Son dönemde yaşanan olaylar bazı değerlerin yeniden ele alınmasını zorunlu hale getirmeli. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve kültürel karmaşa her geçen gün önüne geçilemez bir sürece doğru sürükleniyor.

İnsanları önüne katıp sürükleyen olayların içerisinde bazen cılız çığlıklar duyulsa da panik hali içerisinde kendi derdine düşen insanımız etrafına bakmaktan aciz hale geldi. Hayatı, değerleri ve insanlığını okuyamaz hale geldi.

Gerek siyasi ve gerekse cemiyet hayatında içinde bulunduğumuz kırılgan yapının harcı çok uzaklarda değil hâlbuki.  Bize çok yakın bir yerlerde bize göz kırpmaya devam ediyorlar…

Ortaya koydukları dünya görüşü ve siyasi duruşuyla Türkiye’nin hala en çok okunan ve hala insanları en fazla etkileyen insanların şahs-ı manevisi yaşamaya devam ediyor. Onlar ölseler dahi! Cemil Meriç, Erol Güngör, Dündar Taşer, Nurettin Topçu,  Mümtaz Turhan, Samiha Ayverdi, Necip Fazıl bunlardan sadece birkaçı.

Şairlerin sultanı Necip Fazıl 25 Mayıs 1983 hakkın rahmetine kavuştu. 

Günümüzün curcunalı havasında kaynayıp gitti maalesef Necip Fazıl Kısakürek’in ölümü!

Hâlbuki öyle mi olmalıydı?

Günümüz insanı başta olmak üzere iktidar ve muhalefet ayrımı yapmadan partilerinin, cemiyet ve ideolojilerin fikri temellerinde onun harcı yoktur diyebilir misiniz? 

Onlarca ulusal, yüzlerce yerel televizyon içerisinden doğru dürüst Necip Fazıl Kısakürek’in anısına program yapan var mı? 

TRT’nin hakkını yemeyelim.  Sağ olsunlar tadımlık kabilinden program yapılıyor her yıl. Bir de haber bültenlerinde bir dakikayı geçmeyen anma programları… O kadar! Geri boş lakırdı…

Her zamankinden daha çok ihtiyacımız var hâlbuki Necip Fazıl gibi değerleri hatırlamaya… Öyle olsaydı günümüzde yaşanan birçok çalkantının da önüne geçilmiş olurdu.

Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü” şiiri gelmeli aklımıza ve onun ifadesiyle:

“Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;

Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;

Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;

Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!” demekten başka bir şey yapamıyoruz…

Ya da “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”
diyerek onu ve onun ortaya koyduğu mücadeleyi bi hakkın yerine getirmeye çalışan üç imanlı gence selam olsun.

Türkiye’nin kabuk değiştirme sancıları yaşadığı doğrudur. Ancak bu değişimin yönü istenilen yön müdür tartışılır.

Necip Fazıl gibi döneminde tek başına bir okul, tek başına bir cephe ve tek başına bir parti ve ideolojiyi temsil edecek denli güzel çalışmalara ön ayak olmuş şahsiyetlerin düşünce ve mücadelelerinin her geçen gün üzeri örtülürken sadece isimlerinin hatırlanmasıyla yetinilmesi Türk insanının değiştirmeye zorlandığı yeni kimlik ve kültürel dünyanın öyle istenilen bir dünya olmayacağı;  geleceğin büyük ve kutlu ülküsünü amaçlamadığı bu günden anlaşılmaktadır.

“Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah'a hamd etme makamındayım.

Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim, manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır.

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!

Allah'ın selâmı üzerinize olsun!”

Necip Fazılın idealize ettiği bugünlerde görmeyi arzu ettiği gençliğin nerede, hangi şartlarda olduğunu varın siz düşünün!