Ziya Gökalp’in öldüğü geceyi Necip Fazıl ‘Sahte Kahramanlar’da şu şekilde naklediyor: “Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise. Benim 40 yıllık hatıram; bundan 40 küsür yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendi ile tanıştım. Bu hanım efendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’i tanıyan, ne de Türkiye’yi, Türk Edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse… Kimsenin kasıtla ne lehinde olabilir, ne aleyhinde…
“Ben Abdülhak Hamid’e Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken(kadın) birden doğruldu ve aynen şunları söyledi:
“İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesine yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Bu sesleri çıkaran bu hastanın kim olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp dediler. Mebusmuş, Profesörmüş… İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar, Allah’a en galiz kelimelerle sövdü. O kadar fena oldum ki, bu hal karşısında odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allah’a inanmazmış…”
İşte yaşanılan o müphem hadiseden bize yansıyan sözler bunlar. Ziya Gökalp için ortaya atılan ikinci bir iddia aynı minvalde olmuştur: Küçük yaşta Tarikat ehli bir adam olan dedesinden aldığı dini eğitim ile gençlik çağında Abdullah Cevdet ile yaptığı arkadaşlık neticesinde kafası karışan Ziya Gökalp İntihara teşebbüs etmiş. Bu söylenilen ikinci iddianın doğruluk payı olsa bile bir ruhi bunalımın ardındaki hareket efseli safiline yuvarlanma sebebi miydi? Yoksa Cemil Meriç üstadın dediği gibi cennete araftan mı girilir?
Bütün bunlar bir tarafta kalsın. Ortada bir gerçek ayan beyan duruyor; turan neferi, ülkü devi, On sekiz yaşın verdiği dalgalı ruh hali ile aklının duygularına galebe çaldığı bir anda bir hata işlemiştir. Fakat menfi fiillerinde gelişmesinde birçok menfur sebep vardır. Bu talihsiz hadisede elbette sebeplerden tecrit edilerek açıklanamaz.
Ziya: ışık, nur, çerağ… Çırağ aydınlatırken yanar, yanmazsa aydınlatamaz. Ateş ise derinden gelir hep içerden. Jakobenlerin balolarda kanını emdiği bir halkın çocuğudur Ziya Gökalp. 
Yükseköğretim görmeyi çok arzu eder fakat ailesinin ekonomik sıkıntıları bu eğitim hayatını engeller. İntihar hadisesinin ardından İstanbul’a gelmiş ve ücretsiz veteriner mektebine kayıt yaptırabilmiştir. İntihar hadisesinin hemen öncesinde ise ailesinin evlilik baskısı, Ziya’nın ise gönlünün bir başka sevdanın iklimine girmiş olması pek fazla dile getirilmeyen bir başka durumdur. Fakat vuslata hasrettir o aşk, uzaktan uzağa büyür de büyür. Sıkıntıların girdabında bir gençliktir yaşanan… O kısmetsiz gecede Çermikten Diyarbakır’a doğru kayan her yıldız umutların birer birer söndüğünü anlatır sanki. Yıkılan düşlerinin hüsran yaşlarıdır yağan yağmur. O menfur gece de yağmurun sükûtu besteleyen hazin sesi, Atsız’ın o müthiş geceye yazdığı mısralar ile ancak tasvir edilebilirdi:
O gece ne kadar güzeldi mehtap,
Gönülden fışkıran nağmeler gibi.
Ruhumu yıkayan bir seldi mehtap
En tatlı ilk ve son buseler gibi.
O gece o müthiş deniz durgundu,
Ömrümde susmayan rüzgâr yorgundu,
En kara gönüller aya vurgundu.
Leyla’yı içinde bulan er gibi.
O gece zevkini duydum hayatın,
Sırrını anladım mükevvenatın,
Gönlümde yıkılan bir kâinatın
Sesini işittim giryeler gibi.
O gece hayatım sanki masaldı,
Şuurum o anın içinde kaldı,
Kalbime ışıktan bir füsun doldu
İnsanı çıldırtan handeler gibi.
O gece felekten bir gece çaldım,
Ömrümde son defa BAHTİYAR OLDUM;
Ölürken yaşadım, yaşarken öldüm
Ve sustum sükûtu besteler gibi
O gece gönlüm de aya vuruldu.
İçimde küllenen ateş dirildi.
Dünyada ne varsa yere serildi
“O” kaldı… Kalbimi seyreder gibi.
Bir yandan Vatan leş kargalarının fırsatçılığı karşısında ölmedim diyebilmek adına çırpınıyor. Yıldız sarayı türlü entrikaların, alçak mihrakların yıkım planları ile boğuşuyor. Ziya ise ufkunu ötelere dikememenin üzüntüsünü yaşıyor.  İslam davasının müdafaa mesuliyetinin ne olduğunu idrak etmiştir fakat eli kolu bağlı durmak çıldırtır ülkü devini… Yurdun sinesinde beslediklerinin ihanetlerine uğruyor olması, Serhat şehirlerinin hırsını, öfkesini kabartır.
Sosyolojinin terminolojisinde İntihar anomik bir vakıadır; psikoloji de ise patolojik. Dinin bakışında ise küfrün tezahürü belki de… Fakat iş o kadar basit tanımlama ile geçiştirilmeyecek kadar büyüktür. Hadisenin sadece batına bakan yönüne bakarak bir büyük fotoğrafın görüntüsünü kaçırmak hem dine hem de bütün sosyal ilimlere haksızlıktır. Ziya Gökalp, İslam’ın esas meseleleri üzerine bidat kültürünü yansıtan herhangi bir görüşün taraftarı olmamıştır. Gökalp’e göre “Türkleşmek- İslamlaşmak- Muasırlaşmak” arasında bir çelişki yoktur. Türkleşmek, İslamlaşmak mefkûreleri arasında bir taarruz olmadığı gibi, bunlarla muasırlaşmak ihtiyacı arasında da bir taarruz mevcut değildir.” Bunların bir ihtiyacın üç muhtelif noktadan görülmüş safhaları olduğunu anlayarak “muasır bir İslam Türklüğü” ibda etmeli” Demektedir.
Gökalp, milli inşacı sosyoloji anlayışının temelini “Hars” olarak ifade etmektedir. Hars bir diğer ifadesi ile Kültür’dür. Kültür bir milleti millet yapan unsurların toplamıdır. Din ise Kültür’ün sacayağıdır. “Türkiye’de din sosyolojisi sosyolojinin girişiyle birlikte olmuştur. Ziya Gökalp Durkheimci bir sosyoloji anlayışını Türkiye’ye taşıdığı gibi din sosyolojisi alanında Türkçede ilk metinleri kaleme alan kişi olmuştur.” Felsefe, sosyoloji, psikoloji ve pedagoji alanlarıyla ilgili Avrupa’dan gelen yeni eserleri okuyor, okuduktan sonra İslam’ın müktesebatıyla hem mukayeseli hem ilişkili değerlendiriyordu. Bu değerlendirmelerin sonucunda var olan dünya görüşü hayat bulmuştur. Fakat fikir yapısı muhtelif çevreler tarafından olanın dışında yorumlanmış. Bu konu; geçmişteki intihar hadisesi, Abdullah Cevdet ile yapılan arkadaşlık Yorgi efendiden alınan felsefe dersleri ile bağdaştırılıp, diğer bütün amillerden tecrit edilmiştir. Ne diyelim sözün özünü Âşık Veysel söylemiş: İnsan kısım kısım, yer damar damar…