MISIRLI SÖZDE DÜŞÜNÜR VE İNGLİZ KALEMŞÖRÜ’NE CEVAPLAR

Abone Ol

Türk Milleti’ni suçlayan Mısırlı Arap, sözde düşünür ve İngiliz’in kiralık kalemşörü Muhammed Kutub şöyle demişti;

“Türkler’in savaş meydanlarında kaydettikleri zaferler, İslam’a şeref vermiştir. Ancak, Türkler’in elinde, İslam’ın, manasından çok şey kaybettiği de bir gerçektir. Türkler’in elinde İslâm dondurulmuş, (manen) gelişmesi durdurulmuştur. Osmanlılar. askerlik dışında kalan bütün meydanlarda İslâm’ı dondurdular ve zedelediler. Meselâ ilme gereken önemi vermediler. İçtihadı durdurarak fıkıh ilmi dondu. Nihayet İslâm, Osmanlılar’ın bağlayıcı kaydından kurtulup bağımsızlığını kazanarak, ileri atılmağa başladı. Özellikle bu atılış Hicaz’da Vehhâbîlik, Sudan’da Mehdi’nin yönettiği Mehdilik hareketlerinde görülmektedir. Bu iki hareket, İslâm’a asi gücünü ve ilerleme istidadını yeniden kazandıracak nitelikteydi.” diyor.

İşte bu nankör ve Batı beslemesi ve devşirme İngiliz kalemşörüne, kısa bir cevap:

“Osmanlı Türkleri’nin İslâmiyet’e hizmetleri, bir şaheserdir. Bir abidedir. Tarih meydanına dikilmiş olan bu dev abideyi görmemek için kör veya bir Türk düşmanı olmak lâzımdır. Bu Mısırlı yazarın da bildirmek zorunda kaldığı gibi, Osmanlı Türkleri’ni zaferden zafere götüren dinamizm, ahlâk, sabr ve kahramanlık, hangi kaynaktan geliyordu? İslâm kaynağından değil mi? İslâmiyet’e şeref verilemez. İslâmiyet’ten şeref alınır. Müminlerin şerefli emiri Hazreti Ömer: “Biz, zelîl, aşağı kimselerdik. Cenab-ı Hak, bizleri Müslüman yapmakla şereflendirdi,” buyuruyor. İslâmiyet’in, her çeşit fazilet ve şerefler kaynağı olduğunu bilmeyen cahiller, İslâmiyet’e şeref verilecek sanırlar.

İstanbul’dan Viyana’ya doğru giden İslâm ordusu, Belgrad yakınlarında, bir su başında, mola veriyor. Çeşme, abdest alan, kaplarına su koyan askerlerle dolu. Yakındaki bir kilisenin papazı, güzel kızları süslüyor. Ellerine birer kap verip, çeşmeye gönderiyor. Papaz pencereden gizlice seyrediyor. Kızlar gelince, askerler hemen kenara çekiliyor. Kızlar kapları rahatça su ile doldurup kiliseye dönüyorlar. Papaz, İslâm askerlerinin bu güzel ahlâkını, faziletini, edebini ve merhametini görünce: “Bu ordu hiç yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin!” diyerek Haçlı komutanlarına haber gönderiyor. 

Bu Mısırlı yazar, İngiliz Lordu Davenport’un kitabını okumuş olsaydı; “İslâm orduları her gittiği yere, adâlet, fazilet ve medeniyet götürmüştür. Boynunu büken mağlup düşmanı, daima af ile karşılamışlardır,” bilgisini öğrenir de yazılarında biraz edepli davranırdı. Abbasiler’den sonra İslâm halifelerine Mısır’da zindan hayatı yaşatan, hilafet haklarını onlardan gasp edenler, hutbelerde kendilerine “Sultan-ül Haremeyn” demekten utanmıyorlardı. Yavuz Sultan Selim Han 1517 yılında; Mısır’ı fethedip, hilafeti esaretten kurtarınca hutbe de imam efendi alışkanlıktan olsa gerek; kendisine de “Sultan-ül Haremeyn” diyen hatibi susturup:

“Benim için o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana “Hâdim-ül Haremeyn” deyin, buyurduğunu tarih kitapları yazmaktadır. İslâm ahlâkını, Mısralılar mı dondurmuş; yoksa Osmanlılar mı dondurmuş, buradan çok iyi anlaşılmaktadır. 

İşte Osmanlı Sultanları İslamiyet’e böyle bağlı, böyle saygılı idi. Türkün İslamiyet’e olan bu saygısı ve edebi; Mescid-i Saadet’te, pis ayaklarını Kabr-i Saadet’e karşı uzatıp, leş gibi yatan Vehhabiler’in saygısızlığı ve edepsizliği ile hiçbir olur mu. Osmanlılar’da İslâmiyet ilerlememiş sözünde, sinsi bir İslâm düşmanlığının kötü kokusu duyulmaktadır. Fenârîler, Molla Hüsrevler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbni Kemâller, Ebusuud’lar, Birgiviler, İbni Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadiler, Süveydîler ve Abdülhakîm Efendiler ve Muhammed Abdûh’u rezil eden Mustafa Sabri Efendi ve daha nice fıkıh ve kelâm âlimleri, hattatlar, Mimar Sinanlar, Sokullular, Köprülüler, hangi devlette yetişti? Osmanlılar‘da değil mi? Osmanlı âlimlerinin yazdıkları binlerce ilim kitapları, her vilayetteki millî kütüphaneleri doldurmuştur. İçerikler meydandadır. Bütün İslâm âlemine altı yüz sene fetva veren, her sıkıntıyı çözen, Müslümanlar’ın dertlerine deva olan, Hristiyanlığa ve sapık fırkalara reddiyeler yazarak, onları rezil eden, Osmanlı Şeyh ül-İslâmları değil mi idi? Bugün, bütün İslâm âlemine ışık tutmaktadır. Bu yüce âlimleri ve velîleri Osmanlılar yetiştirmedi mi? 

