Bugün bu köşeden değerli okuyucularımıza seslenişimin ilk günü…

Ve hiç düşünmeden yazacağım konuyu derhal seçtim:

“Önce Vatan”…

Niçin?

Çünkü bizi var eden, geçmişle bugünü birleştirip geleceğe taşıyan en yüce değerdir vatan.

O yalnız taşıyla, toprağıyla, suyuyla, dağları ve ormanlarıyla sahiplendiğimiz bir şey değil…

Geçmişin binlerce yıllık kültür birikimini, bizi var eden değerleri ve hatta yer küredeki kültürel, jeopolitik ve jeostratejik bizi en güçlü uluslardan biri durumuna getiren en yüce varlıktır vatan…

Vatan, yani o kutsal ana; cömertçe açmıştır bağrını çocuklarına.

Çocukları o ananın vefalı kollarında dünyanın en güzel ninnilerini dinleyerek ilk gıdasını onun apakça sütünden almış, kollarında büyümüştür.

Anayı da var eden, anaların anasıdır vatan…

Vatansız olmanın ne demek olduğunu, Ulusal Kurtuluş Savaşımız başlamadan Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Atatürk” adlı kitabında ne güzel anlatır…

Ya da ünlü özgürlük şairimiz Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” adlı piyesi hangimizin gururla göğsünü kabartmamış ve binlerce yıldır sanki özlemini çektiğimiz o yüce değerle bizi derin bir kutsal yurt anayla yeniden buluşturmamıştır!

Ünlü şairimiz Çahit Kulebi, sevgilisinin güzelliğini vatanın güzelliğiyle açıklamıştır:

-“Sen de Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!”

Kutsal yurt anamız, batılı sömürgeci güçlerin ağır darbeleri altında yok olmanın eşiğine gelmişken, onun değerini o ulusal şahlanışla, yani Ulusal Kurtuluş Savaşımız’la yeniden anımsadık.

Kutsal yurt anamızı, geçmişin paslı koridorlarından o güne doğru uzanan süreçte nasıl ihmal ettiğimizi, ona olan görevlerimizi layıkıyla yerine getirmediğimizi o zorlu süreçte yaşadıklarımızla öğrendik. 

Vatan’ı ihmal ettiğimizde dalgalar halinde dönüp gelen her türlü kötülüğün, vatanla birlikte bizleri de yutacağını; vatan olmayınca hiçbir şey olmadığını akıl almaz kötülükler bir bir belleğimize kazıdı…

Meğer vatan olmayınca hiçbir şey olmuyormuş, bunu yaşadığımız acılarla öğrendik.

O nedenle vatan, bizim en kutsal değerimiz, varlık nedenimiz, onur ve namusumuzdur.

En aşağı yedi bin yıllık akıl almaz bir mücadelenin sonunda atalarımızın bize emanet ettiği bir yadigardır vatan…

Lütfen şu örneğe bakınız!

Osmanlı Devleti’nin kurulduğu şehir ve ilk başkenti olan Bursa 8 Temmuz 1920 günü Yunan birliklerince işgal edildi. Namusu, onuru, en kutsal değerleri kirleten kirli çizmeler, Bursa’nın temiz toprağını acımasızca çiğnedi.

Savaşta Yunan ordusunda binbaşı rütbesiyle görev yapan birisi vardı:

-“Sefokles Venizelos…”

Bu kişi, ünlü Yunan Başbakanı Venizelos’un oğluydu. 

Baba Venizelos, Anadolu Harekatı’na Yunan Ordusu’nu sevk eden, sömürgeci batılı güçlerle ittifak yaparak, 15 Mayıs 1919 günü İzmir’i kana bulayan Yunanistan Başbakanı olan kişiydi. İzmir’de o kara günde 2.000 İzmirli Türk acımasızca şehit edildi. Bir hafta içinde şehit edilen Türk sayısı 5.000’i aştı. Boyunlarına zincirler bağlanmış betonlarla birlikte Kordon’da denize atılan mübarek şehitlerimizin bir kısmının cesedi, sekiz on gün sonra Göztepe kıyılarına vurdu. 

