Sevr’i kabul ettirmek istiyen dış güçler ve yerli işbirlikçileri, her yolu denemelerine rağmen amaçlarını gerçekleştirememişlerse de son senelerde yaygın olarak hayatımıza giren “ötekileştirme virüsü” ve terör nedeniyle birlik ve beraberliğimiz yara almış ve toplumsal kesimler arasına giren nifak, duygusal kopuşa zemin yaratmıştır. Sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi nedenlerin de etkisiyle insanlar aidiyetlerini mikro ölçekli etnik, dinsel, mezhepsel, yöresel noktalarda aramaya başladığından “millet” kimliğimiz erozyona uğramakta, farklılklara kuşkuyla bakılmaktadır.
Bu tutum, günlük hayatımıza da yansımakta örgütsel terörün yanında, bireysel çatışma ve şiddeti de beslemektedir. Sinemada filmin kötü adam karakterini bile yuhlayan insanımız, sokakta göz önünde işlenen kavga, dövüş, şiddet ve cinayetlere tereddütle bakmakta, her gün gelen şehit cenazelerini kanıksamış görünmektedir.
Osmanlı’nın millet olamayışının ihaneti ve dağılmayı kolaylaştıran önemli bir etken olduğunu yaşayarak gören Cumhuriyetin kurucuları, Türk toplumunda birlik ve beraberliği tesis ederek ortak bir kimlik kazandırmayı amaçlamışlar ve başarılı da olmuşlardır.
Fakat zaman geçtikçe “oy” uğruna, etnik, dini, mezhepsel, bölgesel ve siyasi farklılıklar sürekli kaşınarak, CUMHURİYET’in kuruluş değerlerine, ATATÜRK ilke ve inkılaplarına, TÜRK’lüğe yapılan ihanetlere göz yumularak toplumun ayrışmasına zemin yaratılmış, bir anlamda kutuplaşma teşvik edilmiştir. Masum bir dayanışmanın tezahürü gibi başlayan hemşehricilik, bölgecilik, mezhepçilik gibi mikro milliyetçi ve inanç temelli düşünce ve tavırlar, iç dinamiklerin yanında dış güçlerin de desteğiyle yıkıcı ve bölücü bir tehdit haline dönüşmüştür.
Alnı secdeye varıyor diye niteledikleri cemaat ve tarikat mensuplarına ne istedilerse verilirken, kendinden olmayanları tasfiye ederek toplumu ötekileştirmeye giden yolun taşları döşenmiştir.
Sonuçta, 15 Temmuz darbe girişimiyle, FETÖ’cülerle ortaklık ederek anayasal kurumların ele geçirilmesine göz yummanın nelere yol açtığı bir kez daha görülmüştür. Endişe verici bu tablo, farklılıklarımızın düşmanlaştıcı değil  zenginlik olduğunu, liyakatin, adaletin, hukukun, demokrasinin önemini, müştereklerimizin değerini öne çıkardı.
Geçmişte kimsenin dini inancı, mezhebi, etnik kökeni,  nereli olduğu bu kadar sorgulanmazken günümüzde neredeyse temel kriter gibi görülmeye başlamıştır. 1984’ten beri bölücü PKK ve aşırı sol terör eylemlerinin sürerken, şimdi de IŞİD ve FETÖ’cüler toplumsal barışın temellerine dinamit koymaktadırlar.
Orta Asya’dan başlayan büyük göçlerle kitleler halinde Anadolu’ya gelen Türkler, daha sonra Batıya ilerleyerek çeşitli milletlerle tanışmış ve ortak bir toplumsal yapı oluşmuştur. Osmanlının toprak kayıplarıyla Balkanlar’dan, Kafkaslardan, Ortadoğudan çeşitli sebeplerle ülkemize gelen insanlara ev sahipliği yapan yurdumuz bir çok farklı ırki, etnik ve dinsel grubu ve kültürü bir potada kaynaştırarak 1000 yıldır bu topraklarda varlığını sürdürebilmiştir. Özellikle son iki yüzyılda yaşanan savaşların yanında Birinci Dünya Savaşının sebep ve sonuçlarıyla Kurtuluş savaşının anlam ve önemini, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan isyanları çok iyi değerlendirip idrak edebilen ve kıymetini bilen insanlara ihtiyacımız her zamankinden çok.
Bir arada yaşama arzusunu teşvik etmek için, toplumun çimentosu olması gereken değerleri kaybetmemek, kişi hak ve özgürlüklerine geliştirmek, evrensel hukuk kurallarının üstünlüğünü, bağımsız yargı ve adaletin işleyişini hızlandırmak ve empati yapabilmek gerekir.
Bu nedenle bize düşen, siyaset-tarikat/cemaat-menfaat çemberini kullanarak devletin kılcal damarlarına kadar tüm bürokratik kadrolarına sızan unsurların temizlenmesi ve liyakat esas alınarak, laik, demokratik, aydın, evrensel hukuka saygılı, Cumhuriyetin kuruluş değerlerine bağlı, milli nitelikleri olan insanları işbaşına getirmeyi başarmak olmalıdır.