Bugün de dinini doğru öğrenmek isteyenler, bu kıymetli kitapları okumaktadırlar, okumaya da devam edilmelidir. İslâm’ın altı yüz senelik bekçisi, İslâm ilimlerinin kaynağı, hep Osmanlı Türk’ü idi. Matbaa kurulmalıdır diyen “Behcetül Fetâvâ” gibi yüzlerce fetva kitapları, her yüzyılın gereklerine göre yol gösterdi, ileriye çığır açtılar. Son yüzyılın şaheseri olan “Mecelle” kitabı ise, dünyada benzeri bulunmayan bir hukuk abidesi oldu. Şayet din de reformcular da; Osmanlı ahlâkı, Osmanlı ilmi ve irfanı olsaydı, bir avuç Yahudi karşısında yenilmezlerdi. Müslümanlar’ın savaş planları sorumlu kimseler tarafından Londra’da birkaç bin liraya, İsrail casuslarına satılmaz ve Arap birliği bütün dünyaya rezil olmazdı. Kutub denilen Mısırlı yazarların, sahabelere sonra, Emevî, Abbasî ve Osmanlılar’ın halis Müslüman idarecilerine pervasızca ve hayasızca saldırmaları, boşuna değildir. Bunun sebebini yine kendisi açıklamaktadır. Yani; “merd-i kıbtî şecâ'at arz ederken, sirkatini söylemektedir.” Şöyle diyor

“Vehhâbîlik, İslâmiyet’i esaretten kurtardı” diyerek, baklayı ağzından çıkarmaktadır. Evet, mezhepsizleri övebilmek için halifelerini, İslâm âlimlerini kötülemektedirler. Mevdûdî’nin, Seyyid Kutub’un ve Muhammed Kutub’un ve Muhammed Abdûh’un planları siyasetleri hep bu temele dayanmaktadır. Hepsi, tertemiz inançta olan yöneticileri, Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Buna karşılık İbni Teymiye’yi ve Cemâleddîn-i Efgânî gibi sapıkları, bir kurtarıcı gibi gösteriyorlar. Mezhepsizlerin nesini övüyorlar? Dinî ve ilmî kıymetleri sıfır olduğu gibi, ahlâksızlıklarının sıfırın altında olduğunu, 1964’de tahttan indirilip, 1968’de ölen Suud,Avrupa’da sefahat, namus ve ahlâk dış, hareketleri ile ve keyfine, zevkine milyonlar harcaması ile bütün dünyaya gösterdi. 

Mısırlı yazar, Kahire’deki ve Riyad Sarayı’ndaki fuhuş, zina, namussuzlukların radyolarda dünyaya yayıldığını görüp, işitip, acaba biraz yüzü kızarmıyor mu? Bütün İslâm âleminden gelen milyonlarca hacının her birinden yüzlerce lira rüşvet almaktan haya etmiyorlar. Din kardeşi, yüzlerce lira vermezse, buna hac farizasın, yaptırmıyorlar. Halbuki, Osmanlılar’ın Kudüs’ü ziyarete gelen Hristiyanlar’dan ayakbastı parası, almak haramdır diyordu. Vehhâbîler ise, Müslüman’dan istiyor. Vermezse, ibadete engel oluyor. Bekara Sûresi’nin 114. âyet-i kerimesinde mealen; “Cenab-ı Hak’ın mescitlerinde, onun ismini zikretmeği yasak edenden daha çok zâlim olamaz!” buyuruldu. Para vermeyen Müslümanları, Mescid-i Harâm’a sokmayanların ve bunları övenlerin ne oldukları, bu âyet-i kerîme’den açıkça anlaşılmaktadır. İşte, kötüledikleri Osmanlı Müslümanları! İşte övdükleri Vehhâbîler ve dinde reformcular bunlardır!

Osmanlı Türkleri İslâmiyet’i böyle cahillerin saldırısından korumasalardı, bugün İslâmiyet de Hristiyanlık halini  alır, karmakarışık, bozuk bir şey olurdu. Nitekim Mekke’deki ve Mısır’daki sapıkların elinde Müslümanlığın yaralandığı oyuncak haline geldiği acı acı görülmektedir. 

Bugün hakiki Müslümanlık, Peygamberin bıraktığı gibi, bütün temizliği ve saflığı ile, Türk Milleti’nde kalmış bulunmaktadır.

Bugün 21.Yüzyıl; Türkiye Osmanlı’nın devam olarak, yine İslam’ın bayraktarlığını yapmaya devam ediyor. Hatta kendilerine İslam devletiyim diyen devletlerin çelme takmalarına rağmen dünyanın neresinde haksızlığa uğrayan devlet ve toplumlar varsa hepsine, bilimsel, kültürel ve siyasi yardım ve desteğini vermektedir. İnanıyoru ki, Türkiye Cumhuriyeti devleti bu yardım ve desteklerini sürdürecektir.