Böylesine sıkıntılı bir süreç yaşayan toplumumuzun, tüm değer yargıları da alt üst olmuştu adeta! İnsanımızın o kendine özgü yardımlaşma duygusu, doğal güzelliklere, doğaya olan hassasiyeti, düşkünlüğü, bu sıkıntılı süreçte büyük yaralar almıştı!

 2000’li yılların başında Türkiye’nin yenilenen siyasi yapısıyla iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimi; ekonomimizin süratle düzeltilmesi yönünde almış olduğu radikal kararlarıyla, 

 Dünyaya yön veren kapitalist sistemin temsilcileri AB, Dünya Bankası ve İMF ile vardıkları mutabakat sonucunda; bu para odaklarının da itici gücüyle, ülkemizi bu sıkıntılı süreçten çıkarmayı, giderek düzelen bir ekonomik ortam sağlamayı başarmışlardır.

 Ama bu başarı öyküsünün içinde emperyalist güçlerin acımasızlığı da vardı!

 Çünkü AB ile Dünya Bankasıyla, IMF ile varılan mutabakat sonrasında; başlayan bu yeni süreç; yabancı sermayeye birer birer teslim edilen onca milli varlığımız, 

 Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında yoktan var edilen, yılların üreten fabrikaları, devletimizin kuruluş simgesi olmuş önemli üretim tesislerimiz, 

Yılların emeğini, göz nurunu ihtiva eden milli üretim tezgâhlarımız birer birer el değiştirmeye; özelleştirilmesinin yanı sıra yabancı ortaklı büyük şirketlere lokma olmaya başlamıştı…

 Bu değişim/dönüşüm sonrasında el değiştiren, satılan, kapanan, kapatılan yüzlerce tesis ortaya çıktı.  Ülkemizde adeta satılmadık hiçbir şey kalmadı.

 AB’ye giden yolun bedeli bu mu olmalıydı?

 Globalleşen dünya şartları budur denilerek; ülkemize giren yabancı sermayenin, toplumuza yansıyan sonuçları böyle mi olmalıydı?

 Toplumsal yapımıza uygun; emeği, işçiyi daha çok koruyup kollayan, mağdur etmeyen bir geçiş süreci yaşanamaz mıydı?

 Bu değişim sürecinden geriye; işten çıkarılan, işini kaybeden yüz binlerce işsiz kaldı…

 Yabancı sermayenin ülkemize yoğunlaştığı bu satış döneminde; sadece ‘TEKEL’İN’ yabancı sermayeye devri, ihale süreci için ciltlerce kitap yazılabilir..! (Bk. 10’ların İzleriyle Türkiye-Atilla Çilingir)

 İşte tam da bu süreçte, vahşi kapitalizmin acımazsız etkilerinin çokçasına hissedildiği toplumumuzda giderek artan bireyselleşmenin, benmerkezciliğin örnekleri de çoğalmış; insani duyguların yerini duyarsızlığın, vurdumduymazlığın tipik yansımaları almış gibiydi!

Ne olmuştu bizim o güzel adetlerimize, örf ve geleneklerimizin toplumumuza yansıyan olumlu örneklerine?

 Biz değil miydik düşene, düşkün olana ilk yardıma koşan?

 Biz değil miydik komşusu açken tok duramayan?

 Biz değil miydik bayramların bereketini yoksullarla paylaşan?

 Biz değil miydik küçüklerini sevip, kollayan; büyüklerini sayıp, sarmalayan?

 Biz değil miydik ağaçların gölgesine ulaşmak adına, sabahları gün ışımadan, sımsıcak yataklarımızdan kalkıp, o körpecik fidanlara can suyu veren, kışın soğuğunda donmasınlar diyerek, eski elbiselerimizle sarıp, sarmalayan?

Biz değil miydik sokaklarımızın süsü; ‘çomara, onun sevimli yavrularına’ sahip çıkıp, annelerimizin içelim diye verdiği sütü gizlice onlarla paylaşan?

 Biz değil miydik mahallemizin kedilerine ‘sarmana, tekire’; biriktirdiğimiz okul harçlıklarımızla, kasap Salih Amcadan ciğer alıp, onlara taşıyan?

Biz değil miydik okullarımızı, hemen yanı başındaki parklarımızı süsleyen her mevsimin çiçeğini, solmasınlar diyerek, zamanlı, zamansız sulayan?

 Biz değil miydik dostlar, arkadaşlar tüm bu güzelliklerin, insani değerlerin sahibi olan?

 Ne değişmişti?

 Neler olmuştu bizlere?

