Odmanlı aydını, Yusuf Akçura Osmanlı Türkleri ile Tatarlar’ın birliğini savunuyordu; O’na göre, “Türk-Tatar Milleti” Ural-Altayların bir grubuydu. Cengiz Han bile bu tanımın içine sokulmuştu. Türkler, Tatarlar ve Moğollar annesi Tatar olan Cengiz Han’ın ordusunu oluşturuyordu; daha sonra Cengiz İmparatorluğu’nda Türkleştiler ve bir millet haline geldiler” demiştir. Türk halkları üzerine bilgi veren “Türklük Şuuru” bölümünde Osmanlı Türkleri’ne büyük sevgi duyduklarını ve onlara yardım etmek istediklerini gösteren çok sayıda yazı yayınlamıştır. Bir yandan Yusuf Akçura, Tatar toplumunu Osmanlılar’ın ilerlemesi için bir model sayıyor; diğer yandan, Türk Yurdu, Osmanlılar için destek sağlamaya çalışıyordu. O’na göre Türkçülüğün kurtuluşunu ancak tüm Türkler’in birliği sağlayabilirdi. Türk birliği önce Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkler’in, ayrıca Türk olmadıkları halde Türkleşmiş olanların bu milli şuurdan yoksun kişilerin bilinçlendirilmesi ve Türkleşmesiyle başlatılmalıydı. Daha sonraki aşama ise Asya Türkleri ile Doğu Avrupa’ya yayılmış Türkleri birleştirerek görkemli bir Türk Milleti’ni oluşturmaktı. 

Akçura’nın İstanbul’da ilk etkinliği bir dernek kurma doğrultusunda oldu. Necip Asım ve Velet Çelebi gibi Türkçülerle görüşerek, yalnız kültür alanında Türkçü bir dernek kurulması ve bu derneğin görüşlerini yansıtacak bir dergi çıkarılması düşüncesini ileri sürdü. Çalışmalar hızla sonuca ulaştı. 1908 yılı Aralık ayında kurulan Türk Derneği’nin kurucuları arasında şu isimler vardı: Yusuf Akçura, Necip Asım Bey, Mevlevi tarikatından Velet Çelebi Efendi, yazar Ahmet Mithat Efendi, üniversite hocası Emrullah Efendi, yazar Bursalı Tahir Bey, Celal Korkmas (sonra Dağıstan Cumhurbaşkanı), tarihçi Arif Bey, ekonomist Musa Bey, dilci Fuat Raif Bey, Rıza Tevfik Bölükbaşı Bey, Ferit Bey ve Agop Boyacıyan Efendi Birazcık geriye dönersek, gerek Osmanlıcılık gerekse İslâmcılık bütünleşmeyi sağlayamamış ve dolayısıyla çöküntüyü durduramamıştır. Yavaş yavaş koca imparatorluğun çatısı iyice çatırdamakta idi. Sonuçta büyük ayrılıklar ve çatışmalar başlamıştı. 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilân ederek imparatorluktan ayrılmıştır. Arkasından Bosna-Hersek, Avusturya’ya bırakılmıştı; 6 Ekim 1908’de Girit Adası’nı Yunanistan ele geçirmiştir. 1912 Balkan Savaşı, herkesin bildiği gibi yenilgi ile sonuçlanmıştır. Bu yenilginin sonunda Arnavutluk bağımsızlığını ilân etmişti.

