Obama-Erdoğan söz düellosunun perde arkası
Ankara Obama'nın ikinci kez seçilmesini büyük bir memnuniyetle karşıladı; gazeteler, televizyonlar ABD başkanlık seçimleri sonuçlarını, "Ankara'nın Obama Sevinci" başlıklı haber ve yorumlarla duyurdular. Genel inanış, Romney'in seçilmiş olması durumunda, ABD'nin hem bölgesel hem de Türkiye ile ilgili politikalarında oldukça köklü değişiklikler uygulayacağı, bu politika değişikliğinin de Türkiye açısından büyük sıkıntılar doğuracağı yönündeydi. Bu yöndeki değerlendirmelerde, Obama’nın bir kral değil, ‘ABD Başkanı’ olduğu gözardı ediliyordu.
Obama’nın 2. Kez seçilmiş olmasına olağanüstü anlamlar yükleyenler, ABD Başkanının İsrail’in Filistin’e orantısız güç kullanmasını, “İsrail savunma hakkını kullanıyor” şeklinde değerlendirmesi karşısında büyük bir düş kırıklığı yaşamaktalar. “Obama’nın İsrail politikasının İsrail-Filistin ve Türkiye boyutları Türkiye’nin meseleye bakışıyla benzerlik gösteriyor” diyenler, gelişmelerin tarihi boyutu gözardı edilen yorumların ne kadar ne kadar yanıltıcı olabileceği gerçeğini yaşıyor. Bu gelişme, tarihi boyutları ve de ‘ABD gerçeği’ açısından değerlendirildiğinde hiç de şaşırtıcı değildir.
ABD Başkanı ile Başbakan Erdoğan arasında Filistin konusunda yaşanan söz düellosunu değerlendirme güçlüğü yaşıyorlar. Obama, “Gazze ciddileşirse, iki devletli çözüm olmayabilir” derken, Kasım sonunda BM’de Filistin’i destek vermeyebileceğini ima ediyor, Başbakan Erdoğan da, “Bu nasıl adalet? İsrail bir terör devletidir!” diye isyan ediyor. Obama ‘ABD Başkanı’dır ve Amerika’nın siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri çıkarlarını korumakla yükümlüdür. Erdoğan da, Türk ve Müslüman bir ülkenin Başbakanı’dır ve ülkemizin olduğu kadar, tarihi ve kültürel derinliğimizin omuzlarımıza yüklediği sorumluluklardan dolayı, hem ülkemizin hem de dinimizin geleceğini savunma durumundadır. Yeri gelmişken yeniden vurgulayalım; Hunting’ın “Uygarlıklar Çatışması” bir masal kitabı değildir ve bölgemizde yaşanmakta olanlar da ‘Ortadoğu Askeri Olimpiyatları’ değil, küresel çapta bir çıkar çatışmasıdır. Gelişmeleri tarihi boyutlarıyla ele almadıkça gerçekleri görebilme şansımız yoktur.
Serdar Turgut bizi tembellikle, cahillikle suçlayacak biliyorum, ama biz, Obama'nın yeniden seçilmiş olmasına olağanüstü anlamlar yükleyenlerden değiliz. Yani, Obama'nın seçilmiş olmasıyla, ABD'nin bugüne kadar uyguladığı sosyoekonomik ve dış politikalarında büyük bir eksen kayması yaşanacağına ihtimal vermiyorum. Bu konudaki görüşlerimizi 8 Kasım 2012 tarihli, “Obama Türkiye’ye hangi gözle bakacak?” başlıklı yazımızda da belirtmiştik. Kim seçilirse seçilsin, ABD’nin güvenlik politikalarında bir eksen kayması yaşanmayacağını vurgulayan bu görüşümüz, seçimleri ABD’den izleyen Serdar Turgut tarafından dolaylı yoldan eleştirilmiş ve cahillikle suçlananlar sepetine atılmıştık: “Bu yorumlarda bulunanlar, ABD-Türkiye açısından Amerikan başkanı kim olursa olsun, fark etmeyeceği yanılgısını anlatıp duruyorlar. Ben iyi niyetli bir yorumla, bu kişileri sadece tembel olarak niteliyorum. (…) Tembellerin yorumuna göre, Amerikan seçimlerinden Obama veya Romney’in çıkması Türkiye açısından fark etmeyecekti.”
