Niçinler ve siyaset dünyası; “biri diğerine bağlı” iki zıt kardeştir. Yek diğerine bağlantıları ise, milletlerarası politika dünyasındaki değişimlere göre değişir. Daha doğrusu yönlendirilir. 
Biz, konumuzun muhtevası açısından, daha ziyade; gerçeklerin ört-bas edildiği menfi yönleri üzerinde duracağız. Meselâ; Meclis-i Milli’nin son toplantısını yaptığı 25 Nisan 1909 günü, Hareket Ordusu’ndan gelen telgrafta: Yıldız’ı teslim aldık. Harekât sona ermiştir. Binaenaleyh, Sultan-Ahmet’teki Meclis binası güven altındadır haberi alınınca, Mebuslar tekrar eski binaya dönmüşlerdi. 27 Nisan 1909 Salı günü, “Abdülhamit’in tahtından indirilmesi kararı müzakereye sunuldu. Abdülhamit Han’ın hal edilmesiyle birlikte, Osmanlı Ermenilerinin de Yıldızı kaydı ve de bir daha eski itibarlarını elde edemediler!... Niçin veya niçinler, hâlâ cevapsızdır: “4 Ekim 2013 Cuma” Niçin cevapsızdır? Çünkü; bugünün politikası böyle emretmektedir ve olsun niçin, olsun niçinler siyasetle olan bağlarını işte bu noktada başlatırlar ve düğümlenirler ki, çözebilene aşk olsun!.. 
Osmanlı-Ermeni meselesi de böylesi bir düğüm olduğu için, günümüze kadar bir türlü çözülememiştir: 4 Ekim 2013 Cuma. Çünkü, niçinler siyasetle bağlandı mı, kördüğüm olur ve öyle bir düğüm olmuştur ki, (1834-2013) bunca yıl geçmiş olmasına ve bu yıllar zarfında iki Cihan Harbi bitmesine, dünlerde yekdiğeri ile kanlı bıçaklı olan ülkeler, şimdi barış içinde işbirliği yapabilmelerine rağmen, onca yıl içinde “Türk-Ermeni” problemi bir türlü hâl edilememiştir?!... Çünkü, “NİÇİNLERİN, SİYASETLE OLAN BAĞI” buna kesin olarak mânidir!... Peki, mani olabilme gücünü nereden almaktadır? Çok basit; Cihan milletlerinin “Millî menfaatleri” böylesi meselelerde maneviyattan ziyade maddiyatın ön plâna alışlarındandır. Asırlarca birlikte yaşamış, yek diğerini kardeş kabul etmiş bu iki kavim. Emperyalist devletlerin dehşetengiz entrikaları neticesi, her iki kavim, hiç yoktan ezeli düşman durumuna gelmişlerdir. Ancak, bu durumun sağlanmasında her iki kavimin içinde bulunan bir takım parazitler her daim emperyalistlere uşaklık etmek alçaklığını sergilemişler ve hâlâ alçaklığı sürdürmektedirler... 
Benim bu konuya değinmem ne ilk ve ne de böyle giderse sonuncu olacaktır! Zira, her kim ve hangi kavim mensubu olursa olsun, atalarının doğup yaşadığı kendi öz vatanında yabancı muamelesi görmesi kadar insanı kalbinden yaralayan, ruhen yıkan, ikinci bir mesele olamaz! 
Günümüz Ermenistan’ı ve günümüz Türkiye’si, adı, “Millî Menfaatler” olan nesne yüzünden, yekdiğerine samimi olamamakta ve bir çok tarihi gerçeği kendi milletlerinden saklayarak, tam tersi senaryolara inandırmaya çalışmaktadırlar ki, maalesef bu taktikleri işe yaramaktadır. 
Velâkin, bu durumun ilelebet böyle gideceğine inanarak, tam bir teslimiyet içinde, aşağılanmaya teslim olmak kadar insanı rencide edici ikinci bir mesele olamaz! Dolayısıyla, bu saçma inatlaşmanın yanlış ve devamlı olarak başka milletlerin ekmeğine yağ sürmek olduğu bahsine temasla, halklarına gerçekleri anlatmaya çalışmak kadar, hayırlı bir mücadele olamaz ve biz de bu faktöre ideal edindik. 
Şu hususun kesin şekilde bilinmesi lâzımdır ki, Ermenistan halkı her ne kadar soydaşımsa, Türkiye de benim öz vatanımdır. Dolayısıyla Türkiye’de “azınlık veya yabancı” sayılma, beni derinden rencide etmekte olduğundan bu konuyu kendime bir görev olarak kabullenip, 1963’ten itibaren kendimi sırf bu işe adadım ve böylece Ressamlık mesleğim maalesef böylece harcanıp gitti. 
