Doğduğum köy, Batı Toros’ların zirvelerine yakın, o devir’de, ta’biri caizse, “Kuş Uçmaz, Kervan Geçmez,” bir yerdi.
Ben altı-yedi yaşlarındayken, 1954 yılında, rahmetli Babam köy’ün muhtarıydı. Bu yılın Kurban Bayramı’nda, öyle anlaşılıyor ki, Nahiye Müdürü’nün ya da Nahiye’deki Jandarma Komutanı’nın emrileriyle- ki, Tek Parti Mütegallibe’nin bütün uygulamaları, zulüm ve istibdat, Demokrat Parti iktidara geldiği halde, bütün şiddetiyle devam etmekteydi.-
Tek Parti Mütegallibe ve istibdat döneminde, Nahiye Müdürü kendisini Anayasa, Jandarma Komutanı, iki pırpırlı, Astsubay da kendisini kanun yerine koyardı. Kanun da onlardı, nizam da onlardı. İki dudaklarının arasından çıkan her söz i’tirazsız, mutlâk uyulması gereken direktif sayılırdı.
Muhtar olan Babam, köy bekçisini çağırdı, minare’ye çık, köye ilân et! Kurban kesen herkes, derisini Muhtar’ın evine getirecek, getirmeyenler, en ağır bir şekilde cezalandırılacak!
Bekçi, köy cami’i’nin minaresinden, “Duyduk-duymadık, demeyin! Herkes, kurban derilerini, Muhtar’ın evine getirecektir! Getirmeyenler! En ağır bir şekilde cezalandırılacaktır!..”
Köyümüzde, genellikle küçükbaş hayvanlar, keçi cinsinden, kısır ve erkeç’ler kurban olarak kesiliyordu.
Kurban’ın derisini yüzenler, ilk iş olarak, “ne olur, ne olmaz” diye, derilerini Muhtar’ın evine, bizim eve getiriyorlardı. Rahmetli Babam, Bekçi Amca ve bütün aile fert’leri, seferber olduk, getirilen derileri tuzladık, usûlüne göre, konağın en geniş salonunda istifledik.
Rahmetli Babam, deriler için çok titizleniyor, onlara mukaddes bir emanetmiş gibi bakıyordu. Zaman içinde “ne olur, ne olmaz” diye, derilerini muhafaza edildiği geniş oda’nın kapısına kocaman bir asma kilit vurmuştu.
Oysa ki, evimizde, dam ve ahırımızda, aile fertleri ve başkaları için, başkaca hiçbir yer kilit altına alınmazdı. Aile mensupları, akraba ve komşular, istedikleri yere rahatlıkla girebilirler, varsa bir ihtiyaçları kimseye sormadan alabilirlerdi.
Aradan uzun bir müddet geçmiş, kış bitmiş, yaz gelmiş, yaz yeniden kışa dönmüş, Ramazan Bayramı geçmiş, ikinci Kurban Bayramı gelmişti. Fakat derileri, ne almaya gelen vardı, ne de soran!...
Deriler, her ne kadar tuzlanmış, geçici bir müddet için usûlüne uygun olarak istiflenmiş ise de, aradan geçen uzun zaman zarfında, kokuşmaya, kurtlanmaya başlamıştı. Yalnız bizler, hane halkı değil, yakın-uzak komşular bile, kokudan rahatsızlık duymaya başlamışlardı. Rahmetli Babam, def’alarca, Nahiye Müdürü’nü, İlçe Kaymakam’ının nezdinde teşebbüslerde bulunduysa da hiçbir netice alamamıştı.
Deriler, bütün İhtiyar Heyeti’nin imzasını taşıyan bir zabıtnâme ile evden uzaklaştırılmış, kokusu hissedilmesin, diye köyün bir hayli uzağında bir çukura gömülmüştü.
Ta’bîri caizse, güzümü açtığım, aklımın erdiği andan i’tibâren, bu karşılaştığımız ilk post kavgası, ilk kurban derisi zulmüydü.