II. Meşrutiyet ilân edildiğinde Türkiye, devlet idaresi çığırından çıkmış bir imparatorluktu. Bütün dış ve iç ihtiraslar, mazinin muhteşem imparatorluğu üzerinde birleşiyordu.  İktidara el atan fakat tamamen de ele almaya cesaret edemeyen İttihat ve Terakki Partisi, İttihad-ı Anasır propagandası yapıyordu. Bu siyasetin iflâsını, her taraftan ihanete uğramak suretiyle görecek olan tecrübesiz parti, bir kaç yıl sonra İslâmcı, Türkçü ve hatta Turancı politikaya yönelecekti. Türk olmayan kavimlerin ayrılma istekleri karşısında, Türk kavimlerinin yaşadığı ülkeler üzerinde kendine tabii bir hak görmeye başlayacaktır. Yabancı kavimlerin ihaneti, bir gerçeği gündeme getirecektir ki bu gerçek Türk Milliyetçiliği şuuru idi. Bu akımı güçlendirmek için “Türk” adı altında çeşitli dernekler kurulacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz Türk Derneği gibi, bu derneğin amacı “Türk diye anılan tüm kavimlerin geçmişteki ve şimdiki yapılarını, çevrelerini öğrenmeye ve öğretmeye çalışmak; Türkler’in arkeolojisini, tarihini, dilini, toplumsal yapılarını ve uygarlıklarını çıkarmak” idi. Yine Türk dünyasının yazarı Ahmet Ağaoğlu (Agayef) şöyle diyordu: 

“Hayat kadar gerçek ve yine hayal kadar sınırsız olan Türk dünyasının gerçek sınırını çizmek gerçekten zordur. Asya’nın tam göbeğinde yükselen Altay Dağları’nda, Türk unsuru tarihin birçok ve çeşitli devirlerinde zaman zaman taşan ve hayatın akışına kapılarak dünyanın dört tarafına yayılmıştır. Çin’in en ücra köşelerinden Finlandiya, Lehistan, Macaristan ve Kuzey Afrika’ya kadar serpilmiştir.” Türk Ocakları’nın kurulmasına gelince, Münir Mazhar Komsay şöyle diyor:

“...Osmanlı Devleti’nin içinde bulunan çeşitli milletler, Araplar, Ermeniler, Arnavutlar, Rumlar vs ... Milli Cemiyetlerini kurmakta gecikmediler. Milliyetini bilmeyen kavim olarak yalnız Türkler kalmıştı. Türkler’e siz nesiniz (hangi millettensiniz) denilince:

-Elhamdülillah Müslümanız, diyorlardı.” 

Türklere’de milliyetlerini öğretecek ve onları her bakımdan uyarmağa, yükseltmeğe, geliştirmeğe çalışacak özel bir cemiyet kurmak fikri ilk önce Asker-i Tıbbiye’de doğmuştur. Nizamnamesi’nin ikinci maddesinde Ocak’ın amacı şöyle idi; “Türkler’in milli terbiye ve ilimi, sosyal, iktisadi durumlarını ileri götürmek; Türk ırk ve dilinin olgunlaşmasına çalışmaktır.” Yani burada kastedilen bütün Türk dünyası idi.” 

Yusuf Akçura, “Türk Ocağı’nı Orta Asya’ya açılan bir pencere, belki de Türk Yurdu ismi altında Osmanlı Devleti içindeki ve dışındaki Türkler için bir ilişki merkezi içinde gerçekleşecekti,” diyordu. Ziya Gökalp’ın, Genç Kalemle dergisinde Turan şiirini yayımlayarak başlattığı Turancılık akımı giderek güçlendi ve özellikle Türk Ocağı’nın ideolojisi haline geldi. Dünyadaki Türkleri ırksal bir toplum biçiminde ve bir bayrak altında birleştirme düşüncesi her ne kadar İsmail Gaspıralı tarafından Terceman Gazetesi’nde ortaya atılmışsa da, artık Turancılığın ideolojik öncüsü Ziya Gökalp’tı. Ziya Gökalp’a göre Turan, Farsça da Türkler anlamına geliyordu. İranlılar, Türkler’in yaşadığı toprakları “Turan zemin” yani Türkler’in toprakları olarak adlandırmışlardı. Bu nedenle tüm Türkler’in bir araya gelecekleri ülkenin adı Turan’dı. 

Kısacası; Türkler İran’ın Kuzey kesimlerinde Altaylar’a ve Moğolistan’a uzanan, böylece Doğu Rusya’nın büyük bölümünü içine alan bir coğrafî bölgede, yani Turan adlı ülkede toplanmalıydılar!