‘Bir ben vardır bende, bir de benden içeru…’
YAZARLARIMIZ OĞUZ ÇETİNOĞLU ve M. KEMAL SALLI;
Prof. Dr. BİNGÜR SÖNMEZ’i Konuşturdu,
Tanınan, bilinen bir şöhretin bilinmeyen yönleri…
-Şöhreti Türkiye sınırları dışına taşmış olan tanınmış Kalp Cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez’in mesleğini icra ettiği günlük programları ve ilgi alanındaki konularla meşgul olmak için 24 saat yetmiyor olmalı. Bingür Sönmez’in illüzyon ile ilgilendiği de biliniyor. O, aynı zamanda bir zaman sihirbazı mı? Zamanını nasıl bereketlendiriyor?
Bingür Sönmez: Her güne, ertesi günden birkaç saat alıp ekliyorum. Her haftaya, bir sonraki haftadan bir gün ödünç alıyorum. Her ay için de sonraki ayın bir haftasını zimmetime geçiriyorum.
Böylece zamanı bereketlendirmiş oluyorum.Benim günüm 24 saat değil. Haftam 7 gün değil. Bir ayım 30 gün değil. Hep artıları var. Bir insan haftaya pazartesi sabahı başlar. Ben pazar günü akşam başlıyorum. Pazar günü akşam hastaneme geliyorum, ertesi gün ameliyat edeceğim hastalarımı görüyorum. Servisleri dolaşıyorum. Yoğun bakımları dolaşıyorum. Gece 12’ye kadar çalışıyorum. Normal mesai gibi… Ertesi sabah eve geliyorum. Hiçbir gün hastaneye geldiğim gün eve dönemedim. Eğer pazartesi hastaneye geldiysem, salı günleri evime döndüm. Salı günü gelsem, çarşamba günü evime döndüm.
Gün içerisinde 3-4 ameliyat arka arkaya yapıyorum. Aksam 7’ye kadar ameliyathanede bulunuyorum. 7 ile 12 arası odama geliyorum. İnsanları kabul ediyorum. Sosyal ziyaretlerimi yapıyorum. Gece 12’den sonra servise çıkıyorum, hastalarımı görüyorum. Gece 2 ile 4 arası bilgisayar başına oturuyorum kendim için çalışıyorum. Genellikle bu odayı saat 4’te terk ediyorum. Saat 5’te yatıyorum. Saat 9 ile 10 arasında kalkıyorum. 10’da hastanede olmam lazım çünkü 1. Ameliyat başlamış oluyor.
Çok iyi bir ekibim var. Onlar hastalarımı hazırlıyorlar. Ben geliyorum, ameliyata başlıyorum. Bütün gün ameliyat yapıyorum. Gün içerisinde yüzlerce telefona cevap veriyorum, yüzlerce telefon ediyorum. Bir o kadar konsültasyonlar yapıyorum; insanların dertlerine çare bulabilmek için…
Bakın bir Cumartesi günündeyiz, herkes şu anda evinde. Çoluk çocuğunun yanında… Ben sizinle muhabbet ediyorum. Biraz sonra hastalarımı göreceğim ve akşama kadar burada olacağım. Cumartesi akşam eşim ve kızımla beraber -oğlum büyüdü artık evlendi, o eşiyle berâber- biz dışarı çıkacağız. Mutlaka dışarıda bir yemek yiyeceğiz. Oradan sinemaya veya bir tiyatroya gideceğiz veya bir konsere gideceğiz. Her cumartesi programımız böyle. Gece 12’ye 1’e kadar birlikte olacağız. Onları eve bırakacağım, ben hastaneye geleceğim, hastalarımı Göreceğim. Diğer işlerimi halledeceğim ve tekrar evime döneceğim.
Pazar günü öğlene kadar çok iyi dinleniyorum. Öğleden sonra ya bahçeme gidiyoruz, bahçemdeki domateslerimi alıp üstüme silerek yiyorum veya salatalıklarımı veya çileklerimi topluyorum. Her çeşit meyve ağacım var bahçemde. Yani, beyaz kiraz dâhil diyeyim… Bir muşmula ağacım yok, onu da bulursam ekeceğim. Çok güzel ağaçlarım var. Tabiat hala canlı… Börtü böcek var. Yılanlar var, kirpiler var bahçemde. O kadar canlı bir tabiat… Kuşlarım var bıcır bıcır ötüyor onlar. Bir ceviz ağacım var. Onun altında yatmak dünyanın en büyük keyfi. Bir saat uyuyorum. Evdeki yatağım ortopedik, vücudumun şeklini alıyor yattığım zaman. Ama o ceviz ağacının altında incecik bir çarşaf serip yattığım zaman, uyandığımda hiçbir yerim ağrımıyor. Bir otele gittiğim zaman sabah kalkınca belim ağrıyor, sırtım ağrıyor, her tarafım ağrıyor yabancı bir yatak olduğu için. Ama toprakta yattığım zaman hiçbir yerim ağrımıyor. Bütün elektriğimi boşalttığımı hissediyorum.
