Görüldüğü kadarı ile Orta-Doğu her an siyaset arenasının cehennemi konumuna girebilir: Böyle bir durumda ise, bir değil birden fazla devletler Suriye’nin iç işlerine müdahale edebilir!... 
Esad rejimine karşı başlatılan ve 2,5 yıldır süregelen Suriye’deki çatışmalar ve bilhassa Suriye’nin kuzeyinde PYD ile El Nusra arasında süren çatışmalar, Türkiye’nin sınırına dayanınca, Türk Hükûmeti, haklı olarak bir üst düzey toplantı tertipledi ki, “SURİYE ZİRVESİ” olarak, isimlendirilen mezkûr toplantı, takriben üç saat sürdü ve “özerk bir Kürt yönetiminin kurulması” ihtimali de bu zirvede masaya yatırıldı ve Başbakanlık resmi konutunda gerçekleştirilen oturuma: “Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Dış İşleri Bakanı İsmet Yılmaz, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan” katıldılar. 
Başbakan Erdoğan başkanlığında gerçekleştirilen bu tarihi toplantıda askeri yönler de görüşüldü ki, bizce en önemli olan madde de bu idi!... Zira, hudutlarımızda cereyan eden mezkûr çatışmalar, ikili görünmesine rağmen, bir anda çok yönlü bir kisveye büründürülebilirdi!... 
Bizim üzerinde hassasiyetle durmamız icap eden; Orta-Doğu yangınınıh bizim ülkemize sıçramasına meydan bırakmamaktır. Aksi taktirde, her ne olursa bize olur ve böylece muhteşem İmparatorluğumuzdan sonra bir de zorla kurtarabildiğimiz, “Cumhuriyet Devletimizi” de bir şekilde kaybedebilmemiz tehlikesini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız ve her daim, aynı çizgi üzerinde hareket etmemiz elzemdir. 
Osmanlı’nın güçlü olduğu yıllar da dahil olmak üzere, Türk Milleti her daim Batı dünyası için, büyük çapta tehlike görülerek, bir şekilde yok edilebilmesi uğruna her ne melanetlik var ise sergilenmiştir!... 
Bizim soydaşlarımızın yaşadıkları bazı ülkelerde, doğrudan Türk düşmanlığı aşılanmakta ve ne acıdır ki, biz Türk’ler böylesi hayati vak’aların akıbetini yabancı basından öğreniyoruz. 
Türk Milleti’nin kader çizgisini adeta bir oyuncakla oynarcasına hafife alan günümüz aydınlarımızın, son derece fütursuzca davranarak, Devlet işlerini adeta kemirici bir canavar hâline sokmasının, ipleri her daim İngiliz İmparatorluğu’nun, “Gizli Hazine” personeli, gayet titiz bir itina ile sakladığını açıkça itiraf etmektedir. “Sınırda tedbir almamız, herhangi bir gruba yönelik bir tavır değildir” dememiz bu hususta yeterli güvence vermez. Zira Türkiye, bilhassa askeri konularda, açık olmaya çalışırken, diğer taraftan hayati yanlışlara, istemeyerek de olsa sebep teşkil etmektedir. 
Ülke’de kargaşa çıkartıp, Devlet’e karşı bir takım cereyanlar meydana getirerek, “İhtilâl hareketine” zemin hazırlayıp, gerekli ortamı meydana getirebilmek için var güçleriyle çalışan rejim düşmanlarının, başlıca silâhı hemen her daim Yüksek Tahsil Gençliği olmuş, menhus gizli örgütler, bigünah, körpecik gençleri iğrenç siyasî emelleri uğruna daima harcamışlardır...
Meselâ bilhassa sol cenahın adeta ağzında sakız ettiği “68 Kuşağı” deyimi, 1908 kuşağının devamı olduğunu hatırlatmaktan gayrı hiçbir önem taşımaz!... 
