Gelin yeni bir güne başlarken minik bir hikaye yazalım… Fakat gülümseten bir hikayeden çok, ders çıkarabileceğimiz bir hikaye olsun…

Vilayetin birinde, yüz kişiyi toplamışlar. Demişler ki! Sizi beş gruba ayıracağız, ardından da gruplar halinde şu karşıdaki odaya alacağız. Orada hepinize yetecek miktarda, yani yüz tane ekmek var. Sırayla girip alacak ve arka kapıdan çıkacaksınız. Tekrar buraya gelmenize gerek yok, size güveniyoruz… 

Hızlıca yirmişer kişilik beş grup oluşur. İlk girecek grup için kura çekilir. Sıra belirlenir. Birinci grup belli olur. Birinci grubun içinden bir cingöz kimseye çaktırmadan “Nasıl olsa bizim grup ilk girecek” der ve tek başına dalar içeri. İçeri bir girer ki o da ne!.. İçerisi mis gibi ekmek kokmaktadır. Şöyle bir içine çeker. Kendinden geçer. Sarhoş olur sanki… Ekmekler önündedir, “Alabildiğimi almalıyım” diye düşünmeye başlar. Acele ile cebinden bir torba çıkartır. Otuz adet ekmek sığar içine… Arka kapıdan çıkar gider… Geridekiler aklına bile gelmez…

Aynı anda ilk yirmi dışarıda içeri girmek üzeredir. İzin gelir, içeri girerler. Ohhh mis gibi ekmek kokmaktadır. Hemen bir sayım yaparlar ondokuz kişi vardır. Biri der ki; “Yanımdaki arkadaş ilk girmeliyim diyordu, onu göremedim… Çaktırmadan önce girdi sanırım”. Ayıplar ve ardından ekmekleri sayarlar… Ama o da ne? Doksan dokuz olması gereken ekmek, yetmiş tane kalmıştır. Çare yok herkes birer tane alır, sessizce çıkarlar dışarı…

İkinci yirmi gelir… Ohh mis gibi ekmek kokar… Fakat o da ne?.. Elli ekmek vardır. Yapıcak bir şey yok, birer tanemizi alalım çıkalım derler…

Üçüncü yirmi gelir… İçeri girer ve onlarda şaşırır… Daha içeri girmeyen kırk kişi vardır. Kendileri de almamıştır ama otuz ekmek kalmıştır. Arkadakilere ayıp olur beyler, bari yarım ekmek alalım falan derken, çocuklar evde aç feryadları, şikayetleri başlar neyse üç çeyrek ekmeğe razı olurlar, onbeş ekmek alır giderler…

Dördüncü yirmi gelir… Hepsinin gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olur. Manzara karşısında ekmeğin o mis kokusunu duyacak hâlleri bile kalmaz. Hepsi hepsi onbeş ekmek vardır. Son grup ile eşit bölüşelim bari diyecek olur biri… Bağırış, gürültü başlar. Tartışmalar büyür. “Vay benim evde çocuklarım aç”, “Vay annem babam elime bakıyor” falan derken on taneyi alıp çıkarlar…

Beşinci yirmi içeri girer… Masada sadece beş ekmek kalmıştır… Yirmi kişi birbirine bakar. O mis gibi ekmek kokusunun farkına bile varamazlar… Uzunca, donuk bakışmaların ardından, adeta kaos başlar. İtiş, kakış, tekmeler havada uçuşur. Ardından kısa bir duraksama ve “Ah ula ah halk” sesleri yükselir… Halka ah eder, dururlar… 

“Ah halk” der, ahlâk arar… 

“Adaletin bu mu dünya” der, ama bu vakitte bu haykırıştan ancak güzel bir şarkı olur, başka da bir işe yaramaz. Beş ekmek ile odadan çıkarlar…

Birde bakarlar ki dışarıda kalabalık toplanmış… Birisi, elinde fazla bulunan ekmekten aldığı güç ile bağıra bağıra anlatmakta. Onu da yapacağız, bunu da yapacağız. “Siz arkamdan gelin, beni dinleyin, bakın görüyorsunuz bende ekmek var… Size bakacağım… Ben yarınınızın garantisiyim… Siz şükredin yeter, herşey yoluna girecek” der… Kalabalıktan bir alkış, tezahürat kopar…

Bunu gören son yirmiden biri, içli içli ve derinden tekrar “Ahhh Halk, nasıl anlatmalı ki size!..” der düşünür durur…

(Oranlar TÜİK’in açıkladığı, fert gelirlerine göre sıralı %20’lik gruplardan esinlenilmiştir.)

