Geçen hafta sonbaharın ılıman geçişlerine ben de sanat etkinlikleriyle uydum. Yazın kavurucu sıcakları yerini tatlı bir hazana bırakırken soğuk günlerin hüznü yüreğimizde çağrışmadan bodoslama sanat dedim.
Ne demiş Mustafa Kemal Atatürk;
Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir. İşte bu düsturu hep göz önünde bulundurarak, serüveni önce İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun ‘Nereye’ adlı tiyatro oyunuyla başlattım.
H.Alp Tahmaz’ın sahneye koyduğu 2 Perdelik oyun savaştan, açlıktan, öteki olmaktan, kapitalizmin acı döngüsünden kaçan bir umuda yolculuk hikayesi. Ölüm ise başlarına gelen ortak kader.
Oyun son yıllarda hepimizin ruhunu inciten dramlarıyla kaçak göçmenlerin zengin batı ülkelerine ulaşmaları için yaşadıkları olayları trajikomik bir dille anlatılıyor. Bu insanlar savaşın, terörün ve ekonomik krizlerin darboğazında ezilen az gelişmiş ülke insanları (Aslında dünyanın gidişine bakarsak hepimiz o gemideyiz) Oyunda sanat hazzım doydu mu bilmem ama bir kamyonun arkasında bir araya gelmiş değişik dünyalardaki insanların o imkanlarda nasıl yaşama tutanabilirliğinin empatisini yaşattı. Ortam katı yapının gereği oldukça kısıtlı çeşnilere yer verdi. Genel olarak oyunu beğenmekle birlikte, hiç repliği olmadan oyun boyunca suskun duran oyuncuları vazo gibi tutmalarını da sevmedim.
İkinci etkinliğim bir filmdi.
Yönetmeni, Coralie Fargeat’in bir korku filmi;
‘The Substance /Cevher’
(77. Cannes Festivali’nden En İyi Senaryo Ödülü)
Film gençleşmek adına gizemli bir yönteme başvuran bir oyuncunun hikayesini konu ediyor. Elizabeth Sparkle, (Demi Moore) ışıltılı günlerini ardında bırakmış bir oyuncu. Cinsiyetçi yapımcısı tarafından kovulduktan sonra, yaşı nedeniyle artık hiç bir rol bulamadığı için umutsuzluk sarmalına düşüyor. Ölümcül bir araba kazası onu -arayış halindeki panik kadını- daha iyi bir versiyon haline getirecek gizemli bir madde sunan gizemli bir şirkete ulaştırır. Hani arayan mevlasını da belasını da bulur ya … Bu çözüm kendisinin daha iyi, daha güzel, daha genç bir versiyonuna kavuşturur ama olanlar olur ( bela geliyorum diyor ama gören nanay) Elizabeth’in yaşadığı dramı maalesef tam seyredemeden çıktım. (Korku filmlerine yine direnç gösteremedim) Her ne kadar kanlı olsa da yaşlılığın tecrübesini, gençliğin çekiciliğine kurban edenlere örnek bir film…
Hazır yeri gelmişken genel olarak yaşlılığın o oya gibi işlenmiş tecrübesinin izlerini neden yok etmeye çalışırlar da, yok ameliyat, yok gerdirme, iksir … ölümü, kalıcı hasarı, sakat kalmayı göze almak nasıl bir ihtirastır hiç anlamadım. Hadi ufak dokunuşlara tamam ama asla o gençlik geri gelmeyecek kabullenmek daha kolay ve güzel aslında. Veee her yaşın güzelliği var kızlar!
Neyse… Film Demi Moore’u özleyenler için gidilebilir.
Ta Taaaa
Son sanat etkinliğim ise müthişti.
81. Venedik Film Festivali’nde En İyi Film Altın Aslan ödülü alan
Pedro Almodovar’ın The Room Next Door/ Yandaki Oda
Derin, dokunaklı, hayata bağlı bir film, en ufak bir ajitasyon yok.
Almodovar, İspanyol bir yapımcı ama tam bir Hoolywood filmi çekmiş. Helal olsun. İngilizce çektiği ilk filmi , daha çok kişinin ölüm karşısında ve ölme eylemi bağlamında nasıl davrandığı veya tercih yapması mümkün olsa nasıl hareket etmeyi seçeceğini mantıklı ve gerçekçi bir yoruma doğru itiyor.
Festivalin basın toplantısı’nda Tilda Swinton, ‘Film ölüm hakkında değil, ölme eylemi üzerine olduğunun altını çizelim’ demiş. Film ölüme yakın olan birinin tercihleri, yanındakilerin bu tercihe katılımı, sevgi, yanlızlık, paylaşım, endişe duygularının varlığını abartmadan tadında vermiş. Bu konulara örnek gördüğüm castları olsun, sözler ve çekimleriyle en başarılı film. Hatta akan bir pınar gibi enfes…
Mutlaka görün.