Görülüyor ki, Türkiye’de gerek Osmanlı ve gerek Cumhuriyet devirlerinde talebe hareketleri daima zuhur etmiş ve bu hareketler günümüzde de sinsice varlığını sürdürmektedir. Sinsice diyorum, zira talebe hareketlerinin asıl hedefleri her daim gizli tutulmuş, talebe hareketlerinin iplerini ellerinde tutan illegal kuruluşların, satha çıkmış görüntüleri, meselenin asıl rengini her daim saklamasını bilmiş ve durumun aslı, gayeye erişildikten sonra, kısmen olması şartı ile asıl maksat halka açıklanmıştır... 
1908 hareketi, doğrudan Abdülhamid’e karşı olmuş ve 31 Mart hareketi ile son bulmuştur... Bu duruma göre (1908 Kuşağı), 1968 veya 2013 kuşaklarından daha üstün ve gayesine erişmiş bir kuşak olarak dikkatleri çekmektedir!... 
Hemen her illegal harekette uygulandığı gibi, 1908 talebe hareketi de kendine has bir sistemle hareket etmiş ve böylece gayesine erişebilmiştir. 
HARBİYE TALEBELERİNE, SARAY’IN ÇAY İKRAMI SKANDALI!... 

Meşrutiyetin kutlandığı genel sevinç gösterilerine Harbiyeliler de katılarak, Padişah’a teşekkürlerini arz etmek istedikleri, o günlerin gazetelerinde manşetten geçilmiş, yöneticilerin engellediği haberinin de birlikte verilmiş olmasına rağmen, üzerinde pek durulmamış ve muhtelif yorumlar bir diğerini izlemişti. Ancak, o tantanalı günlerde Sultan II. Abdülhamit’e sempati besleyen bir tek harbiye talebesi bulmanın dahi gayet zor olduğu, o günlerin yetkililerince açıklıkla belirtilmiştir. 
Padişah veya Hükûmeti söz konusu olduğunda: “Sayar şöyle dedi, Saray böyle istedi.” nevinden tabirler kullanılmakta ve aslında “Devlet tabirini” gözlerden uzak tutup, sadece Saray’ın anılmasıyla, politik bir manevra çevrilmekte ve Osmanlı Devleti’nin merkez unsuru, doğrudan Abdülhamit Han’ın kişiliğinde düğümletilmekteydi. 
Ciddi kayıtlardan da anlaşıldığına göre; Harp Okulu talebeleri genelde II. Abdülhamit’e karşı olup, tahtta kalmasını istememektedirler. Nitekim, Meşrutiyet’in ilk Kurban Bayramı, talebe bu yönünü açıklıkla meydana koymuş ve Padişah’a karşı tavır alarak, pek yersiz bir davranışla, Padişah’ı istemediklerini bilhassa askeri çevrelere mesaj verircesine bir davranış sergilemişlerdi ve bu davranışlarının aynen Yeni-Çerilerin “Kazan kaldırma” çirkinliğinin bir benzeri olmuştur. Yetkili kayıtlardan öğrendiğimize göre vak’a şöyle cereyan etmiş: (Meşrutiyetin ilk Kurban-Bayramı’nda Yıldız-Sarayı’nda yapılacak Bayram Selâmlığı’na Harp Okulu öğrencileri de çağrılmış ve bu çağrıya, Mektebi Harbiye Nazırı İsmail Fazlı Paşa’nın; “törene öğrencilerin de katılması dileğini” yetkili makamlara bildirmesinden sonra, karlı ve gayet soğuk bir günde törene katılacak öğrenciler, Abdülhamit’i selâmlamaktan çok, verilen emirlere uymak mecburiyeti olduğu için, istemeyerek Yıldız Sarayı’na gitmişlerdi. 
Selâmlık resmine iştirak eden bütün talebelere çay ikram edildiğinde, Harp Okulu talebeleri bu ikramı reddetmişler ve durum Sultan II. Abdülhamit’e iletildiğinde, mektep tabur Kumandanı Fazıl Bey’i huzuruna davetle; havanın gayet soğuk olmasından dolayı, talebenin çay içmesini irade buyurmuş ve fakat, talebe bu emre riayet etmemiştir. 