“Romney’in seçilmesi durumunda AK Parti ve Türkiye’nin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağını” söyleyen meslektaşımıza, gazetesinin “Obama-Erdoğan Söz Düellosu” manşetini hatırlatmak isteriz.(Haber Türk 20.11.2012)
ABD'nin giderek değişen demografik yapısı, izlediği ekonomi politikaları, ülke ekonomisinin omurgasını oluşturan silah, petrol ve ilaç sektörlerinin Amerika'nın iç ve dış politikalarındaki rolleri, milli gelirinin yüzde 80'inin nüfusun yüzde 1'lik dilimi tarafından kontrol edilmesinden dolayı ABD'nin bir şirketler devleti olduğu dikkate almazsanız, görünen ya da gösterilmek istenen ABD tablosu hakkındaki görüşlerinizi dile getirmiş olursunuz ki, bu, ABD gerçeklerinin anlatımı olamaz.
Demokrat Obama'nın Cumhuriyetçi Romney'le başabaş götürdüğü başkanlık seçiminde ipi göğüslemiş olmasını, "ABD toplumunun demografik yapısına, siyahlardan, göçmenlerden, kadınlardan ve gençlerden oluşan kalıcı bir blok inşa etmiş olmasına" bağlayabilirsiniz ya da, "Kağıt üstünde Başkan Obama kırılgan bir görüntü veriyordu, Senato'da çoğunluğun değişmesi gerekirdi. Ne var ki Cumhuriyetçiler çok cepheli bir savaşı tercih ettiler. Göçmen hakları konularında Hispanikleri (Latin Amerika kökenlileri) istiskal ettiler. Kadınları kürtaj ve doğum kontrolü, gençleri de İklim değişikliği ve eşcinsel evliliği konularında karşılarına aldılar. Cumhuriyetçileri bu seçimlerde destekleyen tek grup beyaz köktendinci erkekler oldu" diyebilirsiniz, ama bu değerlendirmenizin de "malumu ilan"ın ötesinde bir anlamı yoktur.
Obama’nın zaferini, “Obama, interneti çok iyi bir araç olarak kullandı, tasavvur edilebilecek en geniş zayıflar koalisyonunu oluşturdu ve Müslüman, yoksul, göçmen ve siyah düşmanı muhalifleri, İran’la savaş isteyen İsrail lobisinin önüne kurduğu devasa barikatları tek başına aşmak başarısı gösterdi” tadındaki söylemler, 2008'de verdiği sözleri tutamamış, milli gelir dağılımındaki dengesizliğe bir çözüm üretememiş, küresel krizin üretim merkezi olarak suçlanan yatırım bankalarının devlet eliyle kurtarılmalarına "hayır" diyememiş, ekonomiye kriz öncesi büyüme temposu kazandıramamış, işsizlik oranını arzulanan seviyeye düşürememiş bir Obama'nın ikinci kez seçilmiş olmasının gerçek nedenlerini açıklamış olmaz. ABD'nin ve dünyanın gerçeklerini anlatmayan bu tür yorumlar eksik değerlendirmelerdir ve gelecekte bizlerin nelerin beklediği konusunda yol feneri görevi görmezler.
OBAMA, ABD’NİN SİYASİ, EKONOMİK, KÜLTÜREL VE ASKERİ ÇIKARLARINI KORUMAKLA YÜKÜMLÜDÜR
Sonuçta, Obama ABD’nin başını çektiği küresel sistemin bir dişlisidir; Amerika’nın siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri çıkarlarını korumakla yükümlüdür.
İşte bu noktada karşımıza Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Amerikan dış politikasının dayandırıldığı Uygarlıklar Çatışması tezinin yazarı Samuel Huntington çıkıyor.
"Cumhuriyetçileri bu seçimlerde destekleyen tek grup beyaz köktendinci erkekler oldu" diyen ve "Uygarlıklar Çatışması" teziyle ABD’nin en büyük düşmanının İslam olduğunu söyleyen Huntington’ın savunduğu düşüncelerin gerçek hayattaki yansımalarını görmemiz gerekir. (Ergin Yıldızoğlu'nun vurguladığı gibi) Uygarlıklar Çatışması tezinin arkasındaki mantığı Hispanic Callenge (Foreing Policy 01.03.2004) başlıklı yazısı üzerinden ABD’ye de uygulayan ünlü ideolog Huntington, “Amerika 17 ve 18.yüzyıllarda beyaz, Anglosakson, Protestan temelde kuruldu. Daha sonra 19. Yüzyılda gelen göçmenleri de entegre edebilmek için, Amerika yeniden, bu kez bir itikat temelinde Yeni Kudüs (Çok özgün ülke) olarak tanımlandı. Siyah derililer 1960’larda bu yapıya sivil halklar hareketi üzerinden, itikat temelinde eklemlendiler.” (…) “Amerika tek ulusal dilli, çekirdeğinde Anglo-Protsestan kültürü olan bir ülke olarak kalmaya devam edecek mi, etmeyecek mi? (…) Amerika eğer beyaz Protestan ve Anglosakson temelde kurulmasaydı Amerika olmazdı; bir başka ülke, Quebec, Meksika ya da Brezilya olurdu” diyor.
