Milliyetçiliğin tarihi seyri
Oğuz Çetinoğlu: Saltanattan Cumhuriyet’e geçişte Türk milliyetçiliği başlığı altında genel bir değerlendirme ile mülakatımıza başlayabilir miyiz?
Dr. Cezmi Bayram: Türkiye’nin önündeki en önemli mesele etnik bölücülüktür. Devletimiz Selçukludan bu yana ayni devlettir. Selçuklunun vârisi Osmanlı Devleti, dış güçlerin teşvik ve tahrikiyle ortaya çıkan etnik milliyetçiliklerle önce parçalanmış, küçülmüş; sonra da yeni bir diriliş hamlesiyle Saltanattan Cumhuriyete inkılâp etmiş, böylece yeni bir ruh ve heyecanla varlığını devam ettirmiştir. Sırp ve Yunan isyanlarını takip eden yüz yıl boyunca vatanın parçalanmaması, küçültmemesi ve en nihayetinde devletin bekasını temin etmek için gayret gösteren nesillerin, milletin bütünlüğü korumak ve varlığını devam ettirmek maksadıyla takip ettikleri milliyetçilik anlayışı; haksız ve tamamen yanlış olarak, bugün bazı çevrelerce Osmanlı’daki etnik milliyetçiliklere bahane olarak gösterilmektedir. Halbuki tarihî hakikattir ki, Türk milliyetçiliği Osmanlı Devleti’nde en son ortaya çıkan ve esas itibariyle, siyasî bakımdan Birinci Cihan Harbi sonunda rehber alınan bir düşüncedir.
Aynı yanlış anlayış, etnik ırkçı Kürtçüler ve onların destekçileri tarafından bugün de devam ettirilmekte, hatta bazı sorumlu ve yetkili devlet yöneticileri tarafından Türk Milliyetçiliği Kürtçülükle aynı kefeye konmakta; âdeta Türk Milliyetçiliği Kürtçülüğe mazeret yapılmaktadır. Hatta bu noktada milliyetçilere o kadar bühtanda bulunulmaktadır ki, Kürtçülükten nemalandığı ileri sürülmektedir. Düşünmemektedirler ki, bu sakat anlayış, Kürtçülüğü meşru hâle getirmektedir. Hâlbuki gerçek bu değildir. Gerçek; Osmanlıda da, Cumhuriyet döneminde de devletin kurucusu olan Türklerin milliyetçiliği, milletin bütünlüğünü -bütün unsurlarıyla- korumayı ve devletin bekasını hedeflemektedir.
Gerçekten Osmanlı münevverleri devletin varlığını, en geniş coğrafyasıyla, devam ettirmek maksadıyla çeşitli çareler aramışlar. Dış etki ve tahrikleri boşa çıkarmak için bazı uygulamalarda bulunmuşlardır. Islahat hareketleri, meşrutiyet teşebbüsleri bu maksada matuftur. Kurucu unsur, devletin varlığını ve bekasını temin için kendi üstünlüğünden vazgeçmiş, siyasî eşitliği kabul ederek, ‘reaya’ dediği gayrimüslimlerle haklarını paylaşmaya razı olmuştur. Buna karşılık ‘vatan’ adını verdiği hâkimiyet coğrafyasında kendi başına buyruk olan, Sırp ve Yunan isyanlarında görüldüğü gibi, etnik milliyetçiliği tahrik ve teşvik eden kiliseleri kontrol altına almayı, bunların kontrolündeki mektepleri devlet denetimine sokmayı ve Türkçenin ders olarak bu okullarda okutulmasını sağlamayı hedeflemiştir. Böylece, Osmanlı Vatanında bir Osmanlılık Ruhu meydana getirmeyi düşünmüştür.
