Nebeviyyet mevzusu, en başta İslam akaidinin temel konularından biridir. Felsefe, bu işin sadece yorum boyutudur. Nübüvvet, felsefenin kuramları ile eksiksiz açıklanamaz. Felsefenin yöntemleri ile Nebeviyet hakkında söylenecekler,  yorum ve belki kısmi bir tanıtım düzeyindeki açıklamalar olacaktır. Çünkü Nebeviyyetin maksadı Ubudiyetin kavranmasıdır. Ubudiyetin kavranılması ise şüpheden ziyade sorgusuz kabul, içsel keşif, his ve tabii olarak iman ile mümkündür.  Nebeviyyet, peygamberle ilgili olan demektir.  Yaşantısı Kuran olan, Ahlakı Kuran olan ve topluma Kuran’ın rehberliğinde eğitim vermek isteyen bir peygamberin hayatını beşeri felsefeler izahta yetersiz kalacaktır. Daha doğrusu Kuranın ilahi mesajını içermeyen felsefe anlayışları, sadece İlahi tecelliye münhasır bu konuya kuşatıcı ve derin bir tanım yapmaya muktedir değildir. 

Bu hakikati ön kabul olarak almakla birlikte bazı felsefecilerin İslam akaidi ile ters düşmeyen dikkate değer yorumları söz konusudur.  Fakat yine tekrar etmek gerekir ki İslam’ı kuşatacak ve her alanındaki sorularına karşılık verebilecek bir beşeri felsefi faaliyeti yoktur.  Özellikle Modern batı felsefesi materyalist, seküler dünya görüşleri sebebiyle Nebevi felsefenin çok uzağında kalmıştır. 

Garaudy, modern felsefenin babası sayılan Descartes felsefesinin temelinde bulunan fikri amillerden şu şekilde bahseder: “Dünyanın matematik iskeleti ile ona egemen olmak ve onu dilediği gibi kullanmaktan başka gayesi olmayan fikri hayalet arasında, güzellik, sevgi, şairane eser, yeni bir gelecek ile ilgili yaratıcı muhayyileden oluşan her türlü gerçek hayat, kovulup atılmıştır.” (İslam’ın Vadettikleri s.127) Descartes, doğayı insanın sonsuz ihtiyaçlarının tasarrufunda görmektedir. Modern insanın tanımlaması da bu ve aynı ekolden gelen filozoflar tarafından yapılmıştır. 

Batı Felsefesi iki hayaletin, yani özne ile nesne hayaletlerinin sonsuzca çarpışıp durdukları gölgeler tiyatrosu olacaktır. (age. S.127) Garaudy, bu kısır formun sadece gerçek Hıristiyanlığın(yani Müslümanlığın), kaynaklarından aldığında değişebildiğinin tecrübe edilmiş olduğunu söylüyor. Yine Hristiyanlığın getirdiği yoğun sevgi anlayışının, bu anlayışa uzak olan Grek kültürüne aktarılamayışı büyük bir sorun çıkarmıştır. İslam felsefesi adına da Garaudy’nin görüşü aynı tehlikenin oluşabileceği minvalindedir.  Şeriatın getirmiş olduğu dünya görüşü de diğer felsefelerin temelleri üzerine gelişemez. 

İslam, felsefi alandaki sorulara cevabını vahiy yoluyla gelen bilgilere dayanarak verir. Garaudy’e göre İslam vahyi üç mesele üzerine yoğunlaşır. Özetle ifade edecek olursak; birincisi, gerçeğin görüntüsü, ikincisi amel ve kanun, iman ve kanun birlikteliği son olarak ta mutlak, ezeli ve ebedi olanın tarihi ve izafi olanla münasebetleri meselesidir. Ayrıca varlığı kavrama yöntemine (Duyu, akıl, iç görü vb.) herhangi bir sınırlama getirmemiştir. 

İslam Felsefecisi olarak bildiğimiz Farabi’nin Grek felsefesini içselleştirmiş olmasından dolayı Garaudy, onun felsefesi ile Nübüvvet anlayışından çok uzakta kalacağımızı savunmuştur. Bu iddiasını Farabi’nin varlık felsefesi ile ilgili görüşlerine dayandırmaktadır. O, Grek felsefesindeki gibi indirgemecilik ve metafizik görüşlerle İslam’ın hakikati olan her an yeniden yaratılış ilkesine ters düşüyordu. 

“Farabi, Nebevi anlayışı Helen entelektüalizmine daha fazla feda eder. Kindî’nin yaptığı gibi artık söz konusu olan ikisini yan yana koymak değil, aralarında bir uzlaştırmaya gitmektir. Bu uzlaşmayla Grek felsefesi İslam’a daha fazla sızar ve tahrif eder.”( İslamın Vadettikleri s. 137) 

Farabi, varlık ve yaratılış konularını ‘sudur kuramı’ ile açıklar. Bu kuramın temelinde Platoncu felsefe vardır. Bu felsefe de aşağı olanın yukarıda olandan çıkması gibi bir anlayış vardır. Sudur kuramının, bu görüş minvalinde oluştuğu bilinmektedir.  Kaynağı platondur demek tam olarak doğru olmasa da platonun görüşleri bu kuramın oluşmasında etkili olmuştur. Bu kurama göre varlık, yaratıcının cömertliği ile o şeye niyeti olmaksızın ama iradesi ile ortaya çıkmaktadır. 

