MEVLÂNÂ UZMANI SENAİL ÖZKAN ANLATIYOR.

Oğuz Çetinoğlu: Mevlânâ Hazretleri, ‘sevgi’yi ‘aşk’ kıvamını özümseyen bir insandı. Dünya görüşü nasıldı?

Senail Özkan: Mevlânâ nezdinde birbirinden farklı iki dünya vardır. Bunlardan biri zâhirî* dünya ki bu duyularla algıladığımız fenomenler*dünyasıdır. Bu dünya hayâl ve vehimden ibârettir. Zaman ve mekânla kayıtlı bu fenomenler dünyası fânidir ve insan bu dünyayı bir gün terk etmek durumundadır. Zâhirî dünya geçici olduğu için ancak itibarî bir değere sâhiptir. Görünür dünya aklın ve zekânın dünyasıdır. Bir de batınî* âlem vardır ki bu kalbin dünyasıdır; aklın batınî âlemi anlaması imkânsız görünüyor. Daha çok kalbin iç mekânlarına akseden bu transandantal* âlemi duyularla algılamamız mümkün değildir. Onu ancak gönül gözüyle ve mükâşefe* yoluyla idrak edebiliriz. 

Çetinoğlu: ‘Zâhirî âlem’ kavramını nasıl yorumluyorsunuz?

Özkan: Zâhirî âlem aklın dünyasıdır; akıl, gün boyu bu renkli dünya ile oyalanır, fakat akşam olunca bütün bu görüntüleri renkli ve korkutucu maskeler gibi çıkarıp bir tarafa bırakmak ve kendi hakîkatine dönmek durumundadır. Eğlence esnasında maskeler işe yarar yahut satranç oyununda figürler gereklidir; fakat oyun sonunda bu maskeler, bu figürler, bu renkli görüntüler yâni kozalitenin* dünyası zaman ve mekân işe yaramaz olur. 

Çetinoğlu: Neden?

Özkan: İşe yaramaz olur, çünkü transandantal bir çekirdeğe sâhip olan insan, ruh dünyasıyla zaman ve mekânın ötesindedir. İnsan özü, cevheri itibâriyle batınî dünyaya aittir. Felsefî terminolojiyle söyleyecek olursak, insan cevheri itibâriyle transandantal âleme ait bir existenz’e* sâhiptir. Transandantal âlem bir senfonidir; onu ancak bütünüyle varlığımıza doldurduğumuzda, bütün mevcudiyetimizle hissettiğimizde daha doğrusu varlığımızı onun içinde erittiğimizde duyabiliriz. Transandantal dünyayı algılamak isteyen insanın bütün duyularından sıyrılması ve saf soyut bir varlık hâline gelmesi gerekmektedir.  Meister Eckhart*, ‘Allah’ı temaşa etmek isteyenin kör olması şarttır’ der. 

Mevlânâ fâni dünyayı geçici bir hayâl olarak görür. Bu dünyanın bütün gerçekliği bir gölge mesâbesindedir. Mevlânâ, ‘Biz bir hiçiz, tıpkı gölgeler gibi’ diyor. Bu gölgelere kimin sebep olduğu ortadadır. Mesnevî’nin başka bir yerinde Mevlânâ aslî ve fâni varlık arasındaki tezadı ve bu arada bizim pozisyonumuzu şöyle bir metaforla* ortaya koymaktadır:

Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen.

Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun!…

Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz 

Asıl varlık zaman ve mekânın ardında tecelli etmektedir. Bizim âli varlığımız, cevherimiz batınî dünyadadır. Bu dünyadaki varlığımız zayıf bir gölgedir.

Haddi, hududu olmayanın yanında mahdut olan şey, yok demektir. Tanrı'dan başka her şey fânidir.

Haddi, hududu olmıyanın yanında mahdut olan şey, yok demektir. Tanrı'dan başka her şey fanidir.

Onun bulunduğu yerde ne küfür var, ne iman. Çünkü o içtir, küfürle imansa deri.

Bu yokluklar, yüze perdedir. O, leğen altında gizli ışığa benzer.

Hulâsa bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş gibidir, bir işe yaramaz.  

 İmdi güneşe karşı gölgenin bir varlık iddiasında bulunması mümkün müdür? Gerçek ve ebedî olan güneştir, gölge ise bir illüzyon. Dolaysıyla, aslında iki varlıktan söz etmek bile doğru değildir. Çünkü varolan güneştir, gölgelerse güneşin sebep olduğu soluk görüntüler. 

Çetinoğlu: Mevlânâ, akıl ile aşkın varoluş gerçekliklerini ve mertebelerini nasıl kıyaslıyor?

Özkan: Akıl ve zekâyı sat da hayranlığı satın al; akıl ve zekâ zandır; hayranlıksa bakış ve görüştür. 

Akıl, Tanrı gölgesidir; Tanrı ise, güneş. Hiç gölge güneşe dayanabilir mi? 

Çetinoğlu: Bu sözlerden, Mevlânâ’nın aklı kabul etmediği mânâsı çıkaranlar olabilir mi? 

Özkan: Mevlânâ’nın akıl konusunda yukