16 Nisan Anayasa Referandumu ile devletimizin yönetim biçiminin değişimi öncesi ülkemizin siyasi atmosferine kısa bir bakış ve tarihin sesiyle yanıtlarını alacak olursak:

  Devletimizin ’’Cumhurbaşkanlığı Sistemiyle mi? Yoksa Parlamenter Demokratik Sistemle mi?’’ yönetilmesini belirleyecek 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumuna az bir süre kala, ülkemizin siyasi ortamının toz duman olduğu bir süreç yaşanmıştır.

 Referandumla ilgili konuşmalarda, miting meydanlarından verilen mesajlar arasında sıkçasına kullanılan ‘tek adam’, ‘diktatör’ söylemlerinin özellikle referandum tarihine birkaç hafta kala devletimizin kurucusu Atatürk’ü hedef alması, bu tanımlamaların yapılabilmesi; belli ki, önemli bir amaca yönelikti!

 Çünkü bu süreç; 

 Atatürk’ün kurmuş olduğu devletin yönetim biçiminin; ‘tek adam’/ ’Cumhurbaşkanlığı Yönetim sistemiyle yer değiştirmesini hedeflemekteydi.

 Bunun da ötesinde Atatürk de tek adamdı/diktatördü söylemlerine odaklanarak; günümüzde Türkiye’yi yöneten kadronun, bu kadroya yön veren kişi için yapılan ‘tek adam’ eleştirilerinin önünü kesmek içindi…

Ancak tarihe yazılı belgelere baktığımızda görülecektir ki; Atatürk’e atfen yapılan tek adam/diktatör söylemleri gerçeklerle örtüşmemiş; o büyük dâhiye büyük bir haksızlık yapılmıştır.

 Yapılan bu haksızlığa yanıt olması bakımından tarihe not düşen o gerçeklere kısaca değinmenin, bu nitelemelere açıklık getireceğine inanıyorum.  Aslında aşağıda yaşanmış gerçeklere hiç kimsenin itiraz edeceğini de sanmıyorum. 

 Çünkü bu gerçekler, tarih sayfalarına asil Türk Milletinin canı ve kanı pahasına yazılmıştır. Değişmez, değiştirilemez, dönüştürülemez.

 İşte tarihe not düşülen o gerçekler:

 Düşman işgaliyle parçalanmış Osmanlı Devletinde çaresizlik içerisine düşmüş, adeta tarih sayfalarından silinmesine ramak kalmış Büyük Türk Milleti’nin; hürriyetine, bağımsızlığına kavuşabilmesi için önderlik yapan, bu süreçte milletine olan güveninden başka hiçbir gücü olmayan Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün:

Düşmanın denize dökülmesinden sonra ümmet olmaktan; bağımsız, hür bir millet olmaya taşıdığı, kimliğini ‘Türk Ulusu’ olarak nitelediği milletimizle birlikte bu büyük başarıyı taçlandırmak adına, TBMM’yi açarak, ‘’Halk Egemenliğine’’ dayanan bir devlet kurmasına; modern Türkiye’nin temel taşları olan devrimlerine bakıldığında:

. Bu devrimler sırasında sadece halkımıza olan inancı, güvenci düşünüldüğünde,

.Cumhuriyetimizin ilanından sonraki on yılına sığan mucizevî gerçekler bir kez daha değerlendirildiğinde,

. TBMM’de çoğu kez gösterdiği adayları, Yüce Meclisin onaylamamasını saygıyla karşıladığı gerçeği ortadayken,

.  Dönemin Anayasasında T.B.M.M.’ni fesih yetkisi olmadığı da vurgulandığında,  

. ‘’Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir’’ diyen tek asker. 

 ‘’Yurtta Sulh Cihanda Sulh’’ diyerek; daima barışı hedefleyen bir lider olarak, dünya barışına büyük bir katkı yaptığını unutmadan,

. Savaş paktları değil, barış paktları kuran bir devlet adamı olarak tarihe geçtiğine göre,

. Bağımsızlık savaşı veren tüm sömürgelere umut ışığı olan lider kimliğiyle,

. 1937’de Meclis açılış Nutku’nda:

  ‘’…….Efendiler, topraksız çiftçiyi topraklandırma kanunu çıkarınız…’’Diyerek; ‘’Köylü Bu Milletin Efendisidir.’’ Tanımlamasıyla,

.‘’Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar…’’   

 Söylemine okuyarak, yukarıda sıraladığım tarihe yazılı gerçekleri bir kez daha değerlendirdiğimizde;

  Gücünü sadece Büyük Türk Ulusundan alan, bir asır önce kurmuş olduğu devlet felsefesini; ‘Milletin İradesine’ oturtan böylesine büyük bir lidere:

 ‘’Tek Adam’’, ya da ‘’Diktatör’’ denebilir mi?

  Eşsiz liderlik niteliklerini sadece halkımızın aydınlık yarınlarına sunan o büyük insanı; o süreçte yaşayan:

 ‘’Adolf Hitler, Benito Mussolini, Franco’’ gibi nitelemek, mümkün müdür?

  Milletimizin bundan yaklaşık bir asır öncesinde yaşadığı şartlara baktığımızda, vatan topraklarımızı işgal eden; parça, parça bölerek yutup, yok etmek isteyen düşmana karşı çıkıp;

  ‘’Ya İstiklal, Ya Ölüm’’ diyerek, milletine önderlik eden, ‘’Çanakkale Geçilmez’’ destanını yazan Mehmetçiğin o büyük komutanına, Dumlupınar’ın, Anafartalar’ın Sakarya Meydan Muharebelerinin Muzaffer Mareşaline, ‘’Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri’’ diyerek; düşmanlarımızı geldikleri serin sulara gömen, Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya, milletimizin gönlünde taht kuran Atatürk’e: 

 Tarihi gerçeklerle uyuşmayan bu tür olumsuz nitelendirmeler yapmak büyük bir vefasızlık olduğu gibi; bu tanımlamalar tarihi gerçeklerimizle de uyuşmamaktadır.

 O nedenle; Atatürk’e yapılan bu haksız ithamları; bir de o dönemin gerçekleriyle analiz edelim:

  Mustafa Kemal’in, 22 Haziran 1919’da yayınlamış olduğu; ‘’Amasya Genelgesine’’ bakıldığında:

. Vatanın bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.

. İstanbul Hükümeti durumun vahametini idrakten acizdir. Bu milleti yok saymak demektir.

. O halde milleti bu durumdan, gene bu milletin azim ve kararı kurtaracaktır. Diyerek; 19 Mayıs’ta başlattığı milli mücadelede; hiçbir askeri ve sivil makama emir verme yetkisi olmayan, vatanın kurtuluşunu milletin azim ve kararlılığında gören bir lidere ‘tek adam, ya da diktatör’ denebilir mi?

 Diktatörlükle yönetilen ülkelerde:

 ‘’Diktatörler dikte ederler, danışmazlar.  Ama o hep milletine sordu, TBMM’ne danıştı.

 Diktatörler; genelde sivildirler ama mareşal üniforması giyerler. Ama o milli mücadeleyi başlattığında üzerinde ne üniforması, ne de bir unvanı vardı.  O asil Türk Milletinin bir ferdi olarak, sadece milletine güvendi.

 Diktatörler; güçlerini halktan değil, silahtan alırlar. Ama o gücünü sadece halktan aldı.

 Yönetimde egemen olan halkın iradesi değil, diktatörün iradesidir. 

 Ama o; ‘’Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’’ dedi.

 Yine tarihin anlattığı başka bir gerçek:

  ‘’1930’lu yılların başında, Atatürk’e yönelik bir takım yazıların gazetelerde görüldüğü de oluyordu. Bu gazetelerden biri, güya Fethi Bey’in Atatürk’e ‘’yaşam boyu’’ Cumhurbaşkanlığı önerdiğini yazmıştı. 

 Tamamen uydurma olduğu anlaşılan bu haber derhal tekzip edilmiş, fakat yankıları sürmüştü. Gazetelerin Ankara temsilcileri bu vesileyle ve kamuoyunu aydınlatmak için Atatürk’ü ziyaret ettiler. Sordukları soru şuydu: 

 ‘’Farz edelim ki size böyle bir teklif yapıldı. Yanıtınız ne olurdu?

 Atatürk şu yanıtı vermişti:

 ‘’Bana öteden beri bu ve buna mümasil (benzeyen, andıran) tekliflerde bulunanlar çok olmuştur. Siz ve efkârı umumiye (kamuoyu) bilmelisiniz ki, bu yoldaki teklifler hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim gayem Türkiye’de, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet hâkimiyetini egemen kılmak ve ebedileştirmektir. Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir manada telakki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin manasını, beni iyi tanımış olan Türk Milleti, benden daha iyi takdir eder…’’

 Atatürk’ün bu ifadesi; günümüz Türkiye’sinde o büyük lideri tek adam, diktatör tanımlamasıyla nitelendirenlere verilebilecek en net cevaptır.

 Kendilerine türlü çıkarlar sağlayabilmek adına özel yasalar çıkarttıran devlet adamlarına dünyanın her yerinde rastlanmış, bundan sonra da rastlanacaktır.

 Fakat nesi var nesi yok, tüm mal varlığını ulusuna, yani hazineye bağışlamak için özel yasa çıkarttıran bir devlet adamına, ne Atatürk’ten önce ne de sonra, bir daha rastlanmamıştır.

 Tüm dünyanın hala büyük bir saygı duyduğu böylesine büyük bir devlet adamına nasıl ‘’tek adam’’ ya da ‘’diktatör’’ denebilir ki? 

 Unutulmasın ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk;

 Çöken bir imparatorluktan, halk egemenliğine dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, çağdaş ve laik, demokratik bir cumhuriyet çıkaran bir devletin kurucusudur. Bu gerçek sonsuza değin böyle yaşayacak, böyle bilinecektir.’’ ( Bk. Kaynakça – 27) 

 Ülkemizin böylesine önemli bir referandum oylaması öncesinde yaşadığı gelişmeler, propaganda amacıyla meydanlarda yapılan mitingler, bu meydanlardan halkımıza verilen mesajlar, söylemler tabii ki, sadece Atatürk odaklı değildi…

Ülkemizin son on beş yılının yönetim kadrosunda olanlar; ‘Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sisteminin’ halkın iradesini en iyi yansıtacak, güçlü bir model olduğunu savunurken; buna karşılık muhalefet kanadı; böylesine bir yönetim modelinin, tek adam rejimini getireceği iddiasında bulunuyorlardı.

 Ancak bu sürecin en çarpıcı, en anlamlı görüntüsü; ülkeyi yönetenlerin, halk oylamasına sunulacak anayasa değişikliği maddelerini açıklayacakları yerde; 

 On beş yıllık iktidarları döneminde ülke genelinde yapmış oldukları yolları, köprüleri, yer altı ve yerüstü raylı sistemleri anlatmaları, genel olarak da her miting meydanında Fetö terör örgütü ve o salya sümüklü terör elebaşısının yaptığı ihaneti hatırlatmalarıydı.

Tabii ki, FETÖ’nün bu alçak ihaneti anlatılmalıydı, hem de defalarca, unutulmamacasına. Zaten bu hainliğin yargı süreci de başlamıştı.

 Ama değişime sunulacak anayasa maddelerinin açıklaması da yapılmalıydı. Çünkü halkımızın büyük bir çoğunluğu değişimi yapılacak anayasa maddelerinin içeriğini yeterince bilmiyordu!