Sözün nereye gideceğini anlamış olmalısınız. Huntington, 20 Yüzyılın son diliminden bu yana Latin Amerika’dan, özellikle de Meksika ve Orta Amerika’dan akın akın gelen göçmenleri ülkenin sosyoekonomik yapısı açısından bir tehdit oluşturduğunu savunuyor. Sınır komşusu bir ülkeden gelen bu göçmenlerin, Teksas gibi bazı eyalet topraklarının yüzyıl öncesinde kendilerine ait olduğunu düşünüyorlar ve bu topraklara yerleşirken hak iddia ediyorlar. Belli bölgelerde yoğunlaşan bu insanlar ABD yapısına entegre olmuyorlar, kendi dil ve kültürlerini ısrarla koruyorlar ve doğum yoluyla hızla çoğalıyorlar.. Seçmen listelerine her yıl 50 bin yeni Latino ekleniyor.. Huntington bu gelişmeden ABD’nin geleceği açısından kaygılanıyor: “Amerika tek ulusal dilli, kültür çekirdeği Anglo- Protestan temele dayalı bir ülke olarak kalabilecek mi?”
HUNTİNTON: “YALNIZCA ANGLO-PROTESTAN DAMGALI BİR AMERİKAN RÜYASI VAR”
“Huntington Amerika Amerikalılarındır” diyenlerden: “Genel bir ‘Amerikan rüyası yok; yalnızca Anglo-Protestan toplumun yarattığı bir ‘Amerika rüyası’ var. Meksikalı Amerikalılar bu rüyayı ancak, rüyalarını İngilizce olarak gördüklerinde paylaşabilirler” diyor.
“Oysa ABD ve Batı yıllarca antikomünist amaçlarla kullanmak üzere Siyasal İslam'a büyük yatırımlar yapmış, siyasal, ideolojik, örgütsel ve parasal olarak büyük kaynaklar harcamıştı.”
Tarım Devrimi din ve mezhepler kavramını, Endüstri Devrimi milliyet ve sınıf kavramlarını getirmişti. Sovyetlerin çöküşü yeni bir devrimin, Bilişim Devrimi’nin başlangıcı sayıldı. Bu yeni dönemin egemen ideolojisi olarak demokrasi ve insan hakları öne çıktı ve ABD ve AB ortaklığının oluşturduğu Batı cephesi, Sovyetlere karşı kullandığı, önceki devrimlerden kalma mikrodincilik ve mikromilliyetçilik “silahlarını”, bu kez, demokrasi ve insan hakları kamuflajı altında, Sovyetler Birliği’nin Balkanlardaki ve Kafkaslardaki mirasını absorbe ederek yeni siyasi haritalar oluşturmada kullandı.
Amerikan derin devleti, “ABD savaş olmadan yaşayamaz!” diyordu. ABD’nin savaşması, biriken silah stoklarını eritebilmek amacıyla periyodik marazalar çıkarabilmesi için de yeni bir “düşman”a ihtiyacı vardı.
İSRAİL-FİLİSTİN ÇATIŞMASININ VERDİĞİ İLHAMLA..
ABD’nin gölgesinde kurulan ve ABD’nin koruması altında olan İsrail’in yıllardır Filistin’le çatışma içinde olmasının verdiği ilhamla, İslam, Batı için bir tehdit, potansiyel bir terör bataklığı ilan edildi. Ortadoğu’yu din, mezhep ve milliyetçilik bağlamında yeniden dizayn etmek üzere, yeni dünya düzeni paralelinde, Büyük Ortadoğu Projesi gündeme geldi.
11 Eylül İkiz Kuleler şoku ve küresel krizin narkoz etkisi ve de G.W. Bush’un “Haçlı Seferleri Başladı” çığlıkları eşliğinde yeni dünya düzenini hayata geçirme operasyonu başlatıldı. Önce Afganistan sonra da Irak işgal edildi, beşbin devletçikten oluşacak yeni siyasi atlasa uygun olarak dilimlendi.
SORULAR…
Obama, kamplaşmalar olduğu ileri sürülen ABD devlet yapılanmasına karşı, sosyoekonomik problemlerin çözümünde, ABD’nin dış politikasında, kendi düşünce ve görüşleri doğrultusunda, eksen kayması olarak nitelenebilecek köklü değişiklikler yapabilecek midir?
Suriye konusunda seçimlere kadar sürdürdüğü çekimser tavrını sürdürebilecek midir? ABD Dışişleri Bakanı Clinton Suriye muhaliflerinin yeniden yapılanmasını isterken, Fransa Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu çatısı altında toplanmasının ardından, Fransa Cumhurbaşkanı Francois Holland, Elize Sarayı’ndaki basın toplantısında bu oluşumu tanıdığını açıkladı ve silah yardımı yapabileceklerini ima etti. ABD, Fransa’nın I. Dünya Savaşı sonrasında bir süre etkin olduğu Suriye topraklarında yeniden bayrak göstermesine razı olur mu?
