Sevgili babam Cevat Ziya Maruflu, Orman Fakültesi’nden mezun olunca, İzmir’e tayin edilmişti. Ormancıların “Yeşil Gece” balosunda, gencecik öğreten (Atatürk’e kahve ikram eden kız) annem Neriman Hocanım ile karşılaşır, çok beğenir, dönemin İzmir Valisi Dirik’ten, bu muallim hanımı istemesini istirham eder, evlenirler, ben doğdum, babam tekrar İstanbul’a, Büyükdere Orman Müdürlüğü’ne tayin edilir, İstanbul’da Kızıltoprak’taki büyükbabam Mülkiyeli, Müderris, Maliye Müsteşarı ve Nazırı Marufizade Mehmet Ziyeeddin Paşa’dan kalan köşkte otururduk... Annem Moda ve Kızıltoprak ilkokullarında çalışır. Bu arada,  ben de, 5 yaşımda gittiğim okuldan mezun olurum. 1950 yılında babam çok sevdiği İzmir’e, Ege Bölge Müdürü olarak tekrar tayin edilir. Beni ortaokul ve lise olarak Karşıyaka Lisesi’ne verirler... Mezun olunca, Mülkiye’yi, Karşıyaka Lisesi’nde, sınıf arkadaşım (6/B Edebiyat), çok sevdiğim Mehmet Karabağ ile birlikte kazanmıştık. Daha önceleri, benim aklımda tıp fakültesine girip, doktor/cerrah olmak vardı. Ege Tıp Fakültesi’ni de kazandım, ancak Mülkiye’nin oldukça zor olan sınavına da girmiştim. O yıllarda sadece Mülkiyeyi kazananlar, radyoda okunurdu. Bir gece, babam heyecanla odama geldi, “Haydi, kalk Mülkiye Mektebini kazandın” dedi... Türkiye’nin en değerli, şahane okulunu kazandığım için dünyalar benim olmuştu. İfade ettiğim gibi, büyükbabam Mülkiyeli ve Mülkiye Müderrisi, aynı zamanda Osmanlı Sarayı, direkt Padişah’a bağlı “Sefirler Dairesi Reisliğini” deruhte etmişti. Daha sonra Müsteşar ve Nazır. (Mülkiye tarihi Ali Çankaya Cilt: 3 Sayfa: 58-59 ve 1198) 

Hamamın eşi Sadettin Serim Enişte de, Mülkiyeli olup, Atatürk zamanında, Umum Müdür olarak, Denizyollarını kurmuş, Atatürk tarafından, Kayseri ve Konya Mebusluğu yapılmıştı. Annemin yakını olan, Mülkiyeli Vali Turgut Kılıçer ve Hariciyeci Feridun Rua da Mülkiyeli olup, beni çok etkilemişlerdi... Ailemizde olan bu Mülkiyelilerden sonra benim de Mülkiyeyi kazanmam, müthiş bir olaydı. Babam, beni ve Mehmet’i alarak, Ankara’ya gittik. Doğru Cebeci’deki, Mülkiye binasına gidip, bir anda kendimizi, Mülkiye Yurdu Müdürü Zekai Bey’in karşısında bulduk. Yanında İhsan Ağabey de vardı. Ormancı olan babam Kızılay’da bulunan, Ormancılar Konukevi’nde kalmak için yer ayırtmıştı. Zekai Bey, önce bizi kutladı, yurda giriş işlemlerimizi yaptı. Babama “Cevat Bey, bu Mülkiyeli gençler artık, bize emanet. Başka yere gitmeleri gerekmez. Bu geceden itibaren yurtta kalacaklardır. İçiniz rahat olsun” dedi.  Babam kalacağımız yeri görmek istedi. Ben evden ilk defa ayrılıyordum. Maalesef, dünyanın kanunu bu evden bir defa ayrılınca, küçük fasılalar hariç, bir daha dönmüyorsun. Yıllar sonra oğlumuz Burç, ABD’ne eğitime gitti, bir daha dönmedi. Efe de öyle, o da ABD’de kaldı. 

Hep beraber, ana fakülte binasına bitişik,  yurt binasına geçtik. Alt katta, sağda, ranzalı bir koğuş vardı. Birinci sınıflar bu koğuşta kalıyorlardı. Biz yaklaşık 5000 kişi arasından, 150 kişi Mülkiyeye girmeye hak kazanmıştık. Aileleri Ankara’da olanların dışında, herhalde 100 kişi olarak, burada kalacaktık. İkinci sınıfa geçince, ranza olmayan karyolalı, ancak Mülkiyenin kuzeyine bakan kısımda olduğu için ısınamayan adına “Sibirya” denilen bölümde kalınırdı. Sibirya’ya yatmayana Mülkiyeli denmezdi...  Üçüncü ve dördüncü sınıflar, nisbeten daha rahat, ikinci katta, daha tenha, ama gene koğuşlarda kalırlardı. Daha sonra, Mülkiyenin arkasına, çok modern, iki-üç kişilik oda olan yurt yapıldıysa da, bizim yurtların, sempatisini, alışkanlığını, vazgeçilmezliğini bulamadılar. 