Günümüz Ermenistan’ında bu konuda nasıl bir politika uygulandığını tam olarak kestiremem ama, vatanım Türkiye’de mezkûr problemin çözülememesi için, bazı kliklerin her daim bu konuyu sahiplenerek, Türkiye’yi yanlışlara sürüklemede büyük çapta rol oynadıklarını bilmekteyim. 
Şu an Türkiye’de “Ermeni olmak”; “potansiyel düşman” olmak arasında hiçbir fark yoktur. Meselâ; son günlerde Türkiye Ermenileri’nin Anadolu’daki restore edilmiş kadim Ermeni kiliselerini ziyaretlerinde; “Devlet tarafından sıkı bir korumaya alınmış olmaları dahi, benim endişelerimde ne derece haklı olduğumu açıkça göstermektedir!...”
Mevcut durumda, Azerbaycan’ın da dolaylı rol oynaması ve Rusya’dan aldığı direktiflere göre hareket ederek, “Soydaşlık” politikasını da gerçekten pek ustaca tatbik etmesi, biz, Türkiye vatandaşı Ermenileri daha da zor durumda bırakmaktadır. 
Bilindiği gibi, günümüzdeki Federal-Rusya, dünlerde olduğu gibi, günümüzde de Türkiye Ermeni’lerinin, vatanı Türkiye’ye candan bağlanmasına karşıdır. Zira, münasip bir ortam meydana geldiğinde, Türkiye Ermenilerinden de istifade edebilme hesapları peşindedir. Bizim devletimizi temsil edenlerimiz ise, adeta yangına körükle gitmektedir. Meselâ: Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan Bey, Türkiye’de vatandaşlar arasında asla ayırım yoktur deyip; Romanlara varıncaya kadar bütün kavimleri bir bütün görerek tek çatı altında saydığında, bizleri yani, “azınlık” damgası yemiş bizlerin değil adını anmak, varlıklarından dahi söz etmemişlerdir!... 
Bir ayrı eksantrik durum da şudur; Şayet bir Ermeni vatandaş herhangi bir suç işlemişse, bahsi geçtiğinde, üstüne basa, basa; “Ermeni asıllı” bilmem kim, diyerek ırki aslını teşhir ederler de; hayırlı bir iş yapmışsa: “Krikor Efendi”nin başarısı hayli konuşuldu der de ırki durumuna hiç temas etmezler!.. 
Bu durum her daim dikkatimi çekmiştir?!.. Türkiye doğumlusun, Türkiye’de yaşamaktasın ama, Türk sayılmamaktasın?!.. Bu nasıl bir anlayıştır, nasıl bir düşüncenin ürünü ise, bilemem?... 
Meselâ: Dünya çapında ünlü “Deniz Ressamı” Hovannes İvanoviç Ayvazovski “Ayvazyan”, bizdeki kaynaklarda sadece, Rus Ressamı “İvan Ayvazovski” olarak geçmekte olup, milliyeti ise es geçilmiştir. Hele bizdeki fanatik ukalalardan birisi, ünlü Ressamın ağabeyi olan, Kapriyel Ayvazovski’nin, “Türk asıllı olduğu” iddiasında bulunmuş ve hiç kimse bu zavallıyı uyarmak lüzumu hissetmemiştir. Niçini de basittir: Alt tarafı Ermeni... 
Bu ve bütün bu gibi yakıştırma veya yanlışların bir şekilde son bulması, sadece biz Türk-Ermeni’lerinin değil, aynı zamanda Türk Devletinin de menfaatine uygundur. 
Dolayısıyla, bu gibi yanlış veya maksatlı haber veya aldatıcı kaynakların son bulmasa da, en aza indirebilmek, başlıca meşgalem olacaktır. Zira, şerefsiz yaşamakla, oksijensiz kalmak arasında hiçbir fark yoktur. 
***
HOVHANNES İVANOVİÇ AYVAZOVSKİ (AYVAZYAN) – (1817-1900)
***
Ayvazovski’nin cetleri Osmanlı uyruklu Ermeniler olup, 18. Yüzyılda ilk Galiçya’ya “Avusturya” göç etmişler ve bir süre Lıvov “Lenberg” şehrinde yaşamışlar, daha sonra babası Konstantinoviç (Kevork) Ayvazyan sırasıyla: Eflâk (Valakya), Boğdan (Moldavya), oradan da ailece Kırım’a gidip 19. Yüzyılın başında Kefe (Feodasiya) şehrine ailece yerleştiler ve ünlü ressam burada dünyaya geldi: (29 Temmuz 1817). 