Bu gayretleri sebebiyle halkın ‘Gâvur Padişah’ dediği Sultan 2. Mahmut Han, devletin yeniden şekillenmesine gayret göstermiş, bâni-i sânilik görevini deruhte etmiştir. Böylece, çağın icabı sayılan modern mektepler, modern kurumlar tesis olunmuş, Türkçe yeni mekteplerin eğitim dili olmuştur. Türkçe ile edebiyat ve sanatta önemli eserler vücuda getirilmiştir. Osmanlılık heyecanı bütün topluma kazandırılmaya çalışılmıştır. Din ve devlet, vatan ve millet yaşatılması gereken dört değer olarak ortaya konmuştur. Esasen, bu dört kavram daha önce de, cemiyetin temel değerleriydi. Ancak bu kere, millet kavramı, Osmanlı vatanında yaşayan herkesi kapsamaktaydı. Başlangıç niyeti ile neticesi uyuşmasa da yüzyıla yakın süre Osmanlılık veya Osmanlıcılık siyaseti vatanın bütünlüğünü, devletin varlığı ve bekasını sağlamak üzere tatbik olunan en önemli siyasî akidedir.
Sultan 2. Abdülhâmid Han, bu akideye bir de Halife olmak hasebiyle, İslamcılığı eklemiştir. Esasen Yavuz Sultan Selim Han’la birlikte, Osmanlı Hakanları, aynı zamanda Halife-i Rûyi Zemin’dir. Ancak, bu unvan uzun süre siyasî hayatta kullanılmamıştır. Müslümanların Halifesi sıfatını en etkili ve kâmil şekilde kullanan Hakan, 2. Abdülhâmid Han’dır. Ancak dikkatten uzak tutulmamalıdır ki, Abdülhâmid Han’ın İslamcılık siyaseti, Osmanlıcığın alternatifi değil, aksine onun tamamlayıcısıdır. Çünkü görülmüştür ki, Osmanlının inkirâzına gayret gösteren Rusya, İngiltere vb. ülkeler önemli bir Müslüman nüfusa hükmetmektedirler. Eğer İslamcılık ve Hilâfet hareketleriyle bu ülkelerdeki Müslüman unsurlar Osmanlı Hilâfeti lehine şuurlandırılırsa, o zaman Rusya ve İngiltere gibi ülkeler kendi menfaatleri gereği, Osmanlı’ya karşı düşmanlıkta daha dikkatli olmak durumunda kalabilirler.
Nasıl, 3. Napolyon dönemi Fransa’sı Rusya karşısında menfaati gereği Osmanlı’nın bütünlüğünü desteklemişse, Müslüman sömürgesi olan ülkeler de benzer dikkat içinde olabilirler düşüncesi, bu siyasette etkili olmuştur. Ayrıca yakın tecrübe ile sabitti ki, yabancılar da zaten, Osmanlı içindeki Ortodoks vb. dindaşlarını, bu akrabalık sebebiyle, tahrik ve himaye etmekteydi.
Çetinoğlu: Milliyetçilik fikrinin daha etkili olması için kitap yayınına ağırlık verildi.
Bayram: Bu dönemde Türk tarihi, dili, medeniyeti konusunda Osmanlı dışında çalışmalar artmıştı. Neşriyat vardı. Bunların dâhile de etkisi oldu. Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa askerî okullarda okutulmak üzere, Tük tarihini Osmanlı’dan önceye götüren Tarih Kitabını, Ahmet Vefik Paşa Kâmus-u Âlam’ı, Şemsettin Sami Kâmus-u Türkî’yi yazdılar. En önemlisi, 1856 Hatt-ı Hümâyun’u ve 1. Meşrutiyet Anayasa’sı Türkçeyi resmî dil kabul etti. Ahmet Ferid’in ifadesiyle: ‘Osmanlı hükümeti, bilhassa mektepler ve lisan ile de derinliğine meşgul oldu. 1856 Hatt-ı Hümâyunu, o vakite kadar ruhsatsız tamir ve inşa edilen Hıristiyan kilise ve mekteplerinin tamir ve inşasına resmî müsaade istihsali kaidesini vazetti, tedris usulü ve muallimlerin seçilmelerini hükümetin teftişi altına aldı. 1869 Maarif Nizamnamesi, yüksek ve idadi tahsilinin, farklı milletlerin umumu için aynı ve Türkçe olarak tanzim eyledi. Umumî olarak, tedris usulünün ve kitapların seçilmesini maarif müdürlerine terk ve tevdi ettikten başka, iptidâiye kadar, tekmil gayrimüslim milletlerin mekteplerinde, resmî lisanın tahsil edilmesini mecburî yaptı.’
Çetinoğlu: İstenilen hedefe ulaşılabildi mi?
Bayram: Karışıklıklar, savaşlar bu gayretlerin netice vermesini engelledi.
Çetinoğlu: Tekrar milliyetçilik fikriyatına dönelim. Sultan 2. Abdülhâmid Han’ın milliyetçilik akımına katkılarından söz eder misiniz?
Bayram: Sultan 2. Abdülhâmid Han, devletin bekası, vatanın bütünlüğünü temin maksadıyla bir yandan siyasî akide olarak Osmanlıcılık ve İslamcılığı takip ederken, diğer yandan devletin kurucu unsurunun şuurlanması ve yeniden kuruluş dönemi heyecan ve gerilimine sahip olması için de gayret gösterdi. Söğüt’ten ‘öz akrabalarım’ diyerek Karakeçili Aşireti’nden bir muhafız birliği teşkil etmesinin yanında, kurucu sembollere verilen önem ve özellikle devletin kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’yi öne çıkaran faaliyetler ehemmiyetlidir. Gerçekten çöküş dönemlerinde, cemiyeti heyecanlandırmak, gayrete getirmek, tekrar diri ve gerilimli hâle inkılâp ettirmek için kuruluş hatırası ve ruhu önemli bir etmendir. Biliyoruz ki, sonraki Müslümanlar, çok büyük işler başarsalar da sahabe dönemi vakaları ve menkıbelerinden büyük heyecan duymakta ve sahabe örnekleri gayrete gelme sebebidir. Defaatle dinlenen olay, ilk defa duyulmuş gibi, etki bırakmaktadır. Çünkü bunların içinde âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz vardır. Başlangıç döneminin sıkıntıları fedakârlıkları ve en önemlisi ihlâsı vardır.
Bu hal, devletlerin kuruluş dönemleri için de aynidir. Küçücük bir Beylik Cihan Devleti olmuştur. Onu sağlayan ruh kurucu ataların hatıralarında mevcuttur. O yüzden Ertuğrul Gazi, Şeyh Ede Balı önemlidir. Onların Osman Gazi’ye nasihati, Osman Gazi’nin Rüyası büyük ehemmiyeti hâizdir.
İşte 2. Abdülhâmid Han kurucu millette yeni bir gerilim meydana getirmek için kuruluş hatırasını tekrar gündeme taşımıştır. Bunun için Ertuğrul Gazi Şenliklerine önem vermiş; Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve arkadaşlarının türbe ve mezarlarını ihya etmiştir. Şeyh Ede Balı’nın türbesi düzenlenmiş, Türbe eteğindeki Orhan Gazi Camii yeniden inşa edilmiştir. Kendi Şeyhi için Barbaros Bulvarı kenarında yaptırdığı ve ayni zamanda İslamcılık siyasetinin önemli bir uygulama alanı hâlini alacak olan Tekke’ye, Şeyhin veya tarikatın adını vermemiş, Ertuğrul Tekkesi, yanındaki camiye de Ertuğrul Tekke Camii adını vermiştir.
Çetinoğlu: Barbaros Bulvarı’nın Beşiktaş meydanına yakın kısmında…
Bayram: Evet! Ayrıca Ertuğrul, donanmaya alınan ilk firkateynin adı olmuştur. Yeni doğan Şehzadesine Ertuğrul adını vermiştir. Nihayet o dönemde bestelenen mehter marşı ‘Ertuğrul ocağında uyandık’ diye başlamaktadır.
Elbette 2. Abdülhâmid Hân’ın Türkçülüğü bunlarla sınırlı değildir. Girişte söylediğim tarih ve dil alanındaki eserler de bu dönemde vücuda getirilmiştir. Aynı zamanda kurduğu bütün modern eğitim kurumlarının öğretim dili Türkçedir. Böylece artık Türkçe, önceki dönemlerin anlayışının aksine bir yandan şiir ve edebiyat, diğer yandan ilim ve eğitim dili olarak büyük gelişme göstermiştir.