Daha sonraki yıllar’da, 2000’li yılların ortalarına kadar, mücadele yıllarımızda, daha nice post kavgalarına ve kurban derisi zulümlerine ma’ruz kalacaktık.
POST KAVGASI VE KURBAN DERİSİ ZULMÜ NASIL BAŞLADI?
Muharebelerde, savaş uçakları, ilk def’a, Birinci Cihan Harbi’nde kullanılmıştı. Görüldüki, savaş uçakları, diğer bütün kara ve deniz silahlarından çok daha mü’essir bir silahtır. Ta’kip eden yıllar’da, Türk Silahlı Kuvvetlerinin silah envanteri’ne, savaş uçaklarının da dâhil edilmesi düşünülmüş, kararlaştırılmıştı. Fakat millî bütçe ile savaş uçağı satın alınması veya bir Savaş Uçağı Sanayi’i’nin kurulması imkânı yoktu.
Öncelikle, az sayıda da olsa, bir filo satın alınması kararlaştırılmış, te’mini için ihtiyaç duyulan para için, Aziz Milleti’mizin inâyetine müracaat edilmesi kararlaştırılmıştı.
Bu maksad’la, Türk Tayyare Cemiyeti kurulmuştu.
O yıllarda, Aziz Milleti’mizin tam bir Fakr-u Zarûret içinde olduğu yıllardır. Bu maksad’la akla gelen her yola başvurulur. Kurban derilerinin, Türk Tayyare Cemiyeti’ne bağışlanması istenir, fakat aslâ mecbur tutulmaz. İsteyen’lerin kurban derilerini bu cemiyeti vermeleri tavsiye edilir.
Yardımların teşviki zımnında, zaman zaman, kampanyalar tertip edilir, Tayyare Cemiyeti’ne yardım edenlere kura ile ikramiye verilir.
Daha sonraki yıllar’da, Türk Tayyare Cemiyeti ikiye bölünür, önceleri teşvik ikramiyesi veren bölüm, Millî Piyango İdaresi olarak teşkilatlandırılır ve devletin en büyük kumar oynatan, topladığı paraların cüz’î bir bölümünü çekiliş ile ikramiye olarak dağıtan bir müesseseye dönüşmüştür.
- 03 Mart 1924’den i’tibâren, Şeri’ye ve Evkâf vekâleti lağvedilmiş, 1930’lu yıllara kadar kronolojik olarak yapılan devrimlerle, hususiyle, İslâm Dini’nin muamelât-ı Nâs’a dâir, bütün hükümleri yasaklanmıştı. İslâm Diniyle alakalı tedrisat, her kademedeki va’az’u nasîhat, bütünüyle durdurulmuş olmasına rağmen, Türk Hava Kurumu’na, Muamelât-ı Nas’dan olan, zekat ve fıtır sadakası toplaması için zarf dağıtma ve kurban derisi toplama yetkisi verilmiştir.
Lâik ve Lâdinî Devlet, Diyânet İşleri Başkanlığı’nı kurarak, diğer bütün dinî kurum ve kuruluşları kapatmış, İslâm Dini’nin yalnızca, i’tikad ve ibadet kısımlarına izin vermiş, muâmelât-ı Nâs’a dair, ne varsa yasaklamıştı.
Fakat, Toprak Mahsûllerinin zekatı demek olan âşarı, bütün müstahsiller için mecbûrî hale getirmişti. Tek Parti Mütegallibe zamanında, müstahsil’in ba’zı yıllar, kuraklık ve başka sebeplerle hiç ürün alamadığı yıllarda bile, aşârı mecbûrî tutmuş, müstahsiller para ile başkalarından alıp üretmedikleri-üretemedikleri mahsûlün uşrunu devlete vermek durumunda kalmışlardı.