Hisar Camisi’nde Kuran ciltleri kirli avuçlarla parça parça edildi, sayfalar sokaklara atıldı. Cami imamının sarığına uzanan o el, sarığı çözdü, sonra da sarık beziyle imamın ellerini arkadan bağladı, vücudunu sarmaladı, bir bohça gibi Kemeraltı sokaklarına atıldı.

Bütün bu zilletlerin yaratıcısı olan Yunan Ordusu, işte 8 Temmuz günü Yeşil Bursa’ya girdi. 

Yunan Başbakanı Venizelos’un oğlu olan Sefokles Venizelos, büyük bir coşku ve kin kusan çığlıklar atarak, yanına içki şişeleri aldı ve bir fotoğrafçı buldu. 

Doğruca Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve Türkler’in en büyük atalarından biri olan Osman Gazi’nin Türbesi’ne gitti. Kapıları kırdırdı ve içeri girdi. Osman Gazi’nin naşının başında sarhoş oluncaya kadar yedi, içti; sarhoş naraları attı... 

Sonra kılıcını kınından çıkardı, sandukaya gelip, bütün hıncıyla tekmeyi patlattı ve şöyle haykırdı:

“Ey Osman! İşte vatanın ayaklarımın altında… Kalk, karşıma çık ve onu kurtar!”

Bu haykırışının ardından kılıcıyla kutsal naş’ın başında fotoğraflar çektirdi. Ülkesine göndererek, bu sözleriyle birlikte gazetelerde yayınlattı. 

İşte bu denli zillet dolu sahnelerle yüreğimize düşmüş bir kor ateşiydi vatan…

Ve Atatürk…

Büyüklerin en büyüğü olan yüce Başkumandan…

Devletimizin kurtarıcısı büyük önder…

Büyük Taarruz’da Yunan Ordusu Dumlupınar’da adeta yok edilmişti. Kanlar içinde binlerce Yunan askeri, yurt topraklarının üzerine serilmiş biçimde yatarken; kılıç artıkları denilen firariler, dağ tepe demeden İzmir’e doğru kaçıyorlardı.

Büyük Atatürk, savaş meydanında, atının üzerinden Yunan Ordu Komutanı Hacı Anesti’ye şöyle haykırmıştı:

-Hacı Anesti! Gel de ordularını kurtar!”…

O haykırış ki çok şükür hala yurt çocuklarının kulaklarındadır.

Temiz yurt ananın bağrından uç vermiş ormanların, dağların, tepelerin, ovaların; mavi gök ve denizin en küçük hücrelerine kadar yayılmış, en derinlere etki etmiştir.

Yaşamak, var olmak; hatta ölmek için bile tek sığınağın vatan olduğunu o kanlı tecrübeler öğretti bize.

Büyük Atatürk’ün Sakarya Savaşı’nda düşmanın üstün kuvvetleriyle cephelerin dağılmaya yüz tuttuğu bir sırada; ünlü “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafa vardır” sözlerine ek olarak söylediği şu söze dikkatinizi çekmek isterim:

“Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz!”

Bu bilinçle Atatürk, kutsal yurt anaya şöyle seslendi:

-“Kutsal yurt ana! Senin için yükselişin sınırı yoktur!”

Vatanı korumak, yükseltmek; onu dünyanın en gelişmiş bir diyarı haline çevirmek, bütün millet olarak en başta gelen ödevimizdir. 

O nedenle sabahın serin saatlerinde uyanıp kendi içimizdeki sese kulak verelim. Binlerce yıllık geçmişin içinden süzülüp gelen o ses, kulaklarımıza şunu fısıldayacaktır:

-“Önce Vatan; önce vatan, önce vatan”