Merhum Gazi Hazretleri, “1 Mayıs” için, “BAHAR VE ÇİÇEK BAYRAMI” adını yakıştırmış ve böylece hemen herkes dilediği şekilde kutlayabilmenin imkânına kavuşmuştu.
Sonraları ise, “zümre ayırımını” esas alan “İŞÇİ BAYRAMI” şeklinde değişince, biri diğerine hasım zümreler, “Bayramı” kara güne çevirmişlerdir.... Meselenin en enteresan tarafı da İşçi Sendikaları’nın ısrarla “TAKSİM MEYDANINI” istemeleri olmuştur ki, cidden insanı düşündürücü yönleri vardır!...
Meselâ: Taksim’deki Atatürk anıtında yer alan iki Sovyet Generali figüri bazı kimselere aşırı şekilde tesir mi etmektedir?.. Zira “1 Mayıs”larda tören için Taksim’e çıkanların çoğunun Atatürk’çü olmadığı herkesçe malûmdur. Zira onlara göre, “Atatürk alt yapıyı değil, üst yapıyı” inşa etmiş bir şahıstır!” Bu iddiamızı yalanlamaya kalkışan; ya meseleye vakıf değil veya maksatlı olduğunu, rahatlıkla söyleyebiliriz!...
Bu şahıslara göre; Polisin müdahalesi “orantısız” hareket sayılmaktadır. Peki orantılı olması için ne lâzım? Herhalde şu lâzım: karşı tarafın da aynı orantıda güce sahip olabilmesi! Yani, böylece bir “İç harbe” kapu açılması...
Sahi! Gerçekte asıl istenen bu mu?... Şayet buysa, desenize bitmişiz de ağlayanımız yok!.. Deyip, şimdilik meçhul olan bir kötü akıbeti bekleyip duracağız...
Niçin bu derece endişeliyim, denecek olsa, cevabım şu olacaktır: (27 Mayıs 1960 Askeri hareketi) günümüzün karmaşık görüntüsünün öncüsü olmuş ve İst. Üniversitesi Dekanı, Ord.Prof.Dr. Sıdık Sami Onar Başkanlığında bir Prof’lar heyeti, Ordu mensuplarının bir kısmına tesir edebilmiş ve böylece bir çok yanlış işlere zemin hazırlamışlardır.
1965’lerden sonra ise, provokasyon yolu ile Ordu mensuplarını da kademeli şekilde gözden düşürmeye çalışmışlardır ki, iç güvenlikten sorumlu Emniyet Kuvvetleri ise, zaten 60. İhtilâli ile birlikte, zaten çoktan gözden düşürülmüştü...
1979 Askeri hareketi ise, kısa zamanda Orduyu daha başka konulara el atabilmesi için, sivil cenahtan destek gösterildi. Lâfı uzatmayalım, Türk Ordusu kademeli şekilde, muhtelif iddialarla zayıflatıldı...
Bütün bunların sebeplerini, Ordu mensuplarının üst kademe elemanları Yargılanmak üzere sivil mahkemelere gönderildiler. Bütün bunlar hepimizce malûmdur. Dolayısıyla tekrarına lüzum görmemekteyim.
Ancak ülkemiz için en büyük tehlike olan “Beynelmilel Komünizmin” hiç mi hiç sözü dahi edilmedi. Öylesine edilmedi ki, başından tırnağına kadar süper komünist olan bazı eski tüfekler, bu sefer de ırkçı görünümü ile sahneye çıkabildiler..
Bugünkü “Milliyet Gazetesi”, günümüzdeki “1 Mayıs’la” alâkalı haberinde şu enteresan ve tarihi başlığı geçmiş ve devamla:
(1 MAYIS’A AĞIR BİLANÇO
“Taksim Meydanı ve çevresinde kutlanmak istenen yasaklı 1 Mayıs’ta 19’u polis 90 kişi yaralandı.
İstanbul Valiliği, 177 de gözaltı olduğunu açıkladı.)
