Atatürk'ü dinsiz(!) gösterenler de olmuştur. Kimi sözleri bu yönde bir yoruma yol açmıştır. İnanmakla inanmamak arasında bocalamak ve tereddütlere düşmek; zamanın tüm sivil ve resmî aydınlarını kıskacına alan manevî boşluğun tabii bir sonucudur. 
Bilhassa Fransız İhtilâl-i Kebîri'nden sonra, esmeye başlayan materyalizm rüzgârları; yalnız Avrupa'nın manevî havasını kasıp kavurmakla kalmamış; Osmanlı aydınları üzerinde de beklenen tesiri göstermekte gecikmemiştir. 
İşte o zamandan beri, Avrupa'da parlamaya başlayan teknik ve medeniyet ışıkları, Osmanlı aydınlarının gözlerini kamaştırmaya başlamış; kendi ülkelerinin maddî ve mânevî düşkün hâli; onların başını Batı'ya çevirmiş; sathî ve yüzeysel inançlarında gedikler açılmasına sebep olmuştur.
Fakat bütün bunlara rağmen; Mustafa Kemal Paşa şunu çok iyi anlamış ve bunun da gereğini yapmıştır. Atatürk üstün zekâ ve sezgisiyle anlamıştır ki, Türk Milleti; ancak din duygusuyla harekete geçirilebilir. 
Nitekim İslâm Âlemi'ne hitap eden beyannameleri, TBMM'nin açılışında takip ettirdiği uygulamalar; Cuma namazından sonra açılmasını istemesi, Kur'anlar ve Buhari-i Şerifler okutması; Atatürk'ün bu Büyük Türk Milleti'ni çok iyi tanıdığının resmidir.
Üstelik Hilafet müessesesinin önemini de idrak etmiştir. O hengâmede Ankara'da ilk beynelislâm kongre yapılmasına karar vermiş ve tüm hazırlıkları başlatmış iken, İngiliz casusu Mustafa Sagir'in yakalanması ve sorguya çekilmesi kargaşasında; bu büyük teşebbüs akamete uğramış ve gerçekleştirilememiştir.
Keza İstiklâl Savaşı boyunca, Seyyid Senusi hazretlerinin Anadoluyu karış karış dolaşarak halka cihat ruhunu aşılaması da, yine Mustafa Kemal'in O muhterem zatın faaliyetlerine imkân bahşetmesinin bir sonucudur.
Zira: “Yardım paralarını Hindular 'Yardım Fonu'nda, Hint Müslümanları ise 'Hilafet Fonu'nda toplayıp değişik zamanlarda parça parça 'İslâm'ın Kılıcı' ilân ettikleri Mustafa Kemal Paşa adına ve şahsına Ankara'ya göndermişlerdir.” (a.g.e., s. 227)
Mustafa Kemal Atatürk; yanlış uygulamaların, yanlış anlamaların, inançların yanlış algılandığı ve yanlış yaşandığı, uygulandığı ve sergilendiği bir zaman ve zemin diliminin insanıdır.
Bu yüzden olsa gerek, o zamanın fikirleri sivil ve resmî kişilerin üzerinde med-cezir misali;  gelir gider bir vaziyet ve durum arz eder / gösterir.
Yaşadığı tarih, kesim, kesit ve aralığı; asırların, yüzyılların geçmiş olaylarının ana hatlarıyla; âdeta yeniden cereyan ve tekrar edildiği bir devri kapsar ve içerir.
“Cumhuriyet öncesinde tarımsal üretimde dışa bağımlı bir ülke durumundaki Türkiye; 1930'lardan itibaren buğday, pamuk, şeker, tütün, zeytin, koyun, sığır üretiminde dışa bağımlılığını büyük oranda yenip, bazı tarımsal ve hayvansal ürünleri ihraç etmeye bile başlamıştır.
“İşte bu atmosferde Atatürk modern tarım ve hayvancılık konusunda köylüye örnek olmak için ülkenin değişik yerlerinde 'örnek çiftlikler' kurup örnek çiftçilik yapmıştır.” (a.g.e., s. 241)
Cumhuriyet'ten sonra Türkiye her hususta büyük bir kalkınma hamlesine girişmiş; eksikler giderilmeye çalışılmış. Âdeta yokluklar içinde varlık mücadelesi verilmiştir. Çünkü meselâ Anadolu doğru dürüst ulaşımı sağlayacak yollardan mahrumdu. Nitekim:
“İstiklâl Mahkemesi 30 Kasım'da Tokat'tan Amasya'ya hareket etmiştir. Mahkeme 1 Aralık'ta Samsun'a geçmiş, 4 Aralık'ta Trabzon'a varmıştır. 6 Aralık'ta da Erzurum'a ulaşmıştır.” (a.g.e., s. 152) Yani Tokat'tan Erzurum'a gitmek için; Tokat, Amasya, Samsun -denizden olsa gerek- Trabzon, Erzurum güzergâhı takip edilmiştir. 
Ben 1955'te Mesudiye'den Orduya; tozlu, topraklı yollardan, köprü diye uzatılan kalasların üzerinden geçerek; üstelik tıka basa, balık istifi doldurulmuş bir kamyonla çok uzun süren bir yolculuktan sonra güç belâ ulaştığımı hatırlıyorum.
1940'larda İstanbul'da, su bardaklarının altında “Made in France” yazıları vardı.
Türkiye tuğla, kiremit ithal eder durumdaydı.