O GECE…

                                                               ( Gerçek Bir Savaş Öyküsü )

 

Değerli Okurlarım;

  Aşağıda okuyacaklarınız, basımı Bilgeoğuz Yayınevinde yapılan ve Ocak ayında kitapçılarda yerini alan ‘’O GECE’’ isimli yeni romanımdan alınmıştır. Bu kitabım bundan 44 yıl önce savaşta yaşanan gerçek bir olayı anlatmaktadır.

 O gecenin kahramanlarına ithaf ettiğim bu kitabımın en çarpıcı bölümünü aşağıda bilginize sunuyorum. O gece orada olup da, Rum esirlerine aşağıda okuyacağınız insanlık dersini veren Mehmetçik ve Mücahitlerimi şükranla yâd ediyorum. Bugün hayatta olmayanların aziz hatıraları önünde büyük bir saygı ve minnetle eğiliyorum. Ruhları şad olsun.

   " Kıbrıs'ta 14 Ağustos 1974'te gerçekleştirilen 2'nci harekâtın ilk saatlerinden beri civar köylerden kaçan ve araziye dağılmış olan Rum Milli Muhafız Askerleri, onlara komuta eden Yunanlı subaylar, sivil Rum milisler; Lefkoşa Rum kesimine geçebilmek için bizim ele geçirdiğimiz bölgeden geçmek zorundaydılar. 

  Böyle olunca da pek çoğu birliklerimize esir düşüyorlardı. Bunların çoğunluğu yaşlılar, kadın ve çocuklardı. İçlerinde emzikli bebekler dahi bulunuyordu... Yine grup, grup esirlerin getirildiği bir andı! Yaşlı bir karı, koca, 2-3 yaşlarında bir kız çocuğu ve genç kızdan oluşan 4 kişilik bir Rum aileyi toplayan askerlerimiz, bu grupla birlikte tabur karargâhımızın bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Gelen bu grup içindeki o küçücük Rum kızı bir an gözüme ilişti! Aman Allah'ım! Türkiye'de bıraktığım kızım Ebuşuma ne kadar çok benziyordu, aynı yaştaydılar sanki. 

  Ben bu duygu seline kapılmışken, bu aileyi bulunduğumuz yere ve tam benim önüme getirdiler. O küçücük Rum kız çocuğu sanki kendilerine bir şey yapılacakmış ve bu emri de ben verecekmişim gibi iki elini de havaya kaldırmış bir şekilde bana dönerek; 'No, noooo! Help, help diyerek bağırmaya ve ağlamaya başlamıştı! Bir an kahroldum, ne yapacağımı şaşırmıştım! Küçücük çocuğa ne yapılabilirdi ki? 

  Karşımda duran, bulunduğumuz bölgeye toparlanan yaşlılara, kadınlara, hamile annelere, kucağında emzikli bebekleri olan annelere, gencecik insanlara ne yapabilirdik? Onlar, bize kurşun sıkan Rum askerleri değildi ki! Onlar çaresizce hayata tutunmaya çalışan sivil halktı. Onlar Türk askerine teslim olmuş, aman dileyen çaresiz sivillerdi. Savaşın tüm acımasızlığının yaşandığı o zaman kesitinde gün batmış ve bulunduğumuz yerde, toplam 187 Rum sivil esirimiz olmuştu. Onlar artık bizim namus ve şerefimize emanetti. Aman dileyen insana el kaldırmak, zarar vermek bir kere dinimizce de günahların en büyüğü idi... 

  Bu insanların hepsi aç ve susuzdu. 20 Temmuzdan - 14 Ağustosa kadar geçen süre neredeyse bir ay olmuş, toplanan esirler bu uzun sürede ne yapacağını bilmez bir halde oradan, oraya savrularak, güneye Rum kesimine geçmeye çalışmışlar ve bir şekilde hayatta kalmışlardı. Görünen o ki, çok bitkindiler, artık onlara göre yolun sonuna gelmişlerdi! Ne yapacaklarını bilmez bir haldeydiler! Çocuklar ağlaşıyor, yaşlılar dua ediyor; anlaşılan o ki, kadınlar, genç kızlar korku dolu gözler ile etrafı inceliyor, başlarına ne gibi bir felaketin geleceğinin hesabını yapıyorlardı... 

   Ama yanılıyorlardı. İşte tam bu anda Türk askerinin, doğuştan gelen, Türk Milletinin bir ferdi olmanın en önemli hasleti devreye giriyordu. 

  Çünkü 'Mehmetçik' merhametliydi, bu güne kadar savaş meydanlarında kendisinden aman dileyene asla zarar vermemiş, yan bakmamıştı. Yine öyle oldu. 

   Rahmetli bölük başçavuşum Banazlı Cafer Çınar Başçavuşumu yanıma çağırdım. Rum esirlerin bu bitkin halini göstererek; '’sana emir vermiyorum, sadece bu insanların durumunu gören öncelikle subaylarımdan, astsubaylarımdan, askerlerimden ve mücahitlerimden onlara yardım etmelerini, üzerlerinde bulunan yiyecekleri, suyu bu muhtaç insanlarla paylaşmaları için bu isteğimi onlara iletmeni istiyorum..." Dedim. 

  Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, susuzluktan dudakları parçalanmış, 18 Temmuzdan o ana kadar sıcak bir kaşık yemek dahi yememiş, sadece üzerinde taşıdığı birkaç peksimet, birkaç konserve ile hayatta kalmaya, çevreden buldukları ile beslenmeye çalışan benim o kahraman, yiğit askerlerim; mataralarındaki belki de son su damlalarını, üzerlerinde taşıdıkları son yiyecek lokmalarını; Rum bebekleriyle, yaşlı insanlarıyla, Rum anneleri ile paylaşmak için esirlerin toplandığı yere getirip bırakmaya başladılar... 

  Rum esirlerin yaşamış oldukları bu insanlık dramını içine sindiremeyen, belki de onların yerine bir an olsun kendi analarını, babalarını, eş ve çocuklarını koyan askerlerim; günlerden beri aç ve susuz olmalarına rağmen, savaşta bir asker için en önemli olanı, onların açlığını bastırabilecek tüm yiyeceklerini, sularını Rum esirleri ile paylaşıyordu... 

  Hele, hele öylesi bir olay yaşandı ki, bu hazin insanlık tablosuna apayrı bir insanlık dersi katmıştı. Bu hüzünlü tabloyu gören bir askerim yanına gelerek: '’Komutanım şu yakın mandırada inekler var. İzin ver bir koşu onları sağıp geleyim, esirler arasında bebekli anneler var, savaş sütten kesilmelerine sebep olmuş. O bebelere yazıktır komutanım...'’ Ne diyebilirdim ki? Bu yaşananların tümü insan olabilmenin erdemi ise bu erdemin adı: "Türk insanıydı, yüreği tertemiz Mehmetçikti." 

 İçlerinde İngilizce bilen olup, olmadığını sorduğumda; esirlerin arasında bulunan 20 - 25 yaşlarında, yeşil gözlü, beyaz tenli, simsiyah saçları ile tam bir Rum dilberi görüntüsünde bir kız ayağa kalkarak, 'Yes I am' diye cevap verdi. Titreyen bedeni ile karşımda durdu ama yüzünde mağrur bir ifade vardı...     

  İsminin Maria olduğunu, Sihari Köyünde oturduğunu, 19 Temmuz gününden beri büyük bir korku içinde olduklarını; Türk Askerinin adaya ayak bastığından beri güneye gitmek için yer değiştirdiklerini, nişanlısının Kutsovendi köyündeki komando kampında asker olduğunu, savaş çıktığından beri, kendisinden haber alamadıklarını ve şu anda kendilerini de nasıl bir sonun beklediğini bilemediklerini ifade etti! 

 Maria ile konuştukça, korku dolu bakışlarının kaybolduğunu fark etmiştim. Ona korkmamalarını, burada Türk Askerinin koruması altında olduklarını, kendilerine hiçbir zarar verilmeyeceğini söyleyerek, bize güvenmelerini, bu söylediklerimi de diğer esirlere aktarmasını söylemesini istedim. Ayrıca biraz kızgın, biraz da merak içinde bu kadar aç ve perişan olmalarına rağmen, askerlerimin onlara vermiş oldukları yiyecek ve içeceklere neden dokunmadıklarını sordum?

   Maria biraz mahcup, biraz da korkulu bir yüz ifadesi ve ses tonuyla: Aralarında bulunan bir papazı işaret ederek, bu papazın: '’askerlerimizin yiyecek ve içeceklerini esirlerle paylaştıktan sonra hiç birisine dokunulmamasını çünkü Türk Askerlerinin bunları kendilerini zehirleyerek öldürmek amacıyla verdiklerini'’ söylediğini ifade etti... 

  Bir anda büyük bir öfkeye kapılmıştım. Papaza hak ettiği dersi vermek istedim ama kendime hâkim oldum. Mehmetçiklerimin esirler için bıraktıkları yiyeceklerden, içinde su olan mataralardan herhangi birisini seçerek, önce ben yedim ve içtim. Sonra da esirlere dönerek: '’İşte görün, eğer bana bir şey olursa hiçbir şeye dokunmayın'’ diye bağırdım. Beni büyük bir şaşkınlıkla izleyen o insanların, bu hareketimden sonra; onlar için bırakılan yiyecek ve sulara nasıl saldırdıklarını izlerken, içim burkuldu, çok üzüldüm. 

