AB’ye girmek isteyişin temelinde kimileri için, yazık ki birinci derecede ne yurt kalkınması var.  Ne işsizlik sorunu var. Ne de iç istikrar /oturmuşluk hâli var.

     Bütün bu görüntüler altında, aslında bazı siyasetçi ve politikacıların endîşeleri, rahatsızlıkları geleceklerinden emin olmayışları var.

     Bulundukları ortamda kendilerini emniyet içinde göremeyişleri var. Kendilerini güven içinde bulamayışları var.

     Daha doğrusu ve açıkcası Türk Ordusu’nun konumundan, duruşundan ve sezişinden kendileri için kuşku duyuşları var.

     Bir siyasetçimizin dediği gibi: Kendi meşruiyetlerini uluslararası kurumların gölgesi altında sağlamak istedikleri izlenimini veriyorlar.

     “Nasıl böyle bir izlenim edindiniz?” sorusuna karşı da şöyle cevap veriyor: “Dün ile bugün arasındaki fark, bu intibaı doğuruyor!” Bunda pek haksız da sayılmazlar. Yakın tarihimizde olanlar, siyasetçi ve politikacılarımızı tedirgin etmeye yetiyor da artıyor bile.

     Yakın tarihimizde olup bitenlere karışıp sebebiyet verenler, hem yurt içinden hem yurt dışından çıkmış olan kişilerdir.

     “Sebep olan yapan gibidir.” hükmünce düşünülecek olursa, işin çehresi değişir. Olayların seyri başkalaşır. İş; dönüp durur kendi ayaklarımıza dolaşır.

     Hani demezler mi? “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.” diye.

     Başkalarını tenkit edip eleştirmekten önce, başkalarını ithamdan evvel, kendimizi sorgulamalıyız. “Ne yaptık ne ettik de Kader’e fetva verdirdik” demeliyiz.

     Bunda bizim hiç mi suçumuz yok? Hiç mi kusurumuz yok? Hiç mi payımız yok? Diye kendimizi sigaya çekmeliyiz. İnanın bu durumda manen hafifleyecek, ruhen rahatlayacak, içten içe ferahlayacağız. Böylece olayları sadece bir şarta bağlamanın altında manen ezilmekten de kurtulacağız.

     Doğu tarihinin özellikle Türk tarihinin derinliklerinden gelen iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin - ayrı bir mes’ele- kendine has bir yapısı var. Zaman değişir, mekân değişir fakat bu hususiyet, bu başkalık, bu özellik asla değişmez.

     Çünkü beğenelim veya beğenmeyelim! Doğru bulalım ya da bulmayalım. Acı bir gerçek var ortada. Şimdiye kadar Türk tarihinde orduya rağmen kimse iktidarda kalamamış. İktidarda tutunamamış. İktidar her zaman orduyu yanında tutanın olagelmiş. Her zaman orduyu yanında bilenin elinde kalmış.

     Bilindiği gibi Türk tarihinde hükümdar; aynı zamanda ordunun başkomutanıydı. Bununla beraber orduyla arası açılan, orduya ters düşen hükümdarın talihi tersine döner, çok zaman hayatından da olurdu. Nitekim çokları ne yazık ki canlarından bile olmuştur.

     İstanbul’da üslendiği için siyasî ağırlığı olan yeniçerilerin memnun olmadıkları zaman Padişahlara nasıl kök sökdürdükleri, nasıl güç anlar yaşattıkları, nasıl onlara hayatı zindan ettikleri hepimizin malumudur.

Doğru-yanlış, iyi-kötü ayrı bir mes’ele

Ama ne çare, tarihin realitesi hep böyle

     Mustafa Kemal ordu mensubuydu. Ordunun içinden çıkmıştı. Buna rağmen inkılâpları / devrimleri yaparken, hep orduyu gözetmiş. Orduyu daima hesaba katmıştır. Yapacağı değişiklikler için şu veya bu şekilde önce orduyu hazırlamış, orduyu itiraz edemeyecek bir zemine oturtmuş. Ancak ordunun takınacağı tavırdan emin olduktan sonradır ki, istediği adımları atmış, yapacağını yapmıştır. Tarihte durum bu merkezdedir. Öyleyse siyasetçilerin orduyu kaale almaları, hesaba katmaları lâzımdır. Onun da rey ve görüşlerini sormalıdırlar. Yoksa emellerine ulaşmakta zorlanırlar. Yoksa siyaset meydanlarında bocalayıp dururlar. Yoksa politik alanlarda tutunamaz olurlar. Hatta kabuklarına çekilmeyi bile düşünürler.