Her meslek grubunda ve her sektörde süregelen rahatsızlık verici davranış modelleri var. Bunu bürokratından yayıncısına, müdüründen yöneticisine, savcısından avukatına, memurundan doktoruna herkes yapıyor. Belli başlı durumları iğreti yaratması için sıralamadan önce, bu kimselerin eriştiği konuma gelene dek unutulan nezaketin hatırlatılması gerekiyor. Her şey bu olgunun yoksunluğundan ötürü meydana geliyor. Çünkü mevki ile gelen bir dominant tavırdan birçok insan rahatsızlık duyuyor.

Sağlık kuruluşlarındaki doktorların şahıs zamirleriyle ilgili sorunları olduğunu su götürmez bir gerçek. Nezaket kuralları gereğince tanımadığımız bir kişiye “siz” demek gereklidir. Böyle bir durum yaşanmaması için “siz” diye bir kelimeye gereksinim duyulmuş olmalı. Yoksa neden var olsun değil mi? Hakeza kişi ya da kişilerin yaptıklarını buraya sıralamaya çalışmakla olmayacağının farkındayım. Fakat bu durumu kanıksamanın da anlamsız olacağını düşünmekteyim.

Bu bir örnek olsa da emsali çok olan bir gerçek! Tüm devlet daireleri ya da bir işletmede dahi bu jargon dillere pelesenk olmuş durumda. Nitekim ulaştığı ya da eriştiği yerin ağırlığını nezaketsiz davranışlarından besliyor olmak bir işte başarı kaidesi olarak bir yapılacaklar listesinde yer alıyorsa bilemem. Ama aşağıda örneklerle değineceğim bu konu her ne kadar ifrit ettirirse o kadar iyi! Öyle ki; taciz boyutuna eren bazı olaylar da mevcut iken, her kesimden ve herkesin başına gelebilecek laubali hareketler tüm meslek gruplarını sarmış, sarmalamış durumda. Peki, Türkiye’de insanların diğer insanlara karşın bu saygısızca sergilediği tutarsız davranışların sebebi ne olabilir?

Arabesk bir kültürde yetişmiş olmak mı yetişkin bireyin yarım yamalak gelişimini destekliyor? Veya kültürel çevreleri dolayısıyla ham kalan nezaketsiz tutumların filizleniyor oluşu mu? Ya da bir başka deyiş ile bu insanları makamları mı var ediyor? Bu makamlarda olmak bu kişilere ne gibi bir güç sunuyor? Veyahut bu güç bulma eylemi sonrası sergilenen bu tutumların sorumlusu kim sanıyorum ki toplum. Fakat toplumsal statükoların diğer bireyler üzerinde yarattığı o etki yok mu, işte o dengeleri kırıp geçiyor!

Yozlaşan kültürel normlar her sektöre nüfus etmekte ve bu sektörde istihdam edenleri de çepeçevre sarmış durumda. Ve bu çözümsüzlüğü bir yana, bu ve bu gibi durumları görmenin faturası kime kesilmeli acaba? Soruların çoğaldığı gibi, cevapların güç bir hâl aldığını düşündüğümüzde stres faktörünün de kişilerin içinde bulunduğu çevreden kendisine yönelen istemlerle, kendi değer, tutum, ihtiyaç, yetenek ve becerileri arasındaki dengesizlikten kaynaklanan bedensel ve psiko-sosyal gerilimleri de körüklüyor olabilir. Ama hiç de yeterli bir gerekçe değil. Saygısızlığın, nezaket yoksunluğun sebebi bu olamaz.

Bu tür eylemlerde, duruma ya da kişinin üzerindeki psikolojik zorlanmaya karşı bir tepkime olarak ortaya çıkan bir ruh hali de olsa, yalnızca iş stresi bu dengeyi bozmaya sebep olmuyor. Bu elbette organizma için olumsuz, sağlığı bozabilen bir durum, ama toplum içinde de bu tepkimelerin insan üzerinde yarattığı etkiler yadsınamaz. Bu sayede gerek gündelik ilişkilerde, gerek ise devlet dairelerinde, gerek sağlık kurumlarında, gerek ise yönetici ile çalışanlar arasında süregelen ve artık kanıksanan davranış modellerinin izahı bununla açıklanabilir mi? Bu kimseler geçmiş zamanda her nasıl olur ise olsun mutlaka bir şekilde ezilmiş olmaktan veya ezilmiş hissetmekten kaynaklanır. Çünkü hiyerarşik düzen işleyen tüm sosyal ortamlar ve iş ortamlarında üstün asta yaptığını ilk fırsatta onun da birisine yapması gibi açıklanabilir.

Ne de olsa bir çocuğu azarlayarak veya öz saygısını zedeleyerek büyütecek olursanız bu küçük bireyin gelecekte zorba olması muhtemeldir. Çünkü çeşitli sebeplerle kendine güven duymayan, kendini sevmeyen, kompleksli bir insan için genellikle bu davranış biliyorsunuz ki yeterli oluyor. Bu insanlar gerek iş hayatında yönetici olmayı ulvi bir görev haline getirirken, statükoları gereği diğer insanları ezmeyi ya da es geçmeyi aslı bir görev edinebilirler. Bu empati yoksunluğu açıklanabilir ve korkutucu bir kişisel hastalığın belki de ilk gözle görülen varyasyonu da olabilir.

Bu ve bu gibi durumlarda, anlatımım esnasında vurgu yapmak istediğim şey şu ki; bu toplumun her kesimine nüfus etmiş durumda. Toplumun geneline sirayet eden, giderek de artan, her gün istisnasız biraz daha kendinden iğrendiren bir durum. Bu olayların temelinde ne dağdan inmişlikle, ne de zengin veya fakir olmakla ilgili değil. Sosyo ekonomik etkenler ile ilgisinin de olmadığı güpegündüz ortada. Çünkü insanımız saygısız ve artık sokakta dahi bir başkasıyla savaşır gibi yürüyor. Korku ile hissedilen saygı da kayda değer bir olgu değil. Fakat Türkiye’de ne yazık ki birine karşı korku yoksa kesinlikle saygı da duyulmuyor. Ve zaten geçmişte söylediğim gibi, insanımız mütevazi insanı sevmiyor.

Bu en basit tabiriyle şöyle noktalamak isterim ki; ne bizi büyüten, ne de bizi yönetenler,  ne de eğitim ile alakalı değil. Bunlar elbette büyük bir oranda bunu destekliyor ya da körüklüyor olsa da bu tür bir davranış biçimini benimsemek kesinlikle dogmatik sebeplerden kaynaklanmıyor. Bu bir insanı hayvani güdüler ile hareket etmekten ayıran en önemli kavram olan saygı yoksunluğundan dolayı meydana geliyor. Ve ne yazık ki bu değerleri yitireli çok olmuşken, korku eşittir saygı denkleminin kurulmuş gibi görünüyor. Bu ülkede bir vatandaş polisini sevmeli/güvenmeli, bir memur vatandaşa yardımcı olmalı, bir doktor ya da bir savcı vatandaşa “sen” diye hitap etmemeli. Çok zor şeyler değil, değil mi? Tabiat içerisinde bir dal diğer bir dalın akıbetini bile değiştirmiyorken, insanlar kendisi dışındaki tüm insanların varlığını yok saymaktalar. Lütfen toparlanıp, çuvaldızı kendinize batırınız. Yoksa kanayan yine sizler olacaksınız.