Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, Mütareke / Mondros Ateşkes Antlaşması yapılmış, tüm gözler tekrar Osmanlı Devleti ve onun şahsında İslâm ülkelerine çevrilmişti. Mağlubiyet / Yenilgi sonunda nasıl bir hâl başgösterecek? Dünya nasıl bir durum alacaktı? Artık eski Hâl muhâl / imkânsız! Ya yeni hâl ya yeni bir izmihlâl / bozulmak ve büsbütün yok olmak mı söz konusu olacaktı? Halbuki o Osmanlı Devleti ki, asırlardır İslâm ve Müslümanların bağımsızlık, hürriyet, beka ve devamlarının teminatıydı. Allahın kelâmı, sözü olan Kur’an’ın sesini; dünyanın her tarafında yükseltmeyi ve yüceltmeyi en büyük gaye bilmiş, bu uğurda milyonlarca şehit vermiş ve gazilik rütbesine ermişti.

Bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin günah ve sorumluluktan kurtuldukları; farzı kifaye olan cihadı yüzyıllarca yerine getirmiş; böylece din ve dindarlığın gereğini severek, canla başla, hem de başarıyla yapmıştı. Tek bir beden hükmündeki İslâmın parçası olmanın görev bilinci ile, kendilerini İslâm’a feda etmekten asla geri kalmamışlardı. Kısaca demek lâzımsa, Türklerin liderliğindeki Osmanlı Devleti, kendini Hilâfetin bayraktarı olarak görmüş, kendini böyle bilmiş ve öyle de hareket etmişti. İşte Osmanlı Devleti ve başında bulunduğu İslâm Milleti’nin böyle parlak bir maziye sahip oluş keyfiyeti; Allah’ın indinde ona öyle manevî bir mevki ve makam kazandırmıştı ki, Birinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı felâketler, uğradığı zararlara karşılık olarak; Türkiye Cumhuriyeti ve İslâm Âlemi saadet ve mutluluğa garkolacak, hürriyet içinde âsûde bir hayata kavuşacaklar. Evet istikbal ve gelecekte; tüm uğranılan maddî mânevî felaketler telâfi edilecek. Güzel ve parlak günlere inşâllah, yeniden kavuşulacak. 

Çünkü şu yenilgi musibeti, hayatımızın mayası, temel ve esası olan şefkati, uhuvvet ve kardeşliği harekete geçirdi. İslâmın emrettiği tesanüdü / dayanışmayı sağladı.

Çünkü yenilgi sarsıntısının artması, menfî medeniyetin maddî manevî tahribi, ahlâkî çöküntü; bunların hepsi ters yüz olmalı. Sûret değiştirerek. Sistemi bozulmalıydı.

Çünkü ancak bu durumda İslâm Medeniyeti gerçek yüzünü gösterecek, kirlenen dünya yüzeyini tekrar temizleyecek. Bizler de İslâm’ın özlediğimiz yükseltici ve yüceltici asıl mahiyet ve özelliklerine şevk ve heyecanla, yeniden sarılmış olacağız.

Çünkü, İslâm yeryüzündeki mizan ve ölçülerin asıl kaynağıdır.

Çünkü, İslâmın rahmet ve merhameti, Kur’an semasından indirilmiştir.

Çünkü, Kur’an Medeniyeti’nin esasları müspet ve pozitiftir.

Çünkü, dayanak noktası, kuvvete bedel haktır.

Hakkın gereği ise, âdil olmak, dengeli ve ölçülü davranmak ve birbirine denk düşmektir.

Çünkü, ancak bundan çıkar selâmet, zail / yok olur mutsuzluk ve sıkıntı.

Çünkü, hedefinde menfaat yerine fazilet vardır.

Faziletin gereği ise, muhabbet ve sevgidir. Birbirine yakınlık hissetmektir.

Birbirini çekmek ve kendine ısındırmaktır. Çünkü, saadet bundan çıkar.

Böylece adavet / düşmanlık ortadan kalkar.

Çünkü, hayattaki düsturu cidal / mücadele ve kavga yerine, yardımlaşma düstur ve prensibidir.

O  düsturun gereği ise, birlik ve dayanışmadır. Böylece toplum hayatlanır, canlanır.

Çünkü hizmet yolunda, heva heves yerine hidayet yani doğru yolu esas tutar.

Bunun özelliği, insana lâyık tarzda terakki / gelişme ve ilerleme sağlaması

Ve refah / bolluk ve bereket getirmesidir.

Velhâsıl, ruhu gereği gibi, aydınlatır;

Tekâmülüne / ilerleme, yükselme, gelişme ve olgunlaşmasına istenen yolu açar.

Aynı zamanda İslâm; birlik ve beraberlik için unsuriyetçiliği / menfî milliyetçiliği yani ırkçılığı reddeder. Zira din, dil bir ise millet birdir. Hattâ din bir ise, millet yine birdir. Türkiyemizde din de birdir, dil de birdir. Peygamberimize “Arap kimdir?” diye sorulunca: “Arapça konuşandır.” diye cevaplandırmıştır. Öyleyse Türkçe konuşan Türktür. Çünkü milleti; aynı doğuşta olanlardan ziyade, aynı oluşta olanlar meydana getirir. İslâm “Mü’minler kardeştir.” diyor. Zaten Mü’min olmayanlar da insan olarak birbirinin kardeşidir.