Yıl 1730 aylardan 1 Ekim sabahın erken saatlerinde kıldığı iki rekât namaz sonrası sarayda öldürülen İbrahim Paşa’nın cesedi damatlarının cesetleriyle birlikte âsilere teslim edildi. İbrahim Paşa’nın cesedi İstanbul sokaklarında dolaştırılarak çeşitli hakaretlerden sonra parçalanmış bir halde Sultanahmet Meydanı’nda III. Ahmet Çeşmesi civarına terkedildi.

Peki, “Osmanlı Rönesansı” diye tanımlana “Lale Devri’ni”  sona erdiren,  bu aydın ve de yenilikçi Sadrazamın vahşice öldürülmesi olay ne zaman ve niçin kimler sebep olmuştu?

Evet, bu “Karagün” 28 Eylül 1730, Osmanlı’da kanlı Patrona Halil Ayaklanması ile başlamıştır.

III. Ahmet’in saltanatı dönemindeki “Lale Devri” Osmanlı tarihi içinde genellikle küçümsenerek ve İstanbul'daki üst düzey devlet adamının ve seçkinin kendini kaptırdığı zevk ve eğlenceler halkın hoşnutsuz olduğu bir dönemdir. “Lale Devri” diye adlandırılan dönemde sefahat konusunda biraz daha ipin ucunun kaçtığı, biraz daha halkın gözü önünde cereyan ettiği ve nihayet biraz daha saray ve hanedanın dışına doğru yayıldığından söz edilebilir. Halkın hoşnutsuz olma sebebi ise aslında yöneticilerin yapılan yenilikleri halka anlatamamaları olmuştur. Bir Batılı, dönemin İstanbul’daki Fransız elçisi, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın konağında verilen bir gece davetini şöyle anlatır:

“Laleler açtığı ve sadrazam onları padişaha göstermek istediği zaman, lalelerin açmadığı boşluklar başka bahçelerden alınan ve şişeler içine konan lalelerle doldurulurdu. Her dört çiçekte bir, çiçekle aynı seviyede bir mum yanar ve bahçe yollarına her türlü kuşla dolu kafesler asılırdı. Kameriyeler muazzam miktarda ve şişelere konmuş her türden çiçekle süslenir ve sonsuz sayıda çeşitli renkli cam lambalarla aydınlatılırdı. Bu lambalar aynı zamanda davet için özel olarak ağaçlıklardan getirilen ve kameriyelerin arkasına yerleştirilen çalılıkların yeşil dallarına asılırdı. Bütün bu çeşitli renklerin ve sayısız ayna ile yansıtılan ışıkların etkisi şahanedir. Işıklandırma ve Türk müziğinin gürültülü konseri tüm bunlara eşlik eder ve laleler açtığı sürece her gece bu eğlenceler devam eder. Bu süre zarfında Sultan ve maiyeti sadrazam tarafından yedirilir ve yatırılır.”

Ama ne denirse densin bu dönem sadece yöneticilerin zevk ve sefasıyla anılacak bir dönem değildir.

Bu dönemde Avrupa’nın büyük kentlerine elçiler gönderilmiştir. Yine İstanbul'da önemli mimari düzenlemeler yapılmış, eski yangın mahalleleri yeniden imara açılmış ve İstanbul'da dönemine göre bir kent yaşamı ortaya çıkmıştır. İtfaiye bu dönemde kurulmuş ve en önemlisi de ilk matbaa 1729’da faaliyete geçmiştir. Çiçek aşısı uygulandı. İlk deniz altı denilen “tahtelbahir” yapıldı. Daha öncesinde Ermenilere verilen bir matbaa izni; Macar asıllı bir Hıristiyan olan ve sonra Müslüman olan İbrahim Müteferrika’ya verilerek 1693’de Osmanlı devletinde Müslümanlar adına ilk matbaayı kuran kişi olmuştur. 

Başta Haliç civarı olmak üzere İstanbul'un park ve bahçelerinin lalelerle bezendiği bu yıllarda devletin maliyesinde ve ordusunda da bazı düzenlemeler yapılmıştır. Sanat alanında da Nedim (şiirde) ve Levni (nakkaş olarak) ön plana çıkmıştır.

Nedim’den İstanbul için söylediği: .

Bu şehr-i Sitambol ki bî-misl ü behâdır,

Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedadır. Meşhur dizesi günümüze kadar gelmiştir.

Ama genellikle geniş toplulukların gözü önünde yaşanan sefahat ve gelişmekte olan kent yaşamının nimetlerinden yararlanılamaması öfke birikimine yol açacaktır. Ve bir an gelip bu öfkenin isyana dönüşmesi için bir kıvılcım yeterli olacaktır. Bu arada gayrimüslimlere tanınan yeni bazı ayrıcalıklar ise İslam adına ahaliyi kışkırtmak için çok uygun bir malzeme oluşturacaktır.

Ayrıca İran'la süren savaşta uğranılan başarısızlıklar üzerine padişah III. Ahmet’in ordunun başına geçmek yerine anlaşmayı seçer. Ancak aslında padişah III. Ahmet’in İstanbul'daki tatlı yaşamı bırakarak savaşa gitmeye hiç niyeti yoktur. 