Şişli’deki “DİSK” Genel Merkezi’nden yapılan açıklamada: “Polislerle müzakere halindeyken, müdahalenin başlamasına sivil polislerin provokasyonu olduğu öne sürülmüş.”
Tut ki öyle olmuş. 1 Mayıs Kutlamaları için Yeni-Kapu’daki muazzam alan niçin değerlendirilmemiş de ille de Taksim diye tutturulmuş?... Sakın ha, “Atatürk anıtının bulunduğu mahal bizim için önemlidir” denmesin. Zira, makalemin başında bu konuya temas etmiştim.
Devletin kolluk kuvvetleri için: “BARBARCA SALDIRI” tabirini kullanmak hiç de hoş olmamıştır. Ben şahıslar üzerinde durmuyorum! Bu sebeple kayda geçtiğim satırlarda hiç kimsenin adını kullanmıyorum. Çünkü önemli olan görüş ve fikir yapısıdır!...
Saygıdeğer DİSK Genel Başkanı, Kani Beko Bey’e sesleniyor ve Medya’da açıklanan bir haberi aynen geçiyorum:
(Yüzde 37’si 1 Mayıs’ın anlamını bilmiyor.
Gezici Araştırma Şirketi, Türkiye genelinde işçiler üzerinde hazırladığı işçi profili araştırmasını tamamladı.
Türkiye’nin 7 bölgesinde 2 bin 478 işçiyle konuşularak ulaşılan verilere göre: Yüzde 72’si lise altı eğitimli, yüzde 60’ı ücretli, maaşlı ve sabit bir işte çalışıyor.
Yüzde 21.2’si tarım işçisi, yüzde 13.2’si ücretsiz aile işçisi.
İşçilerin yüzde 51.6’sı çalıştığı işten memnun değil.
1 Mayıs İşçi Bayramı’nın anlamını bilmeyenlerin oranı ise yüzde 37.4.
Tarım ve aile işçilerinin yüzde 89.7’si 1 Mayıs’ın anlamını bilmiyor.
Özlem Yılmaz (AHT) – Haber Türk Gazetesi 1 Mayıs 2014 Perşembe)
Aynı Gazete: BAYRAM GİBİ OLSUN temennisi ile şu kayıtları geçmiş:
TAKVİYE POLİS
Sendikalar Taksim dedi ama İstanbul Emniyeti buna geçit vermemeye kararlı. İstanbul’da, 5 ilden takviye ile 39,000 polis görev alacak.
ULAŞIMA KISITLAMA
İstanbul’da 1 Mayıs kutlamaları nedeniyle bugün ulaşım da zor. Metrobüs seferleri kısıtlı, Boğaz’da bazı vapur iskeleleri kapalı.)

DEVLETİN KANUNLARINA RİAYET ETMEMENİN
DEMOKRASİ İLE NE ALÂKASI VAR?...


Evet! Devletin kanunlarına riayet etmemenin, “Demokrasi” ile ne alâkası var?... İktidarda hangi siyasî kuruluş olursa olsun, uyguladığı her icraat, “TBMM” anayasasının dışına çıkamaz! Çıktığı taktirde Devlet’e ihanet etmiş sayılır. Yanî bu ağır bir suçtur. Ancak, Muhalefet Partileri ile diğer resmi kuruluşların Medya dahi, bu hususta konumları aynıdır. Yanî ağır bir suç işlemiş olurlar. Sebep gayet basit; TCBMM. Ana-yasası’nın kanunlarını çiğnemiş olmaktadırlar.
Sokrates Devleti tarafından idama mahkûm edildikten sonra, “baldıran zehrini” içerek, hükmün yerine gelmesini onaylamasından evvel bulunduğu zindanda müritleri ile son sohbetini yaparken, ona inançla bağlı bir Atinalı Subay, kendisini kaçırmayı teklif eder. Sokrates ise: “Hayır, olmaz! Evet, ben haklıyım ama, böyle bir şey yaparsam Devletin kanunlarını çiğnemiş olurum ve böylece daha sonra hiçbir Atinalı, Devletin kanunlarına riayet etmez.” buyurmuş ve infazı bizzat yerine getirmiş. Bakınız: (SOKRATES’İN MÜDAFAASI) Bakınız: DEVLET-PLATON.