Kıssadan hisse…

Gelir dağılımı olabildiğince eşitlenmeli… Eşitlenmezde bir kişide toplanır ise doğal olmayan bir süreç başlar… Aynı oranda diğerleri yoksullaşır. Verimsizlik başlar… İnsanlar, yarınının garantisi olarak onu görür… Hatta bazıları “O olmazsa yaşayamayız” diyebilir… Çalışmaz, avuç açar… Üretim düşer… Çünkü garantör vardır artık… İşsizlik artar… Yardım ve teşvik artar… Ama hazıra dağ dayanmaz, yardım ve teşvik çözüm olamaz… Sadece verimsizliği artırır… İthali, borcu, esareti artırır… 

Ekonominin özü olan üretimin etmenleri bir bir yok olur. Piyasada al-sat çoğalır. Kolay para kazanma peşine düşülür. At yarışı, piyango, kumar artar… İhracat, ithalatına bağımlı kalır… Belki GSYİ Hasıla rakamları büyür ama harcama rakamları da büyür… Bu bilinçsiz, mesnetsiz harcama suni büyüme yaratır… Ve aşırı borçlanma olur… Kasa boşalır… Yeni vergiler ve eciş bücüş cezalar doğar…

Ülkede, neredeyse açlık sınırı kadar “asgari ücret” belirlenir. Çalışanların yarısı, asgari ücret ve daha altında çalışmak durumunda kalır… Geçinemeyenler, borçlarını ödeyemeyen onurlu insanlar bir bir intihar etmeye başlar. Derhal “siyanür” satışı yasaklanır. “Nereye, öyle gitmek yok” denir. Lafa gelindiğinde daha neler neler denir. Medyada, ne kadar gelişim sağlandığı konuşulur. Ardından da “asgari” yani “İşçiye en az, minimum ne verebiliriz?” pazarlıkları, günlerce sürer ve hatta baş gündem olur. Çünkü toplam çalışanların %43’ü bu ücret ile geçinmektedir… Yani ülke nüfusnun büyük kısmını bu konu yakınen ilgilendirir… 

Halbuki gerçek gelişim göstermiş ülkelerde bu konu medyada gündem olmaz… Çünkü halkının, asgari ücret üzerinde geliri vardır… Bu haber ilgi çekmez. 

Elbette bu resmi tersine çevirebilmek mümkün… Mesela “Gini” katsayısını hedef alabiliriz. Resmi makamlarca 0,41 olarak açıklanan “Gini” katsayımızı, “0”’a mümkün olduğunca yaklaştırmak hedefimiz olabilir… Hemde belli bir zümreye değil, herkese iş verilirse kolaylıkla oluverir. Hem bu gayret bizi hukuksuzluktan, manipülasyondan, hileden uzak tutar… Üretime dahil eder…

Gini katsayısını kısaca hatırlayalım!.. 

“Sıfır” ila “bir” arasında açıklanır. He bugüne kadar “sıfır” ya da “bir” olan ülke olmadı, muhtemelen hiç olmayacakta… Bu katsayı da, oran sıfıra yaklaştıkça, gelirin tabana yayıldığını anlarız. Eğer oran bir’e yaklaşıyorsa, gelirde tekelleşme başladığını anlarız…

Geliri, hakkı, adaleti olabildiğince yaymalıyız. Herkese ulaştırmaya çalışmalıyız…

Mesela “Kanal İstanbul Projesi” nin açıklanan maliyetinin, onda biri ile İstanbul’da yıllardır kentsel dönüşüme katılamamış, binaları hasarlı ve her gece “Acaba deprem olur mu?” kaygısı, korkusu ile uyuyan, çocukları için endişelenen insanlarımızın derdi çözülmeli… 

Yani öncelikleri sıralamalıyız… Daha çok insana dokunabilmeliyiz. Sırası geldiğinde “Kanal İstanbul Projesini” de elbette gündemimize alıp tartışmalıyız… 

Ayrıca bu projenin kazı alanında, çok fazla tarih var. Tarihi köprü var. Binlerce yıllık arkeolojik alanlar var. Sırrı çözülememiş, içinde yaşanmış binlerce yıllık mağara var. Henüz tam olarak okuyamadığımız, çözemediğimiz geçmiş var… 

Hem geçmiş var, hem gelecek var. Bu proje, 25 yıllığına “Yap işlet devret” ile yapılması öngörülüyor. 25 yıl boyunca köprülerden, bağlantı yollarından ve ihale sahibine geçme garantileri için yüklü ödemeler yapılacak. Alınabilinecek uzun vadeli krediler cabası…

Hem insanlığın geçmişini silen, hem çocuklarımızı, geleceğimizi borca girecek… Hem geçmişimizi, hem geleceğimizi etkileyecekse elbette detaylıca tartışılacak…

Halka “ah” çektirmeden, “ahlâklıca” ekonomi yönetilmeli… Halkın önceliği, öncelikleri olmalı…

Ne güzel demiş Şeyh Edebali; “İnsani yaşat ki devlet yaşasın”… 

Devlet için “Önce tabi ki İnsan”…