Durumun ileride vahim sonuçlar doğurabileceğinden endişe duyan Padişah, iki saat sonra mabeyncilerden oluşan bir kurulla Harp Okulu’na “pasta ve kurabiye” nevinden armağanlar göndermiş. Ancak, talebe bunları da geri çevirmiştir. 
Harp Okulu talebeleri bu davranışlarıyla, Pay-ı Taht halkının Yıldız Sarayı’nın istenmediğini bilmesini sağlayabilmek gayreti sarf etmekteydi. Keza, aynı günler içinde Askeri Okullarda akşam yoklamasında adet olan “Padişahım çok yaşa!” duasına Harbiye Öğrencileri iştirak etmemekteydi. Yanî, artık ok yaydan fırlamıştı. Nitekim, bir yıl sonra 1909’da öğrenci olayları daha değişik boyutlarda yine boy gösterecekti... 
Bakınız: (İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ ÖĞRENCİ OLAYLARI - <1908-1918>
Yazan: Dr. Yücel Aktar Baskı:2. “Gündoğan Yayınları” 
Baştan beri, görülen şudur: “Talebeler istemediklerine” nefes aldırmayacak bir güce sahiptir! Bu inanç doğrumudur? Tabii ki değildir. Olsun dünlerde ve olsun günümüzde, talebe her daim: “Ateşi tutan maşa” görevi ifa etmiş ve bilhassa ülkede üst düzey bir değişiklik yapılması söz konusu olduğunda, derakap, “kazan kaldırmaya” müsait duruma getirilerek, acıdır ama gerçektir: Devleti tehdit eden tavırlara büründürülmüştür!... 
Bizde, iç çekişmeler her daim “iktidar hırsından doğan” politik hareketler olarak değerlendirilmiş ve bilhassa medyamız bu açıdan değerlendirmelere girişerek, meselenin asıl yönünü ama isteyerek, ama istemeyerek kamufle etmek bedbahtlığına düşmüştür ve ne acıdır ki, olsun tarihçi ve olsun araştırmacılarımız da bu kıskacın pençesinden kurtulamamışlardır!.. 
Talebe şunu ister, talebe bunu ister.. Peki henüz öğrenim çağında olan körpecik dimağlar nasıl oluyor da hayati meselelerde birinci derecede rol oynayabiliyor?... 
İşte meselenin bu yönünü hemen hiç kimse düşünmeye lüzum görmemiş ve sadece talebeleri alkışlamakla basiretsizliğin en acı örneğini sergilemişlerdir. 
Bildiğimiz kadarı ile hemen her hareketin bir önderi, yanî yol göstericisi vardır ve zaten aksi olamaz!... Peki bizlerin, gençlerimize bakarken nasıl bir duygu ile onlara sokulduğumuz veya uzaklaştığımızı hiçbir sefer olsun düşünmeye gayret ettik mi? Hayır! Etmedik! Zira bizim ülkemizde tarih boyunca “kazan kaldıran” sadece alkışlanmış ve aksi olduğunda ise, yerden yere vurulmuştur!... 
Bu durum neyi belirtir? Gayet basit “milletimizin cahil bırakılmış olmasından” kaynaklanan bir problemimiz olduğunu!... Dolayısıyla, ülkemiz meselelerine dikkatlere çekmeye çalıştığımız açıdan eğilmemiz en azından “millî menfaatlerimiz” icabıdır!... 
Somali’nin başkenti Mogadişu’da, El Kaide bağlantılı El Şabab örgütü, Türk Büyükelçiği ek binası önünde bombalı saldırı düzenlemiş: “1 Polisimiz şehit olmuş, üç kişi de yaralanmış.” 
Bunun tek bir manası vardır: Bizi bir şekilde “Orta-Doğu yangınının” içine çekmeye çalışmaktadırlar. Daha evvel yazmıştık. Tekrar yazıyoruz: “Orta-Doğu”da petrol kavgası ve İsrail’in Filistin problemi var. Dolayısıyla, bizim gayet dikkatli hareket ederek, yangınının dışında kalmaya çalışmamız, kesinlikle elzemdir. Keza, Mısır’da dehşet verici çatışmalar “Kahire ve İskenderiye” meydanlarını kana bulamış... Bütün bunlar, “Orta-Doğu”nun yarınlarında daha feci olaylar zuhur edebileceğinin açık işaretleridir!... 
Nitekim, Başbakan Erdoğan, Mısır’daki olaylara değinerek: “Dünya Mısır’a neden suskun?” diyerek, yaşananların katliamdan farksız olduğunu: “Hani nerede Avrupa, nerede AB, nerede Avrupa değerleri, sağa sola demokrasi dersi verenler?” diyerek batı alemine sitem etti. Ayrıca; BBC ve CNN gibi kanalların olayları yayınlamadıklarını belirterek her iki kanalı suçladı. 
Arabesk müziğinin mucidi sayılan Orhan Gencebay, Haber Türk Gazetesi’nin magazin ilavesine konuşarak, hayli enteresan açıklamalarda bulunmuş, gazete ise tanıtım başlığını şöyle vermiş ki, cidden hayli enteresan olduğu kadar aynı zamanda düşündürücüdür denebilir!... 
Başlığı aynen geçiyoruz: (Arabesk müziği kralı, akil insan, amatör tarihçi ve astrofizikçi.) 
Gencebay’a göre, Türkler 13 bin yıldır Anadolu’da imiş ve Roma’yı da Türkler kurmuş. Evet, Gencebay böyle diyor? Herhalde doğrudur. Zira biz akli olmadığımız için o kadar incesine aklımız yatmaz!... 
21’nci asra girdik, hâlâ bütün dünyayı Türk yapabilme sevdasından bir türlü kurtulamadık!... Sorarım, tut ki bütün dünya Türk’tür. Ne olacak, bizlere ne kazandıracak?... Zamanında bu denenmiş ve böylece (16 Türk Devleti) arz-ı endam etmiş. Evet etmiş de bizlere kayıptan gayrı ne vermiş?.. 15’i yekdiğerini yiyerek, bitirebilme gayreti içinde yoklara karışmış ve geride kala, kala günümüzdeki Türkiye kalmış ve çok şükür ki, Gazi Hazretleri gibi bir deha başımıza geçmiş de hiç olmasa günümüzdeki Türkiye’yi kazanabilmişiz. 
Şayet bir millet, kendinden gayrı hiçbir ırkın varlığını istemiyorsa, emin olun öyle bir millet; Milletler arenasında kendisini kabul ettirebilme kabiliyetinden yoksundur denebilir!.. Bütün bu hususlar, bizlerin yanî Türk milletinin sünepe bir karaktere sahip olmasını isteyenlerin iğrenç planları neticesi, her daim rüyalar içinde bocalamamızı istemelerinden kaynaklanmaktadır!... 
Diyelim ki, o akli şahsın buyurduğu gibi “13 bin yıl Anadolu’da var olmuş olalım, dahası Roma’yı da biz kurmuş olalım. Peki, hiç kimse çıkıp da sormaz mı: Peki birader onca meziyetine rağmen, nasıl oldu da art arda 15 devleti batırdın?!...” 
Bütün bu hayallerden, rüyalardan kendimizi kurtaralım ve dünya üzerinde zuhur eden gerçekleri hakiki manasında görebilelim!.. Türk Milleti Müslim Gayr-ı Müslim demeden bir bütün olarak yekdiğerine sarılmalı ve hatta; siyasî inançlarını da bir yana iterek, bütünleşmenin gücüne erişmelidir! Bizlerin bir tek siyasî ve sosyal çizgisi olmalıdır. Bu çizgi, Gazi Hazretleri’nin çizdiği programın dışına çıkmamalıdır. Ve de bizleri alıştırdıkları lüks özentisinden bir an evvel kurtulmalıyız. Bizlerin çevresini “Gökdelenler” değil, millet bütünlüğü sarmalıdır! Aksi takdirde yarınlarımızdan hiçbir hayırlı gelişme beklememeliyiz! 
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı yarınlar dilerim efendim. Saygılarımla.