Bugün, hayvanların bile istidat dillerini keşfetme yollarında epeyce mesafe alınmıştır. Bizler insan olarak, psikolojik ve sosyolojik kanunlardan faydalanmak suretiyle birbirimizi dinleme, anlama ve anlaşma konusunda yeterince gayret gösterirken; öğretmen de, her  öğrencinin istasyon frekansını bulmayı başarabilirse, ona kolayca ulaşır. Ondan ses alır, ona ses verir duruma gelebilir. Öğrencinin anlamaması karşısında taaccüp edeceğine / şaşıp kalacağına; neden anlamıyorlar diye kendini yoklaması gerekir. Bu suretle, dersi anlatma ve anlaşılma yolunda farklı metot ve usuller bulup deneyerek başarılı bir öğretmen olur.

     Konuşmak, bir konuyu anlatmak içindir. Dinleyende anlayış istidat ve kabiliyeti ne kadar çoksa, konuşanda konuşma yeteneği o nispette yüksek olur. Öğrencinin derse ilgisi derecesinde öğretmen gayrete gelir. Büyük çaba gösterir. Yani öğretmen ve öğrencinin başarısı birbirine bağlıdır.

     Hz. Ali’ye: “İlmini niçin öğretmiyorsun?” diyenlere verdiği cevap çok düşündürücüdür: “Karşımda ilmimi bırakabileceğim vasıfta insan bulamadığım için!” der.

     Diyojen’in, gündüz fenerle dolaşırken: “Ne arıyorsun?” diye soranlara: “İnsan.” cevabını vermesi de konumuza ışık tutar mahiyettedir.

     Unutmayalım ki, insan okumuyorsa; yaratılış gayesini yerine getirmiyor demektir. Çünkü suretâ / görünüşte insan olan insan; ancak, sîreten / huy ve karakter bakımından; yani ahlâken, mânen ve okumayı kendine şiar edinerek ve kendini, çevresini, içinde bulunduğu kâinatı / evreni okuyarak gerçek insan olabilir. Kısaca insan olmanın yolu okumaktan geçer. Bunun içindir ki, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerîm “İkra / Oku!” hitabıyla sesleniyor insan olan insana. Tabii şuurlu ve bilinçli bir okumayı yeğliyor. Yoksa papağanın sözü de insan sözü ama, özü insan değil. Şüphesiz sözümüz; özümüze lâyık ve uygun olmalı.  

     Öğretmen bir konuyu anlatırken veya bir şeyi tarif ederken “Etrafını câmi, ağyarını mâni’ ” bir çerçeve içinde sunmasını da bilmeli. Yani konuyla ilgili her şeyi söylemeli. İlgisiz her söz ve açıklamadan da kaçınmalı.

      Zengin bir Fransız portresini yaptırır. Fakat ücret olarak büyük bir meblağ istenince: “Bir günlük iş için, bu kadar çok para istenir mi?” diye itiraz edince, yaşlı ressam: “Hayır der, bir gün değil. Seksen yıl ve bir gün!” İstediği para hemen ödenir.

     Öğretmenin kolay ve rahatça ders anlatması da, önceki çalışmalarının bir semeresi / meyvası ve bir sonucudur.

     Talebenin derslerden istifadesi / yararlanması ve hocasına saygısı; öğretmenin daha önceki uzun çalışma ve birikimleri sayesinde gerçekleşir.

     Hz. Mevlânâ’nın yeni evlenen birine: “Her geceni gerdek gecesi bil!” demesi gibi. Her öğretmen de, her derse girişinde, o derse ilk girişindeki heyecanı yeniden yaşamalı. Kalbi aynı heyecanla atmalı ki, hem kendisi dersten tat alsın, hem de talebeler cuş u huruşa gelerek / coşup taşarak, pür dikkat / büyük bir dikkatle derse alâka duysun. Bu da öğretmenin kendini daima yenilemesi ile mümkün ve olası. Yani bilgileri her zamanki tarzda sunmayıp, onlara her yıl yeni bir takdim kılıfı geçirmesi ile bu yeniliği sağlayabilir.

     Zaten her yeni; eskinin bir başka biçimde ortaya konulması değil midir?

     İşte öğretmen de, kendine her yıl yeni bir çeki düzen vererek öğrencinin karşısına çıkmasını bilmeli. Aksi takdirde ne kendisi zevk alır, ne de öğrencinin derse alâkası kalır.

     Süleyman Nazif “Son Nefesimle Hasbihal” başlıklı manzumesinde diyor ki:

     “Evlâdımı, ecdâdıma bigâne görürsem,

       Ruhum ebediyette kalır ebkem-i mâtem.”

      (Evlâdımı, atalarına yabancılaşmış görürsem, 

      Ruhum ebediyette matemden dili tutulmuş durumda  kalır.)

     Öğretmen; bu millî vasiyeti yerine getirmekle de, mükellef ve yükümlüdür.