1812 yılında, şehirde baş gösteren veba salgını sebebiyle işleri tamamen bozulan Baba Ayvazyan yoksulluğa düşmüştü. Küçük Ayvazovski, Feodosiya’daki kozmopolit kahvehanelerde çalışmak mecburiyetinde kalmış olması ona ayrı bir avantaj sağlamış bu mekânlarda: “İtalyanca, Rumca, Türkçe, Ermenice ve Tatarca” öğrenebilme imkânı bulmuştu. 
Henüz 11-12 yaşlarında Kemanla halk ezgileri çalmaya başlamış ve bu meyanda, muhtelif milletlere mensup kahraman portreleri ile savaş krokileri çizmeye başlamıştı. Feodosiya Belediye Başkanı, A.Kazmaçeyev onun krokilerini pek beğendi ve ilgilenmeye başladı ki, Valiliğe yükseldiğinde bu küçük dehayı yanına alarak Sinferopol’a taşındı ve bu genç kabiliyeti şehrin lisesi’ne kaydettirdi: (1830). Öğrenimi esnasında, Dük Rosdobçin’in torunu Feodor Dimitriyeviç ile tanışıp arkadaş olan Ayvazovski, onun arzusu üzerine: “Yahudiler İbadethanelerinde” adlı yağlıboya tablo ile üstün kabiliyetini meydana koyunca, istikbal vadeden bir kabiliyet olduğu anlaşılmış; eskiz ve krokileri, Feodor’un annesi Narişkina’nın çabaları ve Prens Volvonski’nin vasıtasıyla, Çar Nikola I. Pavloviç’e sunulmuştu. 
Eskiz ve krokileri beklenenden ziyade beğenen Çar Nikola; bütün masraflarının Saray hazinesinden ödenmek üzere, bu kabiliyetli gencin “Çarlık Güzel Sanatlar Akademisi’ne” kabul edilmesini emretti. Böyle Ayvazovski, lise’den ayrılarak, Sen-Petersburg’a giderek, Akademiye girerek, yüksek öğrenime geçebilme imkânı böylece sağlanmış oldu: “23 Ağustos 1833”. Akademide, M.Vorobyov’un öğrencisi olarak, resim tekniğindeki bilgisini geliştirme fırsatı buldu. 
Kafkasya Sahil Hattı Donanma Kumandanı N.Rayevski’nin tavsiyesiyle Karadeniz Rus Donanması’nın tatbikatlarına katıldı 1839 yılı boyunca üç defa denize giderek, tabiatın koynunda, iyot teneffüs ederek hayli Deniz Tablosu yaptı ve bu meyanda: “M.Lazarev, V.Kornilof ve Nakhimov” gibi önemli Amirallerle tanıştı. 
Mesleği açısından daha geniş bilgi sahibi olabilmek ve bu meyanda yabancı ülkelerdeki Resim san’atının ne durumda olduğunu yerinde tetkikle sağlam bilgiye sahip olabilme gayesiyle yurt haricine çıkmadan Feodosiya’yı ziyaretle bir dizi resim yaptı ve “Kötü mevsimde deniz kıyısı” adlı tablosu Moskova’da Tretyakov Galerisi’nde yer aldı. “Odessa Kıyısında Fırtına” adlı tablosu: Ermenistan-Erivan Devlet Müzesi Resim Galerisinde yer aldı: (1840-1850). 
Resim san’atı’nın daha değişik yönlerini öğrenebilmesi gayesiyle yurt haricine gönderildi (1840-1844). Bu uzun gezisi esnasında bir çok ülke gezdi ve tabloları adeta kapışıldı. Bu arada Papa Gregorlus XVI. büyük sanatçının “Kaos” adlı eserini satın alarak Vatikan’a astırmakla; Ayvazovski’nin büyük bir sanatçı olduğunu Avrupa kıtasının da kabullendiğini ilân ve tasdik etmiş oldu. 
Avrupa turnesinden Rusya’ya Hollanda kanalıyla dönmeye karar verdi ve Hollanda da açtığı sergi olağanüstü başarı kazandı ve Amsterdam Güzel Sanatlar Akademisine üye seçildi: (1844). 
Rusya’ya döndüğünde Bahriye Nezareti’ne Baş Ressam sıfatıyla Ateşe atandı ve Petersburg Güzel Sanatlar Akademisi’ne üye seçildi: (1840), 1847 yılında ise Petersburg Güzel Sanatlar Akademisi Profesörü unvanı aldı. 
Bu büyük sanatçının özet biyografisi dahi sahifeler tutar. Dolayısıyla biz pek cüzi bir bölümü ile kifayet etmekteyiz. Zaten, maksadımız bu büyük insanın ırki durumunu ve kişiliğini değerli okuyucularımıza aktarabilmekti. 
Ohannes Ayvazovski, Türkiye ile alâkalı bir çok nefis tablo çizmiştir. İstanbul’u (8. defa) ziyaret etmiş bulunan bu eşsiz Deniz Ressamı mezkûr ziyaretlerini şu tarihlerde yapmıştır: (1845, 1857, 1858, 1874, 1880, 1886, 1888, 1890) İstanbul’un “günümüzde var olmayan” muhteşem güzelliklerini sihirli fırçasıyla tuvaline aktaran Ayvazovski: “Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid tarafından taktir edilerek nişanlarla taltif edildi.”
“2 Temmuz 1900’da” Feodosia da vefat eden bu büyük san’atçı hakkında ülkemizde neşredilmiş tek bir eser mevcut değildir. (Ansiklopediler hariç) Acaba niçin? diyecek olsak cevabı hepimizce malumdur. Dolayısıyla ayrıca düşünmeye lüzum yoktur!.. Bu meselede en zoruma giden de, bir Ansiklopedi’de biyografisi özet de olsa verilmiş ve fakat eserlerinin Türkiye’de hangi kurumlarda mevcut olduğu bahsinde, son gösterdikleri merci: “Fener Rum Patrikhânesi” olmaktadır?!.. Peki büyük sanatçının bizzat ziyaret ettiği ve ayrıca dini ayine iştirak ettiği Kum-Kapu Ermeni Patrikhânesi ki, Sanatçı mezkûr Patrikhane’ye tablo da hediye etmiştir ve günümüzde dahi çok şükür mevcuttur ve Patrikhane’nin duvarlarını süslemektedir. Bu hususta tek kelime yoktur? Bana öyle geliyor ki, maddeyi yazan hazret Ermeni Patrikhanesi kaydı geçmekten çekinmiştir. Meselenin en acı tarafı da o tarihlerde mezkûr Ansiklopedide Ermenilere ait maddeleri yazan iki çok bilen(!) Ermeni zavallısının dilerini yutmuş gibi seslerini kesip oturmaları olmuştur!.. 
Hissediyorum, belki bazı da değil, bir çok okuyucum: Bana ne Ermenilerin kendi problemlerinden... diyecektir. Ancak bu riske rağmen yazacağım çünkü Türkiye’nin bazı gerçekleri artık bilmesi lazımdır. Zira, Türkiye insanı yani sıradan vatandaş “politikacıların elinde” adeta oyuncak olmuş ve bir çok önemli meseleyi her daim tersinden öğrenmektedir. Çünkü, doğrusunu öğrenmesi istenmemektedir. 
Türk Ermenileri, “potansiyel düşman” değildir ve bu aziz vatan bizlerinde öz vatanıdır! Hemen her siyasî tersliğin arkasında Ermeni aramak, Orta-Okul kitaplarında dahi bizlerin her daim, düşman gösterilmeye çalışılması, dünlerde Türkiye’ye ne kazandırmıştır, günümüzde ne kazandırabilir?.. 
Bir ülkenin “millî meselelerindeki” pürüzleri güç bakımından sıfırda olan kavimleri “potansiyel düşman” göstermekle asla temizleyemezsiniz. 
Yıllardır yazmaktayım. Ancak yine de yazmaktan geri kalmayacağım TV oturumlarında dahi, memleket meseleleri görüşülürken dahi, biz azınlıkların sözü dahi edilmemekte, yanî bizler normal vatandaş yerine konmamaktayız!... Yanî bizim defterimiz dürülmüşe benzer!.. Vakıfların iade edilmesi, Anadolu’daki kadim kiliselerin restore edilerek ibadete açılması vs. Bizlere normal vatandaş gözü ile bakılmadıkça hiçbir değer ifade etmez. Çünkü, ülkemizin başlıca mukaddesatı olan “Ay-Yıldızlı Bayrağımız” biz, azınlıklardan esirgenmektedir! 
Gazetemezin sahibi ve Baş-Yazarı saygıdeğer Abdullah Akosman Bey şayet müsaade buyururlarsa henüz başladığım bu yazı serisi, bir müddet devam edecek ve Türk insanı hakiki Osmanlı Ermenilerini gerçek çehreleriyle tanıyacaktır. 
Sevgili okuyucularım inşallah önümüzdeki bölümde buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı günler efendim.