Sanki yapılacak olan anayasa halk oylaması değil de bir genel seçim, ya da başkanlık seçimiydi!

İktidar cephesinin meydanlarda kullanmış olduğu üslup; ilk başlarda içinde pek çok olumsuzlukları, vatandaşlar arasında cepheleşmeleri çağrıştıran içerikteydi!

 Çünkü iktidar cephesi, başta lider kadrosu olmak üzere; referandumda ‘hayır’ oyu verecek vatandaşlarımızı, terör örgütü mensuplarıyla aynı kategoriye koyuyor, oldukça sert üslupla eleştiriyorlardı.

 Ancak daha sonra bu söylem içeriklerine oluşan tepki çığ gibi büyüyünce, bu söylemlerden vazgeçilmiş, ‘evet’ diyecek olan vatandaşımızın da, ‘hayır’ diyecek olanın da bu görüşüne saygı gösterileceği, herkesime aynı mesafede, aynı sıcaklıkla yaklaşılacağı ifade edilmeye başlanmıştı…

 Bu referandum sürecinin daha da çarpıcı tarafı; bu süreçle ilgili propaganda olanaklarıydı. ‘’Evet’’ cephesini temsil eden hükümet kanadı, devletin tüm olanaklarını kullanarak her ilde, istediği her meydanda halka hitap edebilirken; ‘’Hayır’’ kanadını temsil eden muhalefet cephesi ise, kısıtlı olanaklarıyla halkımıza ulaşmaya çalışıyorlar; çoğu yerde halkla buluşmaları, ‘OHAL ŞARTLARI’ nedeniyle iptal ediliyor, ya da konuşmalarına ancak kapalı mekanlarda izin veriliyordu..!

 Açıkçası, anayasa oylamasından önce yaşananlar; son dönemin en çarpıcı propaganda/sandık süreci olarak tarih sayfalarımızda yerini alacaktır.

 Yaşanan bu süreç uluslararası camiada ses getirmeye başlamış; dış basında da büyük bir ilgi ve dikkatle izlenir olmuştu…

 AB ülkelerinin yönetim kadrolarınca; ‘OHAL Şartlarının’ yaşandığı bir ülkede böylesi bir referandumun yapılması yüksek sesle eleştiriliyordu.

 Bu arada propaganda süresi içerisinde, iktidar kanadına mensup siyasilerin Avrupa’nın değişik ülkelerinde yaşayan yurttaşlarımıza konuyla ilgili bilgi vermek, yapılacak anayasa değişikliği maddelerini anlatabilmek adına yapmış oldukları müracaat; bu ülkelerin yöneticileri tarafından reddedilmiş; özellikle Hollanda ile ilişkiler kopma noktasına gelinmişti!

 Ardından Fransa ve Almanya’da da böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkması, siyasetçilerimizin o ülkelere giderek, bu ülkelerde yaşayan yurttaşlarımıza anayasanın değişen maddelerini anlatmaları için izin verilmemesi, oldukça manidardı!

 Yaşanan bu sıkıntılı dönem, AB ile yürütülen müzakere sürecini de olumsuz etkilemiş; gerek Türkiye’deki iktidar temsilcilerinden, gerekse AB yönetiminden içi olumsuz söylemlerle dolu demeçler ardı, ardına verilmişti!

 Sonuç olarak tüm bu yaşananlar, sokaktaki insanlarımızı da olumsuz etkilemiş; toplumumuz adeta tam orta yerinden ikiye ayrılmış bir görüntüye bürünmüştü!

 ‘’Hayırcılar’’ile ‘’Evetçiler’’…

 Ne üzücü bir manzaraydı!

 Ama ne yazık ki, gerçeğin ta kendisiydi.

 En nihayetinde oylama günü gelip çatmıştı…

 Neredeyse bir asırdır ‘demokratik parlamenter sistem’ ile yönetilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti için yeni bir sistemi oylamak adına sandık başına gidiyorduk.

Söz artık cumhurdaydı…