden bütün Konstantiniyye’ye dağıtılırmış. 
Yeni-Kapu ise günümüzdeki tren istasyonunu deniz tarafına düşen mahaldir. Ve bu tarihi semti denizi doldurarak meydana getiren ise, Osmanlı-Türk İmparatorluğu’dur. 
Ne gariptir ki, muhtelif kazılarda her daim yabancılara ait kalıntılar bulunmakta da, Konstantiniyye’de tamamı 700 yıla yakın bir mazisi olan Osmanlılarla alakalı herhangi bir bulguya rastlanmamaktadır!?.. Acaba bunun hikmeti ne ola ki?.. Eh! Bir gün kalkıp diyebilirler: (Görüyorsunuz, size ait hiçbir şey yok? Yanî bu ülkenin asıl sahibi siz değilsiniz!...) Eh, derler mi derler... Bizler böyle uyudukça, bir takım kışkırtmalarla yek diğerimize karşı insafsız davrandıkça, Hz.Allah korusun: Bir gün uyanırız ki, biz bu ülkede misafir dahi değiliz... 
Bu bir fantezi olmayıp, korkunç bir tehlikenin var olduğunun işaretlerini belirten numunelerden bir demet olduğunu görerek ona göre değerlendirmemiz, ve de basiretimizin açılması lazım da değil, elzemdir inancındayım! Aksi taktirde, yarınlarda çok geç kalmış olabiliriz!... 
Saygıdeğer okuyucularım, inşallah yeni bir yazımda buluşabilmek dileğimle, cümlenize hayırlı ve başarılı ömürler dilerim efendim. Saygılarımla.