Türk Hava Kurumu, kurban derilerini, Jandarma, Polis-Zabıta vasıtasıyla alıyor, zekât ve fıtır sadakası için, zarflar öğretmenler vasıtasıyla bütün okullarda öğretmenler eliyle öğrencilere dağıtılıyordu, ilk ve orta öğretimdeki tüm öğrenciler bu zarfların içerisine, belli miktarda, para koymaya mecbur ediliyorlardı.
Oysa ki, Lâdinî devlet, Lâik devlet, vatandaş’ının bedenî ve mâlî ibadet’lerine hiçbir şekilde müdahale edemez. Kurban kesip-kesmediğine kesmiş ise, etini, derisini kime verdiğine veya kime vermediğine asla karışamaz.
Ne var ki, Ezan-i Muhammedî’nin aslına uygun olarak okunmasına tahammül göstermeyip, uzun yıllar, “Tanrı Uludur,” diye bağırttıran ve ulutan devlet, vatandaşından mecbûrî olarak, malî bir ibadet olan uşru, alıyor, Fıtır Sadakası, zekât ve kurban derisi toplaması için, Türk Hava Kurumunu, vatandaş’ın başına musallat ediyordu.
Demokrasiye geçilmeden, yarım yamalak, geçildikten sonra, post kavgasına fazla rastlamıyoruz.
1960’lı yılların ortalarından i’tibâren, 1961 Anayasası’nın getirdiği geniş hürriyet’lerden, müslüman’lar azamî derecede yararlanmış, dinî konularda, vakıflar, dernekler kurulmaya başlanmıştı.
Dinî kurumlar inşâ eden vakıflar, dernekler, dinî kurumlarda, dinî eğitim alan çocukların iaşe ve ibâtesini te’min eden vakıflar ve dernekler, Ramazan aylarında, zekât ve Sadaka-i Fıtır için, Kurban Bayramlarında, kurban derisine tâlip olmaya başladılar.
Hayırperver müslümanlar, zekat ve Sadaka-ı Fıtır’larını, kurban derilerini, dipsiz bir kuyu olan, Türk Hava Kurumu yerine, daha müşahhas, yakınındaki hizmetleri tercih etmeye başladılar. Mahallesinde yapılmakta olan cami inşası’na, Kur’ân Kursu’na, dinî eğitim veren okulların, pansiyon ve yurtlarına vermeye başladılar.
Yüce İslâm Dini’nin emirleri, farz ve vâcib’leri İslâm’ın emirlerine ve temel kurallarına aykırı olarak, Türk Hava Kurumu’na kanalize edilmiştir. Zekat ve Sadaka-i Fıtır, ferdî ve mâlî ibadetlerdir. Masârıf-ı, verileceği yerler de, ferdî fakir ve miskinlerdir. Vakıf, dernek, kurum ve kuruluşlara, kesinlikle zekat verilemez. Tıpkı, cami inşâ’ı, köprü kurulması ve her türden hayır müesseselerinin inşa ve ekipmanında kullanılamadığı gibi...
Kurban bir ibâdet’tir; kurban kesen kimsenin kurbanın etini üçe ayırması, bir bölümünü fakirlere tasadduk etmesi, bir bölümünü kendi aile ferdlerine, bir bölümünü de yakın akraba ve dostlarına ayırması efdaldir.
Kurban’ın derisini, dilerse herhangi bir maksad için kendisi kullanabilir. İhtiyaç sahibi bir fakire verebilir. Ya da, herhangi bir hayır müessesesine bağışlayabilir, fakat aslâ para ile satamaz.
Günümüzde, vekâletle, yurt dışından veya memleketimiz dahilinden kurban parası toplayanların, bu kurbanların çok cüz’i bir bölümünü kestirdikleri, kâhir ekseriyyetinin bedellerinin başkaca maksad’lara sarfettikleri bilinmektedir. Bu durum, dinî açıdan asla kabul edilemez, vekâlet verenler açısından da kurban kesmiş olmazlar, kurban vücubu üzerlerinden sakıt olmaz. (Devam edeceğiz... İnşâ Allah!...)