“Zorunlu valığın (Vacib’ül –Vücut), fiili(işi) işte böyledir. Öyleyse O’nun işi mutlak cömertliktir. (Nakleden R.Garaudy, s.138.  İbni Sina, İlimler Kitabı) Farabi’nin oluşturduğu ‘Sudur kuramı’ eserinde kısa bir yer vermiş olsa dahi İbn Sina için de yaratılış öngörüsü olmuştur.” 

Farabinin kuruculuğunu yaptığı, İbn Sina’nın kabul ettiği ‘Sudur teorisi’nde ki Akidevi hatayı görmemiz İslamın temeli olduğunu bildiğimiz Akaidi anlamak açısından da ayrı bir önem arz eder. Bu konuya İslam ansiklopedisinin “Sudûr” maddesinde, hem etimolojik kökenine hem de ontolojik boyuttaki anlamına ilişkin tatmin edici açıklama yapılmış. Ayrıca ilahi dinlerin ontolojisine ve yaratılış inancına ters düşen taraflarına dikkat çekilmiştir.

Mutlak bir. Allah her türlü eksiklikten, zıt ve zıtlıktan uzak, var olan her şeyin ilk sebebi, salt iyi, yalın (basît), ortağı ve benzeri bulunmayan, varlığı için yokluk söz konusu olmayan, kendi kendine yeterli olduğundan bilgisi, bilmesi ve bilinmesi için hiçbir şeye muhtaç bulunmayan, aşkın, yetkin ve yüce bir varlıktır. O her tür iyilik ve güzelliğin kaynağı olup bilfiil akıldır, kendi zâtını bilir, dolayısıyla kendisi tarafından bilinir. Diğer bir ifadeyle O hem akıl hem akleden (âkıl) hem de akledilendir (ma‘kūl). Bu kavramların üçü de Allah hakkında aynı şeyi yani mutlak bilinci ifade etmektedir. Hiçbir şeye muhtaç olmadığı için O’nun herhangi bir amacı da yoktur, zira amaç bir eksikliği ve ihtiyacı belirtir. Hâlbuki yüce ve aşkın olan varlık süflî ve bayağı varlıkları amaç edinmez. Şu halde son derece cömert ve kâmil olan Allah kâinatın varlığı için yeter sebeptir. O’nun salt akıl olması, kendi zâtını bilmesi ve düşünmesi sayesinde irade ve ihtiyarına gerek kalmadan bu varlık tabii bir zorunlulukla O’ndan çıkarak (sudûr) meydana gelmiştir. Yalnız buradaki zorunluluk mantık bakımından değil Allah’ın zorunlu varlık oluşundan kaynaklanmaktadır. İlk olanın (Allah) kendi zâtını düşünmesi ve bilmesi bütünüyle varlığı ve varlıktaki muhteşem düzeni bilmesi demektir. Şu halde bilme ve düşünme bir eyleme sebep teşkil etmiştir. Bu bakımdan Fârâbî’ye göre bilme ile yaratma aynı anlama gelmektedir. İbn Sînâ ise irade sıfatını ilim sıfatına indirgediğinden Allah’ın kendi zâtını bilmesinin var oluşun ve varlıktaki düzenin iradeyle gerçekleştiğini belirtmektedir. Şüphesiz bu teori evrenin ezelî olduğu düşüncesini de beraberinde getirir. Çünkü Allah’ın bilgisi zâtı gibi ezelî olduğuna ve O ezelden beri kendini bildiğine göre bu bilmenin sonucunda meydana gelen varlığın da ezelî olması mantıkî bir zorunluluktur. Dolayısıyla sudûrun semavî dinlerdeki, “Evren Allah’ın mutlak iradesiyle yaratılmıştır” ilkesiyle bağdaşan bir yanı yoktur. Gerçi sudûrcu filozoflar âlemin zaman bakımından ezelî, fakat mertebe yani ontolojik açıdan sonradan olduğunu savunursa da zaman dışı ve müteâl olan o yüce kudreti evrenle zamandaş saymak bir çelişkidir.”(İslam Ansiklopedisi, ‘Sudûr’ maddesi)

Nebevi felsefe, Peygamberliğin, varlığı ve inancı kavratma öğretisidir. Bu sebeple akidenin temel mevzularındandır. İslam Akaidi hem hayatın pratik taraflarına bağlı problemlere hem de uhrevi yaşantının temel meselelerine hakikatli çözüm getireceği inancını taşıyanlar için derinlemesine bilgi sahibi olunması gereken bir alandır. Bu gerçeğin bize verdiği sorumlulukla konuşmaya devam edeceğiz.   

Tevfik ve inayetle…