 O gece boyunca bu esirlere ne yapacağız diye düşünmüştüm! Zira aramızda kalmaları, büyük bir problemdi! Kendimize bile bulamamışken; onları besleyecek ne yiyeceğimiz, ne de suyumuz vardı. Esirlerin arasına çok güzel Rum kadınları ve genç kızlarının oluşu da ayrı bir problem oluşturabilirdi. Askerime bu konuda çok güveniyordum ama ne olursa olsun; ateşle barut yan, yana olmamalıydı!   

  Ertesi sabah Tabur Komutanımın (Rahmetli Yarbayım Arap Burhan, nur içinde yatsın.) yanına giderek, bu esirleri ne yapacağımızı sordum? O da ne yapılacağının kararını bir türlü veremiyordu. Boğaz bölgesindeki esir toplama bölgesine göndermeye kalksak, nasıl ve hangi araçla gönderecektik? O sayıda insanı gönderebilecek ne aracımız, ne de başka bir imkânımız vardı. Bunun üzerine tabur komutanıma döndüm: 

  "Komutanım, ben esirleri serbest bırakmayı öneriyorum" dedim. Bulunduğumuz yer Lefkoşa Rum kesimine iki, üç kilometre mesafedeydi. Hemen önümüzden geçen asfalt yolu (bu yol, Lef koşa sanayi bölgesinin hemen önünden geçerek, tam cephe hattımızda bulunan, Rumların Eğlence köyüne ve Lefkoşa Rum kesimine gidiyordu...) takiben giderlerse; bir saat içinde kendi bölgelerinde olabilirlerdi. Tabur Komutanımız da bu önerimi uygun bulmuştu... 

   Bunun üzerine süratle esirlerin bulunduğu yere giderek, Maria’yı yanıma çağırdım. Kendine verdiğimiz kararı ve serbest bırakılacaklarını izah ettim ve en geç bir saat içinde Lefkoşa Rum kesimine gidebileceklerini söyledim. Maria böylesi bir durumu yaşayan bir insanın ne yapması gerekiyorsa, onu yaptı. Önce bir sevinç çığlığı attıktan sonra; minnet duyguları ile yaşaran gözlerini, gözlerime dikerek; "Sizlere minnettarız, bizlere insanlık dersi verdiniz, çok teşekkür ederim. Şunu da belirtmek isterim ki, bu durum aynı şartlarda Türk kadınlarının ve kızlarının başına gelmiş olsaydı; bizim askerlerimiz, çoktan ırzlarına geçmiş, çoğunu da öldürmüşlerdi. Seni ömrüm boyunca unutmayacağım cesur Türk" diyerek, boynuma sarılmıştı... 

  Kısa bir süre sonra 187 kişiden oluşan Rum esirlerin serbest olduklarını, hemen karşımızda bulunan Rum kesimine gidebileceklerini öğrendikleri andan itibaren; o yaşlı insanların, emzikli bebekli annelerin, küçücük çocukların onları hayata kavuşturacak 'özgürlüğe giden o yola doğru' nasıl koşuşturduklarını, savaşın içerisinde yaşanan bu insan sefilliğini büyük bir üzüntüyle izledim... 

  Hele, hele Türk askerinden aman dilemiş, bizim adaletimize sığınmış bu insanlara dokunmak, onlara zarar vermek; ne bizim askerlik şanımıza, ne de inancımıza yakışırdı. Sonuçta da öyle oldu. 2'nci Harekâtın ilk gününde ve öncesinde, 'onlar, o esirler'; savaşın o acımasız yüzünü gördüklerini; ölümle burun, buruna geldiklerini sandıklarında, aslında bizim namus ve şerefimize emanet edildiklerini kavrayamamışlardı. 

  Rum esirleri ‘’Özgürlüğe Giden Yola’’ doğru koşarken; onları serbest bıraktığımız o gecenin sabahında; Muratağa-Atlılar ve Sandallar köylerinde Rum askerlerine, E.O.K.A çetelerine esir düşen eli silah tutmayan sivil Kıbrıs Türk Halkının; Bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden, insanlıktan nasibini almamış bu katiller sürüsü tarafından kahpece katledildiklerini, ancak harekâttan sonra ortaya çıkarılan toplu mezarlardan öğrenecektik… 

 Ama bu insanlık ayıbı; dünya var oldukça bu katliamları yapan Rumların alnında kara bir leke olarak kalacaktı...’’ ( Bk. Bilgeoğuz Yayınları - “O GECE’’ isimli yeni romanım )