Osmanlı İmparatorluğu’nda “Türklük” düşüncesi ilk kez XIX. yüzyılın ikinci yarısında uyanmaya başlamıştır. Öncelikle hemen şunu önemle belirtelim ki; bu düşünce o dönemde “Osmanlılık ve İslâmcılık” kavramına karşı gelişen siyasal ve ideolojik bir nitelik taşımıyordu. Bu uyanışta Avrupa ülkelerinde yeni bir bilim dalı olarak ele alınan Türkoloji, yani Türkler’in tarihine, diline, kültürüne, arkeolojisine ve folkloruna ilişkin araştırmalar en büyük etken oldu. Rus, Alman, Finli, Danimarkalı ve özellikle Macar Türkologlar daha önce üzerinde durulmamış bir konuyu, Osmanlı öncesi Türklerini tartışma alanına getirdiler.

Osmanlı’da ise konuya ilk eğilen Mustafa Celâlettin Paşa oldu. Celâlettin Paşa, 1869’da Fransızca olarak yazıp yayımladığı ve “Les Turc Anciens et Moderns (Eski ve Yeni Türkler) adını verdiği kitabında Osmanlı öncesi Türkleri’de ele alıyor, tarihte oynadıkları önemli rolleri inceliyordu. Bu çalışmalar, o zamanlar Türk tarihini salt Osmanlı-İslâm için önemli bir aşamaydı. Ne var ki, Celâlettin Paşa, Polonyalı idi. Asıl adı Konstantin Borzeckiy idi. Polonya’daki ayaklanmalardan sonra Osmanlılara sığınmış, Osmanlı ordusunda görev almış ve paşalığa kadar yükselmişti. Ayrıca eserini Fransızca olarak kaleme almıştı. Bu nedenle aydınlar arasında gereken ilgiyi göremedi.

Gelişme döneminde olan Türkçülük akımı daha sonraki yıllarda, dil alanında varlığını duyurmaya başladı. Mesela, 1876’da Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmani’nin ilk bölümünü yazdı. Bu bölümde Türkçeye yerleşmiş Arapça ve Farsça sözcüklerle çeşitli Türk lehçelerindeki  sözcükleri ele aldı. İkinci bölümünde ise Osmanlıca sözcüklerin kökenini araştırdı.  Ahmet Vefik Paşa ayrıca, “Milli temele dayanan bir Türkiye tarihi “ anlayışını savunuyor, Türk tarihinin yalnız Osmanlı tarihi olmadığı görüşünü ileri sürüyor ve Türkler’in Anadolu’dan Pasifik kıyılarına kadar tüm Asya’ya uzanan büyük ve eski bir toplumun Batı kolu olduğunu savunuyordu

Ahmet Vefik Paşa okullarda okutulmak üzere yazdığı Fezlek-i Tarih-i Osman-i adlı eserinde Osmanlı Devleti tarihini “Kuruluş, Yükseliş ve Çöküş” evreleri olarak inceledi; kendisinden sonra gelen tarihçiler de genellikle bu yolu izlemişlerdi. Ahmet Vefik Paşa’nın çağdaşı olan ve Şıpka Kahramanı ünvanlıyla anılan Süleyman Hüsnü Paşa da o dönemdeki Türkçülük akımlarının önemli adlarından biridir. Mekâtib-i Askeriye Nazırlığı (Askeri Okullar Müdürlüğü) görevinde bulunan Süleyman Paşa, Türkçülüğü askeri okullarda yaymak için büyük çaba göstermiştir. Süleyman Paşa Sarf-ı Türki (Türkçeye ilişkin Gramer) adını verdiği eserinde Türklerin konuştuğu dile Osmanlıca değil Türkçe denmesi gerektiğini savunuyordu. 1876’da yayımladığı Tarih-i Âlem’de eski Türkler’i de inceledi. Bu çalışma yeni bir yaklaşım getiriyordu.