Sonuçta bu da beklenen kıvılcım olacak ve bu devire son verecek ayaklanma patlayacaktır. Eskicilikle uğraşan bir yeniçeri olan “Patrona Halil” ve “Muslu Beşe” önderliğinde patlayan isyan 28 Eylül 1730’da başladı ve dört gün boyunca İstanbul sokaklarını ele geçiren topluluklar 2 Ekim'e kadar evlerine girmediler. 

Olayın en kötü yönü ise şudur:

 “…İyice güçlenen Patrona Halil, şehirdeki bütün zindanları boşalttırıp mahkûmları serbest bıraktırdı. İşte tam bu sırada ortaya bir “Deli İbrahim” çıktı. Sırtında cüppe, başında ilmiye sarığı; gençliğinde her türlü kötülüğü yapmış, softa eşkıyası takımındandı. Orta Cami önündeki topluluğun nabzına uygun, Şeriatçı sözler etti: 

“Bugün cumadır. Ama böyle büyük bir davası olan günde ezanlar okunmaz ve namazlar dahi kılınmaz !..” Halkı dehşet havası altında sindirmek lazımdı. Bütün mahallelere ulaklar çıkarıldı, camiler ve mescitler kapatıldı, ezan ve namaz yasak edildi !.. Türk ve Müslüman İstanbul’un tarihinde tek gün, 29 eylül 1730 cuma günü, ezan okunmamış ve binlerce cami ve mescitte namaz kılınmamıştır..    29 Eylül günü, tarihlere “'İstanbul'da fetihten buyana ezan okunmayan tek gün” olarak geçti….”

Bir bölüm ulemanın da desteğini alan asiler ilk gün kentte duruma egemen olarak Topkapı Sarayı’nı kuşattılar ve padişahla pazarlığa başladılar. Ertesi gün aralarında Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile yakınlarının da bulunduğu 37 kişinin kellesini istediler. III. Ahmet çok sevdiği sadrazamına hemen kıyamadı ama direndiğinde kendi kellesinin de gidebileceğini görünce üçüncü gün İbrahim Paşa ve damatları boğdurularak cesetleri asilere teslim edildi. Ancak isyanın bununla yatışması mümkün değildi, elebaşılar padişahın da tahttan çekilmesini istediler ve istediklerini de yaptırdılar. III. Ahmet l Ekim 1730’da Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın vahşice öldürülmesi üzerine telkinler üzerine çok zor durumda kaldığını görerek yeğeni Mahmut lehine tahttan feragat ettiğini ilan etti.

I. Mahmut padişah oldu ama saray “ayak takımı’nın” denetimindeydi. Eskici Patrona Halil Rumeli Beylerbeyi olmuş, Muslu Beşe de Kul Kethüdası olarak sarayın yönetimini ele almıştı. Rivayete göre Patrona Halil eski püskü paçavralar içinde dolaşıyordu ve hiç kuşkusuz bu durum eski şatafata öfke dolu ahalinin sempatisini canlı tutmak için etkili bir yoldu. İsyan, meşruiyetini sefahate son vermekten aldığı için isyanın önderi de giyimiyle bunu temsil ediyor ve halkın desteğinin sürmesini sağlamaya çalışıyordu. Bu arada Lale Devri sırasında İstanbul'da yapılan zarif mimarı yapılar yıkılıyor, halkın öfkesini tatmin eden kitlesel ayinler gibi yıkım ve yağmalar düzenleniyordu.

“Ayak takımı” iki ay boyunca Topkapı Sarayı'na egemen olup devleti yönetirken isyanın silahlı gücü Yeniçerileri tabii ki ihmal etmediler. Devlet yeniçerilerden ebediyen kurtulmanın yollarını ararken isyandan önce 40 bin olan yeniçeri sayısı iki ay içinde 70 bine çıkmıştı. Ayrıca devletin çeşitli yüksek görevlerine de “ayak takımı” arasından atamalar yapılıyor, örneğin bir kasap Eflak Voyvodalığı’na atanıyordu.

Yaklaşık iki ay bu duruma tahammül eden yeni padişah ve çevresi kendilerini rezil ettiklerine inandıkları bu paçavralar içindeki asilerin hakkından gelmek için fırsat kolluyorlardı. Nihayet gereken örgütlenmeyi tamamladılar ve asileri ortadan kaldırmak için uygun ortamı hazırladılar. İran'a savaş açılması konusunu görüşmek üzere divan toplantısına çağrılan Patrona Halil ve 14 elebaşı 25 Kasım 1730'da sarayda pusu kuran askerlerce öldürüldü. Bunları destekleyen ulema da sürgüne gönderilirken, geri kalan asilerin 28 Ocak 1731’de ikinci bir kez ayaklanma girişimleri bastırılarak yakalananlar idam edildi. Daha önce başına hiç böyle bir şey gelmemiş olan dehşet içindeki Topkapı Sarayı'nda iki ay süren kâbus böylece bitti. Ayak takımından ve paçavralar içinde dolaşan beylerbeyinden kurtulan saray eski asaletine ve zarafetine tekrar kavuştu!

Kısacası; yerini şaşırıp “baş” olmaya kalkışan “ayaklar’da” yine yerlerine döndüler ve yeni bir deneme için uygun koşulların gelmesini sabırla beklemeye devam ettiler... İşte muhteşem imparatorluğu ne acıdır ki; buna benzer olaylarda etkin olan kişilerin yani; “ilgililerin bilgisizliği ve bilgililerin ilgisizliği,” bitirmiş oldu!..