2. Meşrutiyet öncesi ve hatta sonrası tarihten seçilen bir diğer kahraman Yavuz Sultan Selim’dir. Namık Kemal’in ‘Yavuz Sultan Selim’ isimli eserinden sonra Selim Han da kitlelere geçmişten gösterilen önemli bir hatıradır. Çünkü Yavuz’un kısa saltanatına sığdırdığı önemli işleri vardır. Devletin doğu sınırını emniyete almış ve batıya yürüyüşün önünü açmıştır. Hilâfeti Osmanlı’ya getirmiştir. O halde İslamcılık ve Hilâfet siyasetini önemli bir akide olarak kabul eden bir idare Yavuz’u ihmal edemezdi. Birinci Cihan Harbi öncesi Almanlardan alınan zırhlıya Yavuz adı verilmesi de, Türbeler menkıbesinde 2. Abdülhâmid’in rüyasında Yavuz atasını görmesi de bu mânadadır.
Çetinoğlu: Türkçü fikir adamlarının çalışmalarının çalışmaları da bu dönemde etkili oldu.
Bayram: 1904 yılında Ali Kemal’in Başyazarı olduğu ve Kahire’de yayımlanan Türk Gazetesi’nde Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı makalesi yayımlandı. Makalede, o zamana kadar Osmanlı’da tatbik olunan Osmanlıcık ve İslamcılık akideleri ile Türkçülükten bahsedilerek, bunların hangisinin insanlığın, Osmanlı’nın, Müslümanlığın ve Türklüğün menfaatine olduğu sorusunun cevabı aranmaktadır. Osmanlıcılığın ve İslamcılığın bir devlet siyaseti olduğu ve uygulandığını, Türkçülüğün henüz ilim ve edebiyat sınırlarını aşmadığını, ırka dayalı bir millet fikrinin henüz Osmanlı münevverinde bulunmadığını ifade etmektedir. Akçura, Osmanlıcılığın muvaffakiyetinin, hem Devlet’in, hem Müslümanların, hem de Türklerin menfaatine uygun olacağını, ancak bunun özelikle dış sebepler ve bunun dâhildeki gayrimüslim unsurlarda başlayan Türk düşmanlığı ve milliyetçilik sebebiyle mümkün olamayacağını ifade etmektedir.
Akçura, İslamcılığın Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslimlerin kaybına sebep olacağı için Osmanlı’nın ve Türklüğün aleyhine; Türkçülüğün de Devlet’in Türk olan ve olmayan şeklinde bölünmesine sebep olacağı için, Müslümanlar arasına nifak sokulacağından Devlet’in zayıflaması neticesini doğuracağı için; hem Devlet’in, hem Müslümanların ve hem de Türklerin aleyhine olacağını belirtmektedir.
Akçura esas olarak; ‘Osmanlı Devletinin menfaati, bütün Müslümanların ve Türklerin menfaatlerine aykırı değildir. Zira tebaası olan Müslümanlar ve Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslümanlar ve Türkler de kuvvetli bir destek bulmuş olurlar.’ demek suretiyle, bu üç siyasî akideyi Osmanlı Devleti’nin bekası ve güçlenmesi maksadıyla incelemek arzusundadır.
Dolayısıyla, Üç Tarz-ı Siyaset’ten tercih edilecek akide, Osmanlı Devleti’ni güçlü kılma hedefini gütmelidir. Akçura İslamcılık siyasetinin başarısını, sadece içeride birliğin sağlanması olarak değil, dışarıda da İslâm Birliği’ni sağlamak olarak ele aldığından ve Müslümanların önemli kısmının başka devletlerin hâkimiyetinde bulunmaları sebebiyle güçlüğünü ifade etmektedir. Ancak bu güçlük Türk Birliği için de mevcuttur. Ayrıca toplumda kuvvetli bir dinî hassasiyet olduğu halde; hem cihan devleti bünyesindeki, hem de dışarıdaki Türklerde henüz bir milliyet şuuru mevcut değildir. Bu hal de bu akidenin başarısını etkilemektedir.
Akçura, kısaca iki akidenin fayda ve başarısı hakkında şunları söylemektedir:
‘Hiç korkmadan tekrar olunabilir ki, İslâm henüz pek güçlüdür. Bunun üzerine tevhid-i İslâm siyâsetinin tatbikinde, dahilî mâniler az güçlük ile katlanılabilecek surettedir. Lâkin haricî mâniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslâm Devletlerinin hepsi Hıristiyan devletlerinin nüfuzu altındadır. Elbette bu ülkeler, manevî bir vasıta ile tebaasının başka bir merkeze bağlanmasını, kendileri bakımından mahzurlu görürler ve zamanımızda en kuvvetli İslâm devleti olan Osmanlı Devleti’nin bile ciddî bir surette İslâm Birliği siyâsetini tatbike kakışmasına, belki de muvaffakiyetle, karşı koyarlar. Türk Birliği siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Tük olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim Unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecek ve henüz hiç benimsememiş unsurlarda Türkleştirilebilecekti.
Lâkin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, âdetleri ve hattâ ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmiyle Avrupa’nın şarkına yayılmış bulunan Türklerin birleşmesine ve böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyâsî milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı.
...Türkleri birleştirmek siyâsetinin tatbikindeki dahilî müşkülat İslâm siyâsetine nazaran ziyâdedir. Her ne kadar garbın tesiriyle Türkler arasına milliyet fikirleri girmeye başlanmış ise de, bu vaka henüz pek yenidir. Türklük fikirleri, Türk edebiyatı, Türkleri birleştirmek hayali henüz yeni doğmuş bir çocuktur. İslâmiyet’te gördüğümüz o kuvvetli teşkilâttan, o pür hayat ve pür heyecan hissiyattan, hülâsa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiçbirisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar.’
Neticede Akçura; ‘Osmanlı milleti oluşturulması Osmanlı Devleti için faydalara sahipse de, gayri kabil-i tatbiktir. Müslümanların veya Türklerin birleşmesine dönük siyâsetler, Osmanlı Devleti hakkında eşit denebilecek menfaat ve mahzurlar ihtiva etmektedir.’ demek suretiyle İslamcılıktan ve Türkçülükten bir diğerini tercih edememektedir. Burada, Akçura’nın Osmanlı aydınından beklediği önemli husus; Türk’ü sadece Osmanlı Cihan Devleti tebaasından ibaret görmeyip, Osmanlı dışındakilerin de Türk camiasına dâhil edilmesidir.
Esasen Türklerin hepsi Müslüman olduğu için İslâm Birliği, Türk Birliğini de tesis edecektir.
Makale sonunda, yayımlandığı gazetenin adının ‘Türk’ olduğundan bahisle, bu siyasetlerden neyi tercih ettiği sorusunu ortaya atmaktadır. Dolayısıyla Başyazar Ali Kemal, ona ‘Cevabımız’ yazısıyla mukabele etmiştir. Bu iki yazı ardından da daha sonra Türk Ocaklarında beraber olacağı ve Mehmed Emin’den sonra da Türk Ocakları Reisi görevini üstlenen Ahmed Ferid de gazeteye ‘Bir Mektup’ göndererek fikirlerini beyan etmiştir.
Ali Kemal, Osmanlıcık ve İslamcılığın bir siyaset olarak takip edilmediğini belirterek, makaleye bütünüyle muhalefet etmektedir. Ancak Ahmed Ferid’in ‘Bir Mektub’u hem Ali Kemal’e cevap vermesi, bazı noktalarda Akçura’yı desteklemesi; hem de Osmanlı aydını olarak, hatta Akçura’nın arkadaşı olarak, ona itiraz etmesi bakımından dikkate değerdir.
Çetinoğlu: Ahmed Ferid (Tek) hem Türk Ocakları’nın kurucularından ve ilk başkanlarından biri, hem de Türk milliyetçiliği fikriyatının önemli isimlerinden biri. Görüşleri, Osmanlı münevverlerinin ekseriyetinin görüşleri ile örtüşüyor. O’nun düşüncelerini de özet hâlinde okuyucuya aktaralım mı?
Bayram: Ahmed Ferid’in görüşleri Osmanlı Türk’ü ile diğer bölge Türklerinin anlayış farkını da tebarüz ettiriyor. ‘Bir mektup’ başlıklı yazısında şöyle diyor:
‘Makale yazarı, Osmanlı menfaatleri nokta-i nazarından ittihaz ve takibi mümkün üç siyâsî yolu açıkladıktan ve ayrıntılarıyla anlattıktan sonra, içlerinden bir tanesini, ‘Osmanlı milliyeti’ siyâsetini, bugün tatbiki gayr-i mümkün, yalnız o kadar da değil, hattâ ihyâsı kabil değil diye bir tarafa atıyor.
Geri kalan ikisini: İslâm ittihadı ve Türk ittihadı siyâsetlerini, birçok dahilî ve haricî mânileri saymakla beraber, ayni imkân ve menfaat derecesinde buluyor.
Âcizane fikrimce, muharririn bu hükümleri isabetli değildir. Makale sahibi mantığın kesinliği içgüdüsüyle bu hataya düşmüştür. Bizce İslâm ittihadı siyâseti, gerçeğe ulaşması mümkün olmayan, geleceği güçsüz, fakat hâl-i hazırda tatbiki kabil ve faydası düşünülebilen bir siyâsettir. Türklerin ittihadı siyâseti gelecekte daha kuvvetli, daha talihli, fakat bugün hemen gayr-i mevcuttur. Mevcut olmayan şeyden istifade edilemez. Osmanlı milliyeti siyâseti, bunların aksine olarak, gelecekte pek parlak neticeler vaad etmese de, günümüzde en kolay izlenebilir, en ziyâde faydalı bir siyâsettir.
Münakaşalarımızın mevzuunu teşkil eden milletlerin hepsi el’an yarı medenîdir, denebilir. Bunların dimağlarının en sağlam noktasını, fikrî ve manevî mevcudiyetlerinin en faal ve canlı kısmını din işgal eder. Binaenaleyh bugün Müslümanlar arası dinî siyâset her türlü siyâsetten daha kuvvetli olmak mazhariyetindedir. Günümüzde birçok münevver İslâmlara rastlanıyor ki, İslâm ittihadı fikir ve emelini pek büyük bir lezzetle tahayyül ve tasavvur etmektedirler. Bu sebebten, İslâm siyâsetinin oldukça kuvvetli tekemmül zeminine mâlik olduğunu iddia etmek, hatâ olmaz. Dikkat buyurulsun: İslâm ittihadının icrası mümkündür, demiyoruz. Belki, hiç de kabil olmayacağına kaniiz. Zaten, hayâli gayeye ulaşmak kabil midir? Makale muharririnin etraflıca anlattığı bütün mâniler bu siyâseti bugün gerçekleşemez yaptığı gibi, siyâsî işlerde milliyet fikrinin dinî inançlara üstünlüğü belki gelecekte dinî siyâsetin bütün unutulmasını icap ettirecektir. Fakat bu böyle olmakla, Osmanlı hükümetinin siyâsî mevcudiyetine bir destek olmak üzere, İslâmiyet’in kuvvetinden istifade etmemesi icap eylemez. Hattâ İslâm’ın manevî rabıtalarını muhtelif vasıtalarla çoğaltmaktan pek büyük faydalar umulur. İşte bu sebebledir ki, Osmanlı Devleti, İslâm siyâsetine, İslâm birliği siyâsetine ehemmiyet vermelidir.
Türk siyâseti gelecekte, İslâm siyâsetinden daha kuvvetli olmak ihtimâlini hâizdir. Türkler hemen bir diğerine bağlı olarak, 30-35 milyonluk büyük bir kavim teşkil etmektedirler. Rusya’nın ülke büyüklüğüne karşılık, siyâset erbabınca malûm olan siyâsî ve içtimaî zaafı düşünülürse uzak bir istikbalde büyük bir Türk hükümeti tasavvur etmek, belki sırf bir hayal olmaz.
Günümüz medeniyeti, emelindeki gaye olmak üzere iddia ettiği ‘İnsaniyet’ devresine bugünkü ağır gidişle yürümekle devam ederse, belki böyle bir Türk İmparatorluğu meydana gelir. Mamafih bu siyâsetin esasını, ruhunu teşkil edecek manevî bağlılıklar, tâbir caiz ise, elektrik bağı henüz teessüs etmediğinden, bugün buna istinaden hiçbir şey yapılamaz. Sırf tetkik ve tetebbu alanına inhisar eden bu siyâseti Osmanlı Devleti hedef ittihaz etmiş görünemez, çünkü hiçbir fayda umulmaz.
