Mülkiye’den mezuniyetimizden beri neredeyse 60 sene geçmiş... Dile kolay, bu bir ömür... Nereden nereye geldik, bizim nesiller neler gördü, neler yaşadılar.. Hele, bugün yaşadıklarımızı, Türkiye’nin içine düşürüldüğü durumu, yıllar önce tahayyül bile edemezdik. Her şey daha güzel, daha mükemmel olmalıydı, yıllar boş yere israf edilmemeliydi... Türkiye zihniyette, kılık-kıyafette, çağdaşlıkta, ekonomide, kültür ve sanatta, ezcümle her alanda Büyük Önder Atatürk’ün yolunda ilerlemeliydi. 

Mülkiye’de çok önemli olaylara tanıklık ettik. Hafızalarımızda iz bırakmış olaylardan birisi, 27 Mayıs Darbesine giden süreçte, 29 Nisan günü, Mülkiye’nin kuşatılıp, ateş açılması, ülkenin demokrasiden uzaklaşıp, askeri müdahaleye maruz kalmasıdır. İdareye el koymak, Yassıada’da mahkemeler kurmak, idamlar kadar, 27 Mayıs öncesi, Atatürk’ün silah arkadaşı, Garp Cephesi Kumandanı, Lozan’ın etkin ismi, İsmet İnönü’ye yapılanlarda çok yanlıştı. İkinci bir anımız ise, bizim salonda oynanan, Mülkiye-Harbiye maçında çıkan kavgadır. Harbiye ve bizler Mülkiyeli talebeler, kıyasıya dövüşmüş, Allah’tan, Mülkiye Dekanı Prof. Dr. Fehmi Yavuz ve Harbiye Komutanı Paşa’nın basireti ile olaylar büyümeden sona ermiştir. O yıllarda, bizler, Mülkiye öğrencileri olarak geleceğe umutla bakıyor, dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasına gireceğimize inanıyorduk. Evet, bazı gelişmeler sağlanmıştır. Ancak yeterli değildir. Bugün, Türkiye, muasır medeniyetler düzeyini geçmeliydi. Türk Milleti, çok daha ileride, refah seviyesine, çağdaş yaşama layıktır. Büyük Atatürk’ün kurup, bize emanet ettiği Cumhuriyetimizin 100 yılında, 2023’te Türkiye tarih sahnesine 4 trilyon dolar GSMH ve 1 trilyon dolar ihracat büyüklükleri ile girebilirdi. Yani, dünyanın 10 büyük ekonomisi, refah devleti olarak... 

Yaşadığımız bu sisli süreçte, Mülkiyeli arkadaşlarımızı belki biraz tebessüm ettirebilirim diye, Mülkiye’de yaşadığımız iki hoş olayı anlatacağım. O yıllarda, babam İzmir’de Orman Müdürü’dür, bu nedenle İzmir-Ankara arasında motorlu tren denilen vasıta ile gayet konforlu biçimde gidip-gelirdik. Bir defasında sınıf arkadaşım Emre Ergin (Lala) ile THY uçağı ile gitmeye karar verdik. Emre’nin babası, Lemi Bey, tanınmış bir doktor olup, İzmir Devlet Hastanesi Başhekimiydi. Lemi Bey, kardeşi Milli Savunma Bakanı Semi Ergin’i arar; “Semi, Emre’yi uçakla yolluyorum. Havaalanından al” diyor. Uçağımız, Esenboğa’ya indi, kapı açılınca karşımızda simokinler içinde, başta Bakan Semi Bey olmak üzere bir heyet gördük. Biz ise jean ve kazakla gayet gevşek kıyafetteydik. Emre, şaşkınlıkla bir anda arkaya baktı, acaba amcası başka resmi bir karşılama için mi gelmişti!?.. Meğerse, Bakan Semi Bey, resmi bir davete gidecekmiş, Lemi Bey’den telefon gelince, giyinmiş, önce Emre’yi karşılayayım, sonra davete giderim diye düşünmüş... Eksik olmasın, nur içinde yatsın, bizi Mülkiye’ye kadar bıraktırdı.. 

Gene o yıllarda, Konya’da, Mülkiyeli Karatekin adında bir Vali vardı. Vali beyin, birbirinin aynısı olan, aynı esvapları giyen ikiz oğulları Mülkiye’yi kazanırlar. Birbirlerine, ayırt edilmeyecek kadar benzeyen ikizler, yurda yerleşirler. Maxi Engin, yukarıda sınıflarda ders çalışmaktadır. Valinin ikizlerinden biri, Maxi’nin sınıfına girer, “Merhaba Ağabey” der. Maxi ara verip, kantine iner. Kendisine selam veren çocuk oturmaktadır. Maxi herhalde o da ara verdi, benden önce geldi diye düşünür. Tekrar sınıfa çıkar, ikiz çocuk oradadır. Maxi tuvalete gider, çocuk oradadır. Maxi merdivenlere yönelir, ne görsün, çocuk önünde yürümektedir. Geri döner, karşısında ayın çocuk durmaktadır. Maxi şaşkınlıkla, derse ara verir, kitaplarını toplar, sütunlu salona iner, ne görsün, karşıdan her ikisi, birbirinin benzeri, iki öğrenci gelmektedir. Maxi kendisini bir banka atar ve “Yahu bana bir şeyler oluyor, aklım göz veren oldu, insanları çift görüyorum” diye söylenir... Daha sonra birbirlerine inanılmaz derecede benzeyen çocukları bulduk, hadise anlaşıldı. (Sevgili arkadaşımız Maxi Engin’i, maalesef kaybettik, nurlar içinde uyusun, tüm arkadaşlarımıza rahmetler.)