“Tarih-i Âlem, ülkemizde ilk kez Çin kaynaklarına dayanılarak yazılmış eserdir. Süleyman Paşa, bu eserinde özellikle Fransız tarihçisi De Guignes’in; Türkler’e, Hunlar’a ve Moğollar’a ilişkin araştırmalarından yararlanmıştır. Süleyman Paşa bu konuda şöyle diyordu: “Askeri okulların müdürlüğüne getirilince, bu okullara gereken kitapların yabancı dillerden çevrilmesi işini uzmanlara bıraktım. Ancak, sıra tarihe gelince, bunun çeviri yoluyla yazdırılamayacağını düşündüm. Avrupa’da yazılmış kitapları ya dinimize ya da, Türklüğümüze ilişkin karalamalarla doludur. Bu kitaplardan hiçbiri çevrilip, okullarımızda okutulamazdı. Bu nedenle okullarımızda okutulacak tarih kitabını yazmayı üstlendim.” 

“Türk olmak” bilincinin gelişmesine katkıda bulunan bir diğer yazar Şemseddin Sami’dir.  Şemseddin Sami 1899’da yayımladığı Kamus-i Türkî adlı sözlükte Türkçe sözcüklere büyük ağırlık verdi. Osmanlı adının bir devlet ünvanlı olduğunu, oysa Türk ırkının ve dilinin Osmanlı Devleti’nden çok önceleri de yaşamış bulunduğunu ve bu nedenle Osmanlıca adında bir dil olamayacağını ileri sürüyordu. Şemseddin Sami’nin kaleme aldığı ilk sözlük Kamus-i Fransevî’ idi. Bu sözlükte 1885’te Fransızca’dan Türkçe’ye ve 1887’de Türkçe’den Fransızca’ya olmak üzere iki cilt halinde yayımladı.

Dil ve tarih alanlarından gelişen Türkçülük akımı 1880lerden sonra gazete ve dergilerde “Türk” kavramına değişik biçimde yaklaşılmasına yol açmaya başladı. Artık, basında “Türk Millet-i Necibesi” (Soylu Türk Milleti) biçiminde Türklüğe ilişkin övgüler görülüyordu. Oysa o döneme kadar Osmanlı’da padişah dışındaki üst yöneticiler tarafından  “Türk olmak” aşağılanmakla bir tutulurdu. Onlar soylu olmayı Osmanlı olmakla eşit tutuyordu. Türkçülük ve Millet olmanın farkına varmak hızla yayılıyordu. 1897’de Türk-Yunan Savaşı başlangıcında Mehmet Emin Yurdakul’un, son derece saf bir Türkçe ile yazdığı:

                Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur,

Sinem özüm ateş ile doludur,

İnsan olan vatanının kuludur,

Türk evladı evde durmaz, giderim; dizeleriyle başlayan Cenge Giderken adlı şiiri kamuoyunda geniş yankılar yarattı. 

1898 yılında Bursa eski milletvekillerinden Mehmet Tahir Bey’in “Türkler’in Ulum ve Fûnûna Hizmetleri” (Türkler’in Fen Bilimlerine ve Diğer Bilimlere Hizmetleri) eserinde, kitaplarını Arapça yazan birçok yazarın Arap bilim ve uygarlığının düşünürleri olarak kabul edilmemeleri gerektiğini; aslında bunların Türk olduklarını ve bilimlerin gelişmesinde Türkler’in çok büyük payları olduğunu ileri sürüyordu.

1900’de ise Necip Asım Bey’in derlediği “Türk Tarihi” adlı eseri geniş ilgi uyandırdı. Bu kitap tarihçi Leon Cahun’un “Introduction a l’ Asie” (Asya Tarihine Giriş) adlı çalışmasına Necip Asım’ın Türk tarihine ilişkin ek bilgileri katmasıyla hazırlanmıştı. Leon Cahun, Türkler’in Osmanlılar’dan önceki tarihinin ve Moğollar’la akrabalıklarının ayrıntılı biçimde incelemesi Türk tarihine yeni bir bakış açısı getirmişti. 1860lardan sonra yurtdışında, özellikle Rusya’da yaşayan Türkler arasında uyanan Türkçülük düşüncesinin Osmanlı aydınları üzerinde etkisi büyük olmuştur. Rusya’da yayımlanan ilk Türkçe gazete Ekinci’dir. Ekinci, 1875’te Azerbaycanlı Melekzâde Hasan Bey tarafından çıkarıldı. Ancak, gazetede Türkçülük düşüncesinden çok eğitim konularına ağırlık verilmişti.(devam edecek)