Osmanlı siyâseti, işte Devlet-i Âliye’nin şimdiye kadar en ehemmiyetle takip ettiği bu politikadır ki, yukarıda bahsi geçen üç siyâsetten en esaslı ve icrası en kolay olanıdır. Öbür siyâsetler, Osmanlı Devletine hayat mücadelesinde ancak birer destek, birer yardımcı, birer savaş yardımcısı olabilirler. Osmanlı siyâseti, bilâkis, Osmanlı Devleti’nin en kuvvetli zırhı, en büyük savunma silâhı, en doğru hedefidir. Üç siyâset muharririni bu hususta yanlış hüküm vermeğe sevkeden şey, adı geçen hakikatten, maddî gerçekten ziyâde, mantıkî ve felsefî katiyetle uğraşmasıdır. Mantık hükümleri, kat’î ve nihaî olarak verir. Fakat hayat, karmakarışık içtimaî hayat, bazen, bazen değil ekseriya bu hükümlere âsi kalır.
Evet; ‘Üç Tarz-ı Siyâset’ muharririnin dediği pek doğrudur. Osmanlı ülkelerini, bulundukları hurutları muhafaza etmek, bu hudutlar dâhilindeki ahaliyi tekmil Osmanlı, Türk yapmak kabil değil, belki imkânsızdır.
Fakat siyasiyat fiiliyattır. Binaenaleyh bunda katiyet, mükemmeliyet, tamamlık aranamaz. Türkiye tekmil hudutlarını, tekmil tebaasını muhafaza edemeyecek, geri kalan tebaanın hepsini Türk yapamayacak, farz edelim. Ne zararı var? Ne olursa olsun, oldukça kuvvetli, el’an yaşayan bir millet var ya. İşte onun hayat ve faaliyeti pahasına muhafaza ve müdafaa edeceği hudut Osmanlı ülkeleri, onun imkân dairesinde temsil edeceği ahali Osmanlı Milleti’dir. Biz, tekmil elimizdekini müdafaa ve temsile, Osmanlı siyâsetini takibe fikirlerimizi hasreyleriz. Muvaffak olduğumuz kadarı bize kalır, kalmayanı gider, kaderin hükmü veya tabiat kanunun zorlaması deriz, kaybetmekliğimiz muhakkak olan şeylerden başka hiçbir şey kaybetmeyiz, fakat kazanabilirsek ancak bu yolda, bu meslekte kazanırız.
İşte bu sebeblerden dolayı fikrimce, Devletimizin en birinci hedefi; Tanzimatın, Hatt-ı Hümâyûnların, Kanun-u Esasinin maksatları, merhum Sultan Abdülmecid’in, Reşit, Âlî, Fuat ve Mithat’ların emellerinin gayesi olan Osmanlı siyâsetini takip etmek olmalıdır. Millî mevcudiyetimizin asıl koruyucusu budur. İslâm âlemi şu esnada gittikçe uyanmakta, iktidar ve hayat kazanmaktadır. Hilâfet vasıta ve rabıtasıyla bu kuvveti hükümetimize, içtimaî topluluğumuza bir istinatgah yapmağa çalışmak, tedbirli şekilde, hükümet iktidarı hududunu tecavüz etmeyerek, İslâm’ın tevhidi şaşaalı adı altında İslâmiyet’i Osmanlı menfaatlerine yardımcı etmek hiç yararsız değil, bilâkis pek faydalıdır. Tük siyâseti bugün mevcut değildir; fakat Osmanlı siyâseti millî mevcudiyetimizi muhafaza ederse, belki gelecekte İslâm birliği siyâsetinin gözden kaybolduğu zaman bize bir yardımcı olur. Bilmem siyâsî işlerde, fırsatları değerlendirmekten (oportünist)likten daha doğru, daha faydalı bir yol var mıdır?’
Bilâhare Türk milliyetçiliği mefkûresinin teşkilâtı olan Türk Ocaklarının Reisliğine gelecek olan Ahmed Ferid’in bu görüşleri, Osmanlı aydını için milliyetçiliğin bir tercih değil, hadiselerin sevk ettiği bir zaruret olduğunun açık ve hiçbir farklı mülâhazaya imkân vermeyecek kadar kesin ifadesidir.
(Devam edecek)