Osmanlı İmparatorluğu üç kıtada at koşturup koskoca bir coğrafyaya hükmederken 18’inci yüzyıldan bu yana toprak kayıpları nedeniyle başta Balkan vilayetleri olmak üzere tüm bölgelerden göçmen kitlelerinin Anadoluya bir nehir gibi akışı iki yüzyıl  sürmüştür.

           Sevr’e giden yolun taşları geçen bu süreçte döşenmiştir. 1699’dan beri toprak kaybeden bir ulusun son vatan dediği Anadolu toprakları da Sevr ile tamamen elinden alınarak kendi vatanında esir edilmek ve köleleştirilmek üzere bir anlaşmayı imzalamak zorunda bırakıldığını düşünürseniz hassasiyetleri olan kişi ve kurumları daha iyi anlarsınız.

           Etnik azınlıklar sorununu ortadan kaldırmak ve bu bölgede barışı sağlamak için büyük devletlerin zorladığı , 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında  mübadele antlaşması imzalandı. Bu husus Lozan antlaşması  metninde de yer almıştır. Aslında bu zorlamanın muhatabı yeni Türkiye olmuştur. Zira Venizelos’un bu işe baştan yatkın olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü mübadelenin etnik yönden homojen bir vatan yarattığı tezi daha çok Yunanistan açısından doğrudur.
           Yunan ordusu Anadolu’yu işgale kalkışmadan once ikiye ayrılmıştı, Venizelosçu cumhuriyetçi subaylar ve General Metaksas gibi Venizelos’a karşı olanlar. Sonraki diktatör Metaksas çok doğru bir kurmay yaklaşımıyla; “Balkan Savaşı’ndaki kazanımlarımız yeterlidir. Küçük Asya bir macera olur” demişti. İzmir’e çıkıldığı gün ise “Bari daha ileri gitmeyiniz” dediyse de dinletemedi. Endişelerinde haklı çıktı. 3,5 yıl sonra Yunan ordusu perişan çekilirken, Küçük Asya’daki Helenlik de onunla yollara dökülmüştü.
           Venizelos’un ömrü boyunca beslediği “Megali İdea”sı feci bir düşüş yaşıyordu, hemen aşırı hayalcilikten aşırı gerçekçiliğe döndü. Lozan’da elinde kalacağını tahmin ettiği Yunanistan, Trakya ve İtalya işgali dışındaki Yunan adalarının Helenliğini sağlamalıydı. Yanya’dan Tırhala ve Yenişehir’den (Larissa), güneyde Mora’daki Yenişehir’den (Nuplia), Batı Trakya’dan, Selanik vilayetinden, Girit ve Midilli’den Türkleri ve Müslümanları çıkararak Küçük Asya’daki Yunanlılarla mübadele etmeyi düşündü. 
           Uzun yıllar sürmüş olan savaşlar nedeniyle yeni Türkiye, sulh için bu isteği kabul etti. Ne var ki küçük Yunanistan’dan çıkartılacak 500 bin Türkün karşılığında, geniş Anadolu topraklarından 1,5 milyon Ortodoks Yunanistan’a gelecekti. Sınır boyundaki Batı Trakya Türkleri yerinde bırakılacaktı, buna karşılık da “etabli” deyimiyle ifade edilen 120 bin kadar İstanbul, İmroz, Bozcaadada yaşayan Hristiyan Ortodoks din mensupları yerinde kalacaktı. İlk anda bütün az örgütlü ülkeler gibi Yunanistan ve Türkiye’de göçmen yerleştirme sorunları kağıt üstündeki gibi parlak olmadı. Aslında daha evvel Talat Paşa, Balkan Savaşı’ndan sonra kısmi bir mübadele yaptırmıştı. Gelen muhacirlerimiz Türkiye’de sıkıntı çekti; Anadolu’dan  Yunanistan’a giden ortodokslar perişan oldu.

           Türkiye’ genişti, zirai kaynakları daha güçlüydü ve bürokrasisi Yunanistan’ınkinden tecrübeliydi. En önemli yanı ise gelen Müslümanları kabule hazır bir imparatorluk alışkanlığı vardı. Karşı taraf ise kendi nüfusunun yarısı kadar bir muhacirle karşı karşıya kaldı. Ülke kaynakları bu nüfusu kabule hazır değildi. 
Orta Anadolu’dan mübadeleye tabi tutulan “Karamanlılar” dediğimiz Hıristiyan Türkmenleri yeni ülkede uzun ve acı bir hayata başladılar. Onların gönderilmesi hem o zamanki iktisadi hayat hem de geleceğin laik Türkiyesi için büyük kayıptır. Bunlar Yunanca bilmezdi. İncilleri dahi Yunan harfleriyle Türkçe basılmıştı. 
           Yunanistan’da Pontuslular bile Yunan siyasi edebiyatının aksine, yeni yurtlarında hüsnü kabul görmedi. İşsizlik, intiharlar ve aşırı siyasal partilere yönelmeler görüldü. Yunanistan ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ile bütünleşince bu sorunlarla baş edebildi. 
Sonunda Yunanistan, kuzeydeki Slavlar, II. Cihan Harbi’nde işbirlikçi olarak dışarı itelediği Epir yani Yanya bölgesi Arnavutları, bazı Vlahlar ve Batı Trakya Türkleri dışında mübadele ile monolit yani tek sütun bir ülke kurmuş sayılabilir.