 2000’li yıllar neler etmişti canımızdan aziz bellediğimiz ülkemize?

 Pek tabii ki, yukarıda sıraladığım güzelliklerimizin, bizim insanlarımıza has bu özelliklerimizin tamamı yok olup, gitmemişti.

 Ama ne yazık ki, yıllar öncesinde toplumumuzun her kesiminde görülen, yukarıda sıralamış olduğum gelenek, göreneklerimizin bu değerler manzumesi; 2000’li yıllardan itibaren aranıp da bulunamayan, görmezden gelinen, yok olmaya yüz tutan değerlerimiz olarak hatırlanacaktı…

 Böylesine bir değişim sürecini, büyük şehirlerimizin o kendine has karmaşası içerisinde tespit etmek, bu çarpıcı farklılaşmayı gözlemlemek; hem daha kolay, hem de daha üzücü oluyordu!

 Yaşamım boyunca aşığı olduğum, çocukluğumdan beri ‘Aziz İstanbul’da’ yaşayan bir yurttaş olarak, bu değişimi çok iyi gözlemleyebiliyordum.

 Her köşesi; yıllar öncesinin insani değerlerini, doğal güzelliklerini anlatan; her semti dostluğu, kardeşliği yansıtan dünyanın en güzel şehirlerinin başında gelen;

 Güzel İstanbul… 

 Toplumumuzun sergilediği bu değişimin en büyük sahnesi…

 Bu aziz şehir;

 Hayatta kalmaya çalışan tarihsel, geleneksel alışkanlıklarımızı yansıtan mekânlarının, mahallelerinin yanı sıra; günümüzün taş yapıları, camlı AVM’leriyle kıyaslandığında; yaşanan değişimin ne denli çarpıcı olduğunu anlatan canlı bir kütüphane olmuştu adeta!

 Tıpkı şair’in dediği gibi:

 Yedi tepeden bakardık İstanbul’a;

 Her tepenin üstünden bambaşka bir görüntü,

 Bambaşka bir sihir yerleşirdi hafızalarımıza…

 Boğazın iki yakasına takılırdı gözlerimiz ilkbaharda, 

 Her yanı rengârenk mimoza…

 Ne bir kule, 

 Ne de bir gökdelen! 

 Sadece kız kulesi, 

 Dolmabahçe’nin muhteşemliği, 

  Eşsiz güzellikleriyle,  

 Topkapı Sarayı,

  Sultanahmet Camisi 

  Ve

  Ayasofya.

 Bu muhteşem görüntülerle sarmalanırdı,

 Tarihi yarımada…

 Tabii ki, gelişecekti ülkemiz, tabii ki, modernleşecekti her köşesiyle şehirlerimiz. 

 Yaşamsal tercihleriyle, düşünce yapısıyla, dünya görüşleriyle, gelişecekti, değişecekti toplumsal yapımız. 

 Modernleşmeyi, gelişen ülkeler seviyesini yakalamayı hedefleyen Türkiye’nin görüntüsü, 50’li, 60’lı, 70’li, 80’li, 90’lı yıllarda olduğu gibi kalmayacaktı. (Bk. 10’ların İzleriyle Türkiye: ilgili bölümler)

 Değişecekti tabii ki! 

 Ama böyle mi olacaktı?

 Kendi öz değerlerimizle değişmeyi, gelişmeyi hedefleyen ülkemizin o yıllarından günümüze; sosyal yapısıyla, insan görüntüleriyle, ekonomisiyle, siyasi çalkantılarıyla, yaşanan başarı, başarısızlık öyküleriyle, özellikle de doğasıyla; yaşamımızın renklerinden, bize has o güzelliklerden, özel değerlerimizden 2000’li yıllara neler kaldı? 

 Neler hatırlanır o günlerden şimdilerde?

 Tam bu noktada; ülkemizin doğasında, doğal güzelliklerinde yaşanan değişimlere/dönüşümlere değinerek, tarihe bir not düşmeliyim.

 Özellikle görmezden gelinen doğal güzelliklerimizin, o güzelliklere anlam veren doğal canlıların bu süreçte yaşadığı olumsuzlukları, yaşadıkları çaresizlikleri, yaşanan türlü değişim ve dönüşüm tablosunu, kitabımın bu bölümünde; özellikle dünya mirası Aziz İstanbul’a odaklayarak; resmederek, seslendirerek, anlatmalıyım…

  İşte, son dönemde insanoğlunun eliyle tarihi özellikleri giderek yok edilen, doğanın ‘değişimini/dönüşümünü’ anlatan ülke tablomuzun yürekleri parçalayan o İstanbul manzarası: