Bazen karşılaştığımız olumsuzluklar bizi incitir. Sevgi ve sıcaklığın, tabii güzelliklerin tahribata uğradığını görüp hayıflandığımız zamanlar olur. 
İçten, samimi olmaktan uzak insanların zoraki tebessümlerle selamlaştıklarını görüp, ihaneti, saygısızlığın ve cümle çirkinliklerin doruğuna tırmanan durumlarla yüz yüze geliriz ya, işte öyle zamanlarda dudaklarımızdan geçmişe hasret dolu kelimeler dökülüverir. Acı tatlı ne varsa sıralanır gözümüzün önünde. 
Durgun suya atılan küçük bir taş parçasının iç içe oluşturduğu halkalar gibi büyür hasretimiz. 
Ve derinden gelen bir iç çekerek söyleniriz; Nerde o günler!..
Her şeyin mânâdan arındırılarak maddeye tahvil edildiği güzelliklerin sözde kaldığı, tamamiyle suni’liklerle yaşamaya alıştırıldığımız bu zamanda, geçmiş yılların samimi güzellikleri çeker bizi kendine.
Çünkü içinde bulunduğumuz zamanın, mimarisi, edebiyatı, müziği, aşkı, keza içtimaiyatı bizi ruhen tatmin etmekten uzaktır.
Kültür varlıklarımızın 'değişim ve uygarlık' adına erozyona uğrayıp, akıntıya sürüklenerek gitmesi millet olma şuurunu paylaşanları ağır acılara, üzüntülere garketmektedir.
Ve ister istemez dünü bugünü karşılaştırır hesaba çekeriz. Din, dil, ırk, duyuş ve düşünce yok olup gittiğinde geride ne kalır ve kendimizi gayriye nasıl takdim ederiz?
Herhalde hangi milletten olduğumuzu, hangi inanca sahip bulunduğumuzu kendimize has bir lisanla; edebiyatımızla, müziğimizle, mimarimizle, tiyatromuzla, folklorumuzla, estetiğimizle ifade etmek lazım gelir diye düşünmekten kendimizi alamayız.
Aydınımız, basınımız, televizyonlarımız yabancı kültürleri ülkemize taşıma gayreti içinde.
Devlet idarecileri batı standartlarını yakalama sevdasına düşmüş. 
Millet kurtuluş reçeteleri arıyor kendine. 
'Değişim ve uygarlık' adına seçilen yanlış hedeflere ulaşmaya çalışanların olup bitenleri görüp anlamalarını bekleyişin boşa çıkması ve dahası....
'Uygarlık' ihraç edilebilir ama ithal edilemez anlayışını iyi kavramış olan batılılar gereğini yaparken biz bütün girişlere zaten kapımızı gönlümüzü ardına kadar açmışız.
Hep merak etmişimdir, mesela Fransa'da Türkçe şarkı söylemeye çalışan kaç Fransız şarkıcı vardır diye. Aşevine, kasap dükkânına, kıraathanesine, kitapçı dükkânına Türkçe isim veren kaç Fransız esnafı vardır. İngiltere’de, Almanya’da, Amerika’da veya bir başka bir ülkede böyle garipliklere rastlanabilir mi?
Siyasilerimiz muhalefete düştükçe millici kesilip gönüllere hoş gelecek güzelliklerden söz ederler ama iş iktidar olup tatbikata geldimi değişerek, folklorumuz bale, tiyatromuz opera, güreşimiz judo - karate olmaya teşvik edilir.
Bu durum içimizdeki tabii güzelliklerin gün ışığına çıkmasını zorlaştırır. Gerçek sanatkar yetişmez, ortaya sanat eseri çıkmaz, bu yöndeki iyi niyetli teşebbüsler teşvik görmez.
İşte bu sebeplerle şiir, hikâye, roman güme gitmiş, bir çok sinema kapanmış, gazinoların ortada iskeletleri kalmış. Tiyatro, televizyon ve devlet desteğiyle ayakta kalma mücadelesi veriyor. 
Hat sanatı, cilt sanatı, ebru hatıralarda kalmış, mimari yalnızca camilerde kendini gösterebiliyor. Televizyon ekranları kendi ifadeleriyle "fıttırık" ya da "Başka bir alem" Mizah, fikir incelik, kıvraklık özelliklerinden yoksun balyoz gibi tepemize iniyor. 
Yeryüzündeki bütün gelişmelerden haberdar olmak, bilim ve teknikten nasibini almak elbette lüzumlu ve hatta kültür varlıklarımızı feda etmemek kaydıyla zaruridir de.  
Kültür, sanat ve tabii kaynakları bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biri olması gereken yurdumuzun, türlü sıkıntılar içinde oluşunun sebebi, kendi zevk ve estetiğimize sahip çıkamayışımızdan başka nasıl izah edilebilir ki.
Şimdi şairimiz, romancımız, ressamımız, müzisyenimiz, tiyatrocumuz hâsılı bütünüyle sanatkârımız bunalımlı. 
Her biri ayrı bir labirentte mahpus. Feryadını duyurmasını taş duvarlar önlüyor.
Ve biz hala eşki şiirleri, romanları, hikâyeleri okuyoruz.
Çünkü daha güzelleri yazılamıyor.