Mülkiye, yurt (yatılı olmak), Forum meydanı unutulmazlar arasındaydı... Herkese, yurt binasında elbise, tıraş takımı, ayakkabı vs. eşyalarımızı koymak için bir dolap verilirdi.  Sınıfların olduu, fakülte kısmında da, kitap-kırtasiye malzemelerimizi koymak için, ikinci bir dolap verilirdi. Yurtta, koğuşların, orta kısmında, lavabolar, tuvaletler bulunuyordu. Sabah 08:30’da başlayan derslere yetişmek için erken kalkar, mutlaka tıraş olur, temizlik yapar, giyinir, kantinden ağzımıza acele bir şeyler atar, derslere koşardık. Fakülte, yurt aynı binada olduğundan trafik vs. yoktu... Birinci sınıfların, derslere devamı şarttı. Yoklama yapılırdı. İkinci sınıftan itibaren bazı derslere girmeyenler olurdu. Örneğin; ikinci sınıfta Prof. Dr. Tahsin Bekir Balta’nın İdare Hukuku dersine giren az olurdu. Mazerette “Yahu, Hocanın ne dediği anlaşılmıyordu.” Ancak Alpaslan Işıklı, Coşkun Özışık, Uğur İnan bu dersin devamlı talebesiydi... Hele, Coşkun, Karadeniz aksanı ile konuşan Hocamız gibi gayet güzel konuşurdu. Bir gün, İdare Hukuku Enstitüsüne, Tahsin Hoca’nın yanına gitmiştim. Bir ara, hoca telefonla, Almanya konuştu. Almancası harika ve aksansızdı. Zaten kendisi de eşsiz bir Hocamızdı... Dekanımız, Bedri Hoca (Bedros), sabahları yatakhanelere girer, ders girmeyip, uyuyanları uyandırır, kendine mahsus ifadesiyle “Haydi derse.. Haydi derse” derdi. Birkaç defa gece geç yatıp, uyuyan, hocanın uyandırdığını fark etmeyen, arkadaşlarımızın reaksiyonuna şahit olmuştuk... Hoca çok sevecen, çok iyi bir insandı... 

Yurt binasının alt katında, yan yana duşlar şeklinde, banyolar vardı. Bir gece önceden isim yazdırılır, sabah banyoya girilirdi. Yeterliydi, sıkışıklık olmazdı. Nedense, sabah banyolara gidenlere, “Tullab” “Kolacılar”, “Tenesse Walleyciler” diye seslenirdi. Gene aynı katta çamaşırhane, ütücüler vardı. Cüzi bir fiyatla çamaşırlarımız, elbiselerimiz tiril tiril olurdu. Mülkiyede özenli, temiz, herkese örnek olacak biçimde giyinmek şarttı. Öyle yaa... Geleceğin, Valileri, Büyükelçileri, Maliyecileri, Müsteşarları, Genel Müdürleri buradaydılar... 

Tekrar ediyorum, yurt yaşamı Mülkiyenin vazgeçilmezi idi. Gece dolaplar arasında adına “Forum Meydanı” denilen yerde toplanılır, dünya ve Türkiye sorunları çekinmeden, azami serbestlikte, hiç kimsenin, kimseye müdahale etmediği ortamda tartışılırdı. En aykırı fikirler, ifade edilir, görüşülürdü. Forum Meydanının kıyafeti pijamalar idi. Yurt hayatı öyle cazipti ki, Ankara’da evi, ailesi olan bir çok arkadaşımız, evini bırakıp, yurda gelmişti. Uyku zamanının dışında, yurtta müzik eksik olmazdı. Benim ve Tuna Iskır’ın o zamanlar moda olan, kutu biçiminde, transistorlu radyomuz vardı. Devamlı çalardı. Sevgili arkadaşımız, Metin Dikenelli,  keman çalardı. Lavaboların olduğu bölümde, Metin (Rahmetli), bizlere Klasik Batı Müziğinin, nadide eserlerini çalardı. Bazen de Işıksal Baltacı ve Erman Bayraktar, Lumumda Özer, bağlama konserleri verirlerdi. Ancak bu konserler tadında bırakılır, istirahate mani olmazdı. Yatakhanelerde, herkes bir arada uyuduğundan, ter ve başka kokular, sesler eksik olmazdı... Genelde lavaboların olduğu bölümde aynalardan yüzümüzü izleyerek, tıraş olurduk... Babam, bana ilk çıkanlardan Phillips marka bir tıraş makinası almıştı. Sabah bu makine ortaya konulur, jilet ile tıraş olmayanlar, sıraya girer, tıraş olurlardı... Makine o kadar çok kullanıldı ki, dayanamayıp, bozuldu, tekrar jilete döndük... Daha sonra, arkadaşlarımız bu makinelerden aldılar... (Devam edecek)