Görülüyor ki, “Devleti temsil eden kanunları çiğnemek, sadece kendinize değil, aynı zamanda vatandaşınıza da sirayet eden bir ilettir!”
Bu faktörü bize gayet nezih bir üslupla aktaran Sayın Sabahattin Eyüboğlu ve M.Ali Cimcoz’un “DEVLET-PLATON” eserinde yazdıkları önsözde kullandıkları nezih bir Türkçe ile eserin mistik yanı olan felsefeye sadık kalarak, felsefi bir hitapla Sokrates’i anlatmaları gerçekten taktirlere şayan bir çalışma olmuştur.
Biz; ben haklıyım, sen haksızsın gibi kırıcı diyaloglardan uzaklaşarak, doğrudan bu konunun asıl sahiplerinden ders alırcasına (PLATON)un ön sözünden bir hisse almaya çalışsak daha iyi olacaktır inancındayım. Çünkü bizlerin günümüzde, izm’lere göre siyasî fikre sahip olması, tamamen millî töremizi dışlamış olmamızdan başka hiçbir kıymet ifade etmez!...
İzim’lerde neler kaybedilir, neler kazanılır ve bunların içinde kazanç hanemiz ne açıdan değer teşkil eder, olumlu mu, olumsuz mu?.. Bütün bunları asıl sahiplerinden öğrenmemizde “millî menfaatlerimiz açısından” birinci derecede fayda vardır. O hâlde bu konuyu doğrudan sahiplerinden öğrenmemiz en azından bizleri, biz yapan unsurları açıklıkla görebilmemiz demektir!...
Biz de bilhassa bu faktörü dikkate alarak, mezkûr ön söz’den bir bölümü aynen alıyor ve siz değerli okuyucularımız başta olmak üzere, sayın politikacı ve sendikacılarımıza: Ne bir eksik, ne bir fazla aynen sunuyoruz.

SOKRATES’E BALDIRAN ZEHRİNİ İÇİRTEN OLAYLAR DİZİSİ!...


Sokrates hiç şüphesiz, Platon’dan çok daha yaratıcı, daha erkek bir kafaydı. Kalıpları kıran, buzları eriten, herkesin alışık olduğu düşünüşten başka türlüsünü getiren herhalde Sokrates’di. Platon gibi değerli bir yazarın düşünebildiği en değerli şeyleri kendisine mal ettiği insanın zamanında gençler üzerinde ne gibi etkisi olduğunu, böyle bir etkisi olabilmek için ne yaman bir kafası olduğunu düşünün!
Bizim eski dünyamızda buna benzer bir durum; “Şems ile Mevlânâ arasındaki kaynaşmadır.” Platon gibi Mevlânâ da bütün düşüncesini ve sanatını bir büyük dostun emrine, hizmetine koyuyor.
Dar kafalıların öldürdüğü Sokrates’in de Şems’in de ölümleri, yepyeni bir düşünüş ve duyuş akımının başlangıcı oluyor. Bir filozof olarak Platon’un Sokrates’in eseri olduğu su götürmez. Kısacası Devlet’in babası Sokrates, anası Platon’dur diyebiliriz.
Sokrates, M.Ö. 468 yılında doğmuş ve 400 yılında ölmüş. Bütün ömrü Atina’da geçmiş, Babası Heykel Ustası, anası ebeymiş. Erkenden dökülmüş saçları, yuvarlak yüzü, irice burnuyla kaba görünüşlü, filozoftan çok hamala benzeyen bir adammış. En çok söylediği iki sözden biri: “Benim tek bildiğim, bir şey bilmediğimi bilmektir.” Öteki de: “Kendini tanı.” sözü imiş.
Gençliğin ahlakını bozuyor diye 275’e karşı 281 oyla ölüme mahkum edildiğinde de kendini kurtarmak için, ne düşüncelerinden kısıntı yapmış, ne de kaçabileceği halde kaçmış; dostları arasında “Baldıran zehrini” şarap içer gibi içmiş!

DEMOKRASİ’NİN KAYNAĞI VE ÖZÜ...


Şimdi Demokrasiye geldik galiba. Bakalım onun kaynağı ve özü nedir?.. Peki, Oligarşiden, Demokrasiye geçiş nasıl olur? Alabildiğine zengin olmak isteğinin, doymak bilmez bir mal varlığının sonucu değil midir bu?
Nasıl?
Bu düzenin başındakiler, kudretlerini mala, mülke borçlu oldukları için, gençlerin hovardalıklarını, baba mallarını harcayıp tüketmelerini kanunlarla önlemeye gitmezler. Çünkü, daha zengin, daha hatırı sayılır olmak için, bu hovardaları borçlandırıp mallarını ellerinden almak isterler.
Can atarlar buna!
İşte bu yüzden oligarşilerde devlet adamları, yurttaşların ölçüsüz para harcamalarına, israflarına göz yumarlar. Sonunda da iyi yiğit kişileri beş parasız bırakırlar.
Böylece toplumda bir sürü işsiz türemeye başlar. İçlerinde zehir taşıyan bu başıboş insanların kimi borca boğulmuştur, kimi yüzkarasına, kimi de her ikisine. Mallarını ellerinden alanlara ve bütün yurttaşlara kin besler, gizli gizli toplanıp onlara kötülük etme yollarını ararlar. Bütün düşünceleri, “Devleti yıkmak. Düzeni değiştirmek olur.” Sahife: 282-283.
Görülüyor ki, “Demokrasi” daha ziyade Devleti yıkıp, yeni bir idare sistemi kurmaya çalışan illegal kuruluşların gizli emellerine istemeden hizmet vermektedir. Bunun asıl sebebi, bilhassa bizim ülkemizde adeta “Bozuk para misali” sorumsuzca harcanmasıdır.
Biz, Demokrasiyi de “İşçi Sendikalarını da, Muhalefetteki siyasî partilerimizin de varlığını her daim istemekteyiz.” Ancak, bir husus vardır ki, muhalefetin de iktidarın da gayet iyi bellemeleri “Millî Menfaatlerimiz icabıdır.” Hele muhtelif sendikalarla, medyamızın da bu hususu gayet iyi değerlendirmesi lazımdır: “Demokratik sistem öylesine kaygın bir silâhtır ki, iyinin elinde de kötünün elinde de aynı gücü gösterir.”
Günümüzdeki adına “1 Mayıs İşçi Bayramı” denen nesnenin: İşçi Sendikaları ve İktidar tarafından iyi değerlendirilememiş, birisi “Ben giderim!” Diğeri ise: “Ben Bırakmam!” çekişmesi arasında bir mücadele sergilemişler ve bu mücadelede iki özellik kendini göstermiştir: “Bir İç Savaşa hazırlık” mahiyetindeki bu takışmanın iplerinin iki tarafın da ellerinde olmadığını görememiş, görebilmekten yoksun kalmışlardır!...
İşçi yürüyüşü bazında yapılan gösteride Devletin kolluk kuvvetlerine karşı hareket edilmesi, yarınlarda daha da üzücü hadiselere bir başlangıç olduğunu göstermiştir!...
Başka ne denebilir! Bizden hatırlatması!... Ana-Muhalefet Partisi ile MHP ise, İktidar’a gayet ağır şekilde yüklenmekle asıl görevlerini icra etmekten uzak kalmışlardır. Ancak şu hususu asla unutmamalıdırlar. Allah korusun! Şayet bu gemi batarsa, kendileri de bizlerle beraber yoklara kayacaklardır!
Saygıdeğer okuyucularım! İnşallah bir sonraki yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla.