Bakmayın siz etrafımızda olup bitenlere, işgallere, Irak'ta kan gövdeyi götürmelere. Filistin'de insanlığın yüz karası uygulamalara.

Kuşkusuz, bakmayın derken, umudunuzu yitirmeyin demek istiyorum.

Ayyuka çıkan, bize rağmen meydana gelen, istemediğimiz patırtı ve çatırtıları, gök gürültülerini, çakan şimşekleri, istikbal baharının muştusu olarak görün.

Çünkü başta Türkiyemiz olmak üzere, İslâm âlemini yakın bir gelecekte rahatlık, genişlik ve ferahlık bekliyor.

Zamanı gelince zuhur edecek. Üstelik sürekli olacak gecikmeli bir mutluluk bizi bekliyor. Sadece bizi değil; bizim şahsımızda İslâm âlemini de bekliyor.

Pek kısa, değişken ve sınırlı hâli; geniş istikbâl/gelecek ile değiştiren/geçiciliği verip devamlılığı alan/sürekli olanı geçici olana tercih eden kazanır.

Çünkü Devletler, milletler arasında vuku bulan/yapılan savaşlar gittikçe yön değiştiriyor. Yerlerini insan tabakalarının birbirleriyle yapacakları fikir ve akımların mücadelelerine bırakıyor.

Çünkü insanlar esir olmak istemediler. Ücretli olmayı da bir kenara itmekteler. Devletler, milletler birbirlerini maddeten değil mânen fethetmeyi yeğliyor.

Çünkü düşmanı yok etmenin en güzel yolunun, düşmanın düşmanlığını ortadan kaldırmak olduğunu anladılar. Düşmanın kendisi gibi düşünüp taşınacağı, yaşam koşallarını hazırlamaya koyuldular. Onları kendilerine ram edip bağlıyacak yolları araştırmaya başladılar. Ve buldular da. Onları dolaylı olarak idare edecek usul ve metodları keşfettiler.

Konuyu tarihten bir misâlle açıklayalım: Bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik olarak çıktı. Elbette galip gelmesini isterdik. Nitekim kahraman ordumuz elinden geleni yaptı.

Aslında savaş meydanlarında mağlup olmadık biz. Masada yenik düştük. Müttefikimiz/bağlaşık olduğumuz Almanya yenilince; ister istemez, biz de yenik sayıldık. Zafer ve yenilgiden mahrum ve yoksun kaldık.

Nitekim bu felâketler doğuran bir sonuçtu. Mütarekeye/ateşkese yol açtı. Ülke dört bir yandan işgale uğradı. Destanımsı bir İstiklâl Savaşı yapmak zorunda kaldık.

*

Konumuzu hatırlayalım: Devletler, milletler savaşı; yerini kültürel savaşlara bıraktı bırakıyor demiştik.

Osmanlı Devletinin malubiyetini elbette istemezdik. Nitekim istemedik. Ama sonuç, bize rağmen aleyhimizde tecellî etti.

Şimdi bu sonucu konumuz bakımından ele alalım. İstikbâl ve geleceğimize etkisini düşünelim.

Bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti -iç dış sebeplerden ötürü- maddî-mânevî bir çıkmazdaydı. Kurtuluş için çırpındıkça daha da batağa saplanıyordu. Adeta bataklıkta hareket ettikçe batan adam misali, gittikçe, tarih bataklığına gömüldükçe gömülüyordu. Ufukta kaybolan güneş gibi söndükçe sönüyordu.

Çünkü Osmanlı Devleti şirazeden çıkmıştı. Ne yapılsa nâfile ve boşunaydı. Kemâline/son noktasına erişmiş, doyum hâline ulaşmıştı. Maalesef/yazık ki zeval ve yok oluş mukadderdi. Kemalden sonra zeval; her şeyde olduğu gibi onun için de bir kader ve yazgıydı.

Şüphesiz devlet ve aydınlar elden geleni yapmalıydı. Nitekim yaptılar. Ama gidişatı durduramadılar. Çünkü kadere fetva verdirmiş. Aslında bilerek bilmeyerek yaptığımız hatalarla geleceğimizi biz tehlikeye atmıştık. Devletimize biz zulmetmiştik.

Kuşkusuz Kader Adalet edecek. Her şeyi yerli yerine oturtacaktı. İşte örneğimiz bu açıdan çok önemli. Çünkü insanlar zulmettikçe kader de adaletini gösterecekti. Nitekim gösterdi.

*

Bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti'ni rayına oturtmak için her şey yapıldı.  Büyük himmet ve gayretler sarfedildi. Fakat hasta Osmanlı Devletine'ne samimane sunduğumuz ilaçlar/kurtuluş reçeteleri bir türlü kâr etmiyordu. İlaçlar bırakın iyileştirmeyi zehir hükmüne geçiyordu.

Çünkü Devlet olarak Batı'dan alınması gerekenlerle beraber hiç alınmaması gerekenleri de alıyor. Hiçbir ayırıma tâbi tutmada kendimize tatbik ediyor. Sosyal yapımızı bozacak, içtimaî bünyemizi sarsacak, ülkeyi parça parça edecek, böyleklikle devleti parçalanmaya götürecek, nitekim götürmedi mi?

Kısaca, ölümüne sebebiyet verecek fikir ve düşünceleri, ideolojileri, körü körüne alıyor. Şifa buluruz ümidiyle hemen bünyemize şırınga ediyor. Yan etkilerini hiç mi hiç hesaba katmıyorduk.

*

İşte bu; asıl savaşın kaybıydı. İdeolojik harbin yenilgisiydi. Kadın giysisini, erkeğin giymesi gibiydi. İnsanı hem maskara ediyor. Hem de yüzünü kara çıkarıyordu.

İşte bu; devletler, milletler savaşının yerini alan; beşer yani insan tabakaları arasında cereyan eden, olup biten savaşın ta kendisiydi.

Osmanlı Devleti'nin sırtını asıl bu yere getirecekti. Nitekim getirmedi mi?

*

Şayet Birinci Dünya Savaşı'ndan gâlip ve muzaffer olarak çıksaydık. Ki biz bunu canı gönülden istiyorduk. Zaten bunu istemekte haklıydık ve bu yerinde bir beklentiydi. Yapacağım yorum ise, istemeyerek yenik çıktığımız bu harbin sonucunu konumuz bakımından incelemektir. Artık olan olmuştur. Şimdi alınacak dersi düşünmeliydik.

Evet eğer Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti olarak galip gelsek, zafer kazansaydık; hasmımız ve düşmanımız elindeki müstebid, baskıcı ve olduğu gibi kabullenmemiz istenen cereyana, emin olun ki daha şiddetli bir şekilde kapılacak, daha sıkı bir biçimde sarılacaktık.

Özümüzden olacak, ruhumuzdan olacak benliğimizden olacak, şahsiyetimizden olacak, belki dilimizden hattâ Allah etmesin dinimizden bile olacaktık! Adeta kuru iskelete dönecektik! Yani biz; biz olmaktan çıkacaktık! Şüphesiz böyle olunca, ha var olmuşsun ha var olmamışsın ne farkeder?

Çünkü o Batılılaşma cereyan ve akımı; kurtarıcı reçete diye sarıldığımız, bilim-teknik dışındaki-şifa niyetine alıntılarımız hem zâlimceydi! Hem Osmanlı Devleti ve başını çektiği İslâm Alemi'nin tabiat, mizaç ve huyuna aykırıydı.

Hem müminlerin/inananların mutlak çoğunluğunun çıkar ve menfaatlerine zıt idi. Hem o menfî cereyan ve akımın ömrü kısa olacaktı. Hem iyileştirici fonksiyonu geçici olacaktı. Devletin birliğine kısa sürede son verecek! Devleti ve İslâm Alemini parçalanmaya namzet ve aday kılacaktı!

*

İşte eğer ona yapışsa idik, Alemi İslâmın başını çeken bir devlet olarak, başta Osmanlı Devleti olmak üzere İslâm Alemini fıtratına/yaratılışına, tabiat ve huyuna muhalif/zıt ve aykırı bir yola sürükleyecek idik.

İşte bu; Devletler, milletler muharebesinin yerine geçen, insan tabakaları arasındaki kültürel savaşın galebesi olacaktı.

Osmanlı Devleti olarak istemediğimiz hâlde yenilmekle; pek kısa, değişken, sınırlı, belli bir zaman için geçerli olan hali kaybettik. Buna karşılık istiklâl ve bağımsızlığımız için, gerekli imkânları biz hazırladık. Ancak kendi inançlarımız doğrultusunda hareket ettik.

İstiklâl savaşını yedi düvele rağmen-Allahın inayetiyle- biz; biz olarak kazandık. Böylece önceki geçici olacak kazancımıza bedel; devamlı fakat sonra gelen bir saadeti kazandık.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kurduk. Dahası; tüm İslâm Alemini içine alacak fakat sonra gelecek ama devamlı olacak; geniş bir istikbali de bekliyoruz.

"Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın" Çünkü geçici hâli; geniş istikbal ile değiştiren kazanır.

Bu sonuç: Devletler, milletler savaşının yerini alan "Medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile (zorla) değildir." diyen bir zihniyetle yani insan tabakalarının birbiriyle yaptıkları ve bundan böyle yapacakları kültürel savaşla kazanılacaktır.

Çünkü biz: "Ehl-i hâliz, namzed-i istikbâliz." Şimdiki hâlde; yarınları hazırlıyor, yarınlar için hazırlanıyoruz.