Pazar günü öğleden sonram böyle geçiyor. Akşam gene ailece buluşuyoruz. Güzel bir yemek yiyoruz, sohbetli bir yemek yiyoruz. Onları eve bırakıyorum. Ben gene hastaneye geri dönüyorum ve hastane mesaisi başlıyor. Farkındaysanız gün 24 saat değil. Gün 25-26-27 saat. Hafta 7 gün değil, 8 gün 9 gün… Sonraki günden saat, sonraki haftadan gün alınıyor. Sonraki aydan da gün alıyoruz. Ancak böyle yetişebiliyorum.
Farkındaysanız, ciddî bir mesleğin içerisinde olmama rağmen, çok ciddî sosyal hizmetlerim var.
Onlara da çok büyük zaman ayırıyorum. O da bana büyük keyif veriyor. Onlar hep böyle insert
şeklinde oluyor. Yani, bu cumartesi şu konferans vereceğim, bu hafta sonu gideceğim şunu
yapacağım. Onu oraya koyuyorum, önünü ve arkasını mesleğimin gerektirdikleriyle dolduruyorum.
-Sarıkamış ile ilgileniyorsunuz… Allah kolaylık versin. Çok fantastik bir soru: Bir kibrit çöpü olsaydınız kendinizi ne için yakmak isterdiniz?
Sönmez: Eyvah eyvah… Yakmasam olmaz mı?
Cevap veriyorum: Işık vermek için… İnsanlığı aydınlatacak meş’aleyi yakmak için yakardım.
- Soyut ve somut alanlarda, kaybetmekten korktuğunuz değerler ve duygular nelerdir?
Sönmez: Sağlığımı kaybetmekten korkarım. Sevdiğim insanları kaybetmekten korkarım. En büyük korkum, mesleğimle ilgili tabîi ki… Mesleğimi yapamamaktan korkarım. Mesleğim benim çocukluğumla birlikte gelen bir şey. İnsanlar 25 yaşında doktor olabilirler belki.
Ben ortaokul 2. sınıfta doktor olmaya karar verdim ve hayallerim hep öyle oldu. Yani, şimdiki çocuklar gibi değildi. Şimdiki çocuklara soruyorsun, üniversite sınavına girmek üzere, öyle beş meslek söylüyor ki, beşi de birbirinden ilgisiz. Ben ortaokul 2. sınıftan beri hep doktor olacağım dedim. Tıp fakültesine girdiğim gün cerrah olacağım dedim. Tıp fakültesini bitirdiğim gün kalp cerrahı olacağım dedim. Kalp cerrahı olduğum gün, erişik kalp cerrahı olacağım dedim. Mesleğimi kaybetmekten çok korkarım. Mesleğimdeki becerimi, yeteneğimi kaybetmekten çok korkarım. Şu anda 35 yıllık kalp cerrahıyım. Hep diyorum ki, mesleği yeni öğrendim. Emeklilik de geldi çattı.
-İnşallah hiçbir şeyinizi kaybetmezsiniz.
Sönmez: İnşallah.
-‘Sizden içeru’ bir Bingür Sönmez var mı? O’nu anlatabilir misiniz? O’nu, bilinen Bingür Sönmez’in tasvip etmediği uçarılıklara teşebbüs ederken yakaladığınız oluyor mu? Mesela neler?