ABD, Rusya’nın Akdeniz kıyısında bir devlet kurmasına izin verecek midir?
“Türkiye ve ABD, ‘Arap Baharı’yla yakınlaşan ilişkilerini sürdüreceklerdir. Bölgenin temel sorunları karşısında tutumları uyuşuyor”, deniyor, ama bu değerlendirme ne kadar gerçekçidir? I. Körfez Savaşı’ndan başlayarak, Irak’ın kuzey parselinde göstere göstere Çekiç Güç’ün kanatları altında tam teşekküllü bir Kürt devleti kuran ABD, bu devletin korunmasında ve yaşatılmasında, İsrail konusunda olduğu gibi, duyarlılığını sürdürse ve Suriye’nin kuzey parseli üzerinden Akdeniz’e uzanması konusunda ısrarcı olursa, Türk-Amerikan ilişkileri sıcaklığını koruyabilecek midir? Obama’nın seçildiğine sevinenler memnuniyetlerini sürdürebilecekler midir?
Obama’nın ikinci kez seçilmesinin Türkiye açısından ne kadar hayırlı olduğunu anlatılırken, Obamaİsrail politikasının İsrail-Filistin ve Türkiye boyutlarının Türkiye paralelinde olduğu savunuluyor ve taraflar istemediği ve net bir yol haritası olmadığı sürece Obama’nın İsrail-Filistin sürecine müdahil olmayacağı söyleniyordu. İsrail, Tevrat’tan alıntı yaparak, “Bulut Sütunu” olarak adlandırdığı cehennemi bir operasyonla Gazze’yi yerle bir etti.
Seçimler öncesinde yapılan saldırılarda akıtılan Müslüman kanları seçim sandıklarında oya dönüştüğünden, 1 Ocak 2013’te yapılacak seçimlere kadar Filistin’de daha çok kan akacak demektir. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan bu gerçeği bildiklerinden, Türkiye’nin Filistin konusundaki duyarlılığını çok sert ifadelerle dile getirdiler. Merak ettiğimiz şu, Obama, daha fazla oy kazanmak uğruna saldırıları artırdığında, Netanyahu’nun kulaklarını çekebilecek midir?
İsrail’in Filistin’e karşı orantısız güç kullanmasını, “İsrail kendisini savunuyor” şeklinde değerlendiren Obama, seçim öncesindeki Netanhayu karşıtı tutumunu neden değiştirmiştir?
Obama, Başbakan Erdoğan ve Mısır Başbakanı Mursi’yi eleştirerek, “Gazze’yi savunanlar, durum ciddileşirse, iki devletli bir çözüm ve barış olmayacağını görmeli” derken, Başbakan Erdoğan, “Bu nasıl adalet? Müslümanları terörle yanyana ananlar Gazze’ye göz yumuyor. İsrail terör devletidir” diye isyan ediyor. Bu düello, Obama’nınTürkiye’ye bakışını ne yönde etkileyecektir?
Pasifik’te Japonya ile Çin, birkaç küçük ada için savaş gemilerini harekete geçirirken, Obama, “Küresel krizin yaralarını biran önce sarmalıyım. Bunun için de askeri harcamaları kısarak içe dönmeliyim” diyebilecek, dünya deniz ticaret yollarının Pasifik’teki bölümünün kontrolünü Çin’e bırakabilecek midir?
Bu günkü sohbetimizi, 8 Kasım tarihli yazımızda sorduğumuz soruyla noktalayalım: “Bizi ilgilendiren en önemli konular, Obama’nın, daha doğrusu ABD derin devletinin İsrail, Filistin, Suriye ve İran konusunda izleyeceği politikalar olacaktır. Obama’nın özellikle Suriye’de çarpışan muhalif güçler arasında hangi fraksiyona destek vereceği, yani Suriye stratejisini Müslüman Kardeşler’e destek vermek şeklinde kuran Obama’nın, derin devletin baskısıyla, bu politikasında değişiklik yapıp yapmaması bölgemizin geleceği açısından belirleyici karar olacaktır. Bizim açımızdan önemli olan soru şu: Obama Ortadoğu ülkelerine örnek gösterdiği laik Müslüman Türkiye’ye hangi gözle bakacak?”
Bütün bu sorular da gösteriyor ki, Nobel Barış Ödülü sahibi Obama, “barış güvercini” olabilme adına, ADB’nin ne ekonomi politikasında, ne de dış politikasında eksen kaymasına neden olabilecek köklü değişiklikler yapma şansına sahip değildir.