Sönmez: Bazen Ağrı Dağı’na çıkmak, -28 derecede sabaha kadar nöbet tutmak gibi çok uç aktiviteler yapıyorum. O zamanlar korktuğum da oluyor. Fakat, bakıyorum ki, onu yapan kimse yok. Bunu ben yapmalıyım. Bu, benim kendime verdiğim bir özel görev... Gerekli cesâretle üstüne gidiyorum. İçimde tabii ki hâlâ o çocuk Bingür var. Şöyle söyleyeyim: Ben çocukken bir müzik âleti çalmayı çok isterdim. Babam, her öğretmenin bir müzik âletini çalabildiği Hasan Âli Yücel öğretmenlerinden biriydi ve çok güzel keman çalardı. Lise 2.sınıfta keman öğrenmeye çalıştım. Bir yıl sonra babam dedi ki, ‘Oğlum boş ver sen’. Ama çok iyi nota öğrendim. 58 yaşıma geldiğim gün çoban kavalı çalmak istedim. Çocukluğumdan gelen bir yetenek. Ben çok güzel çoban kavalı çalıyorum. Ders aldım, kurs aldım. Dilsiz kaval… Böyle zengin bir koleksiyonum var; çobanların elinden alınma, ustaların özel yaptığı.. Bu sanat, kaybolmaya yüz tutan bir sanat. İnanın sanat var burada. Çünkü, koca bir ağacı alıyorsunuz, koca bir kütük aslında. Onu yuvarlatıyorsunuz. Bunun kalınlığı 1.5 milimetre... Kırılmıyor, çatlamıyor, delikleri akorduna göre ayarlanıyor. Deliği açıyorsunuz ve bu dümdüz borudan inanılmaz ilahî sesler çıkıyor. Çocukluk hevesimi yerine getirdim.
Mesela, çocukken sihirbaz olmak istiyordum. 55 yaşımda karar verdim, illüzyonist oldum. Ben profesyonel bir illüzyonistim. Yani sertifikalı bir illüzyonistim. Çocukluk hayalimdi. O dönemde fırsatım olmadı imkânım olmadı. ‘Mandrake’ olarak bilinen sihirbazı ameliyat ettim. Çok değerli bir illüzyonist idi. Üniversiteden mühendis diploması almış bir insandı. Onunla dostluk kurdum. Şu anda içeride bir dolabım var. Dolap inanılmaz pahalı. Bir kısmı el yapımı orijinal illüzyon malzemeleriyle dolu. İçimdeki, hâlâ çocuk yaşta olan Bingür, bunlarla da meşgul oluyor. Hâlâ karşımdaki bir insana mendili kurbağa yaptığım zaman, bir şey kaybettiğim zaman çok hoşuma gidiyor. Çok keyif alıyorum.
-Baston koleksiyonunuz var… Devrek üretimi mi?
Sönmez: Devrek üretimi olan da var. Burada en kıymetli baston, bu bir derviş bastonudur. Bunu Erzurum’da bir dükkânın önünde buldum. Yaşlı bir amca satıyordu. Derviş kullanmış bunu. Dükkâna girdim. ‘Amca bu kaç lira’ dedim. ‘Üç lira’ dedi. Üç lira nedir? 50 lira çıkardım, şaşırdım on lira çıkardım, verdim. ‘Bozuğum yok’ dedi. ‘Amca üstü kalsın’ dedim. Amca bunun değerinin farkında değil. Bu bir dervişin kullandığı eski bir baston.
-Ali Emiri Efendi’nin Divan-ı Lügat-it Türk’ü bulması gibi bir şey.
Sönmez: Aynen öyle. Bakın bunun üzeri gümüş işlemeli. İran’dan gelen abanoz ağacından bir baston. Bu, paha biçilmez bir şey. Ama benim için paha biçilmez olan bu derviş bastonu. Burada muazzam bir işçilik var. O teknolojiyi ifâde ediyor, derviş bastonu da tabîiliği ifade ediyor. Bir insana baston neden hediye edilir biliyor musunuz? Uzun ömür dilemekmiş o. Yani o kadar yaşlan ki bu bastonu kullan demekmiş.
-Albaylara da baston hediye ediyorlar. ‘Paşa olasın…’ anlamında dileğin ifâdesi olarak.
Sönmez: Baston bir yandan da güç ifâdesi, otorite ifâdesidir. Hatırlarsanız Mustafa Kemal’in de eşiyle beraber bastonlu resimleri var. Onlar çok özel. Bu, 1934 Sarıkamış yapımı. Bu bir emekli paşanın bastonu. Üzerinde tavşanlar var geyikler var. Bu çok özel, bu da paha biçilemez bir şey. Benim torunum getirdi, armağan etti bana. Sarıkamış müzesine koyabilmemiz için. Burada Sarıkamış 1934 yazıyor. Bir bu kadar da evde var. Bunlar çok sevdiklerim. 1934, demek 78 yıl. Kullanıcıların hepsi Allahın rahmetine kavuşmuşlar. Mesela bu bir dervişin. Dervişler köy köy dolaşırken… Bu biraz işlem görmüş galiba. Pişirmişler etmişler süs yapmışlar. Kullanılmış değil bu. Derviş bastonu. Bakın çok sağlam. Köpeklerden kendini korumak için.
-Kaval koleksiyonunuz da çok zengin.
Sönmez: Bu gördüğünüz balaban. Balaban çalıyorum. Böyle 20-25 tane var. Çok özel sanatçıların çaldığı özel balabanlar. O sanatçıların çok hoşuna gidiyor bu. Bu çok özel bir kaval. Bulgaristan’da yapılan, üzeri sedef amber, gümüş, çok özel bir Afrika ağacından... Bunu Bulgaristan’da yaptılar. Bunu altı ay bekledim. Kültürümüze yabancı gibi duruyor. Aslında kaval Türk kültürü... Bu ustadünyada bir tane, patentlidir bir usta.
-Hepsi çok özel, çok özel. Sizce Türk insanının geleceğini tehdit eden en büyük tehlike nedir?
Sönmez: Kültür yozlaşmasıdır. Dilde, sanatta, müzikte… Kültürün her dalında yozlaşma var. O kadar muhteşem bir kültürümüz var ki bizim.. Anadolu’ya 5.000 yıllık bir kültür üzerine gelmişiz, 10.000 yıllık bir kültürün üzerine gelmişiz. Hiçbir zaman asimile etmemişiz. Sentez yapmışız. Almışız-vermişiz. Ermeni’den, Süryani’den, Asur’dan, Sümer’den hep almışız, aynı zamanda da vermişiz. Hayatta olanlarına tabi ki... Başka ülkeler ne yapmışlar? Asimile etmeye çalışmışlar. Afrika’yı düşünün, orta Amerika’yı düşünün. Hep katliamlar yapılmış, hep talanlar yapılmış. Biz hiçbir zaman talan yapmamışız. Hiçbir zaman kültür yozlaşması yapmamışız. Cumhuriyet’ten sonra, belli bir kuşaktan sonra bir kültür yozlaşması başladı. Daha iyiyi ararken bir yozlaşma başladı. İnşallah bu ülkenin aydınları yozlaşmanın olmaması için ellerinden gelenleri yaparlar. Bu tıpta böyle, sanatta böyle, müzikte böyle, ticarette böyle… Peki, bütün dünyada böyle değil mi? Amerika’da, Fransa’da kültür yozlaşması yok mu? Var. Ama onların kültür kavramları mânevî değerlerimize onlara nazaran biraz daha düşkünüz. Kültür yozlaşmasından onlar da rahatsız oluyorlardır. Fakat biz, kültürümüzü özümsemiş insanlar olarak, yozlaşmadan biraz daha fazla rahatsız oluyoruz. Yozlaşma bizi daha fazla tahrip edecektir. Onları yozlaşma çok tahrip etmiyor, çünkü, devletleri çok kurumsallaşmış durumda. Kurallarını Rönesans’tan sonra koymuş onlar. Rönesans’tan, Reform’dan sonra devlet, medeniyet kurallarını koymuş. Yozlaşmayı bir yerde durdurabilir onlar. Sanatta reformunu yapmış, siyasette reformunu yapmış. Biz, hem Rönesans reformumuzu yapamadığımız için, yapamayacağımız için çok daha dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Yozlaşma bizi çok daha ağır etkileyecek.
- Türk insanının kültürel yapısı, hayat kalitesini nasıl etkiliyor?
Sönmez: Ekonomi geliştikçe tabi kültürel faaliyetler de artıyor. Bugün iyi bir konsere gitmenin fiyatı 100 TL ile 400 TL arasında değişiyor. Tabii ki ekonomik problemlerini çözmemiş insanların kültürel faaliyetlerde bulunması çok güç. Kültürde bence TV çok önemli bir kanaldır. Tabii çok yozlaşmış kanallar var, ama devletin yönettiği kanallar veya çok özellikli kanallar var ki çok eğitici programlar oluyor. Yani, insanlar gidemediği bir konseri, izleyemediği bir belgeseli, izleyemediği bir filmi televizyondan izleyebiliyor. Bence alt tabakanın eğitiminde TV’nin çok önemli bir yanı var.
Gazete okumak da çok zor. Herkes gazete okuyamıyor, zaten baskılarının ne durumda olduğunu görüyoruz. Herkes interneti de takip edemiyor, ama bugün, herhangi bir gecekonduda bile TV mutlaka var. En az bir TV var. Dolayısıyla, devletin insanları eğitebilmesi için en büyük aracı TV bence.
Ülkemizde alt tabakadaki insanı eğitmenin bir başka aracı vardı, onu yitirdik biz: askerlik… Hiç köyünden çıkmamış, belki ömrü boyunca çıkamayacak olan bir genç köyünden çıkıyordu. Büyük şehre geliyordu. Askerlik etiğimi alıyordu. Muhtemelen bir başka şehre gidiyordu, askerliğini yapıyordu. Bu süreçte sünnet olmamışlar sünnet oluyordu, sofrada oturup üç öğün tabakta yemek yemeyi öğreniyordu, Cumhuriyeti öğreniyordu, Atatürk’ü öğreniyordu, dilini öğreniyordu ve okuma-yazma öğreniyordu. Ve yıllarca, Cumhuriyet’in ilk dönemindeki eğitimi biz buna borçluyuz.
Bunların birçoğu köyüne bilgili olarak dönüyordu. Sağlıklı olarak dönüyordu, şoför olarak dönüyordu, kimi de çocuklara okuma-yazma öğretiyordu. Bunu kaybettik. Çünkü askerliğin düzeni tamamen bozuldu. Askerlik profesyonellik hâline geldi. Bu kaybı telafi edemeyiz.
-Futbol maçına gitmeye, sigara içmeye veya akşamları bir duble içki içmeye imkân ayırabilenler, kitaba sıra geldiğinde ekonomik şartların elvermediğini iddia ederek kitap alamadıklarını, bu sebeple okuyamadıklarını söylüyorlar.
Sönmez: Bu da kültür yozlaşmasının bir sonucu olsa gerek. İnsanlar sokaklara çıkıp bir futbol
maçına giderler, orada bağırdıkları gibi sokakta bağırsalar, deli diye alıp götürürler veya hakaretten içeri atarlar. Ağza alınmayacak küfrü ediyorlar. Kadınlı-erkekli hiç yapılmayacak el hareketleri yapıyorlar, istedikleri kadar küfür ediyorlar. Dışarı çıktıklarında, yeniden doğmuş gibi hissediyorlar kendilerini. Rahatlıyorlar. Dışarıda yapamayacakları şeyler bunlar. Hâlbuki aynı rahatlamayı film seyrederek, kitap okuyarak da yapabilirler. O daha kolaylarına geldiği için kendileri gidiyorlar, eşlerini götürüyorlar, hatta kız çocuklarını bile o maçlara götürüyorlar.
KALP CERRAHI İLE OTOMOBİL MOTORU TÂMİRCİSİ…
Dünyanın tanınmış kalp cerrahının arabası bozulmuş. Arabasını tamire götürmüş; tamirci arabanın
kaputunu açarken kalp cerrahına dönerek:
-Size bir şey soracağım; neredeyse ben ve siz aynı işleri yapıyoruz. Mesela ben şimdi itina ile kaputu açacağım, bir bakışta problemin nerede olduğunu anlayacağım, kapakçıkları temizleyeceğim, gerekirse kabloları, motor yağını değiştireceğim, hatta çok gerekli ise motoru çıkarıp yerine yenisini takacağım.
Siz de insan vücudunda, aşağı-yukarı aynı işleri yapıyorsunuz.
Söylesenize nasıl oluyor da siz binlerce dolar kazanıyorsunuz, ama ben meteliğe kurşun atıyorum?
Bunun üzerine cerrah tamircinin kulağına eğilmiş ve şöyle demiş:
- Bunların hepsini motor çalışıyorken yapmayı denesenize!
-……….
(DEVAM EDECEK)
“BENİM GÜNÜM 24 SAAT, HAFTAM 7 GÜN DEĞİL”
“Her güne, ertesi günden birkaç saat alıp ekliyorum. Her haftaya, bir sonraki
haftadan bir gün ödünç alıyorum. Her ay için de sonraki ayın bir haftasını zimmetime geçiriyorum.
Böylece zamanı bereketlendirmiş oluyorum. Benim günüm 24 saat değil. Haftam 7 gün değil. Bir ayım 30 gün değil. Hep artıları var. Bir insan haftaya pazartesi sabahı başlar. Ben pazar günü akşam başlıyorum. Pazar günü akşam hastaneme geliyorum, ertesi gün ameliyat edeceğim hastalarımı görüyorum. Servisleri dolaşıyorum. Yoğun bakımları dolaşıyorum. Gece 12’ye kadar çalışıyorum. Normal mesai gibi… Ertesi sabah eve geliyorum. Hiçbir gün hastaneye geldiğim gün eve dönemedim. Eğer pazartesi hastaneye geldiysem, salı günleri evime döndüm. Salı günü gelsem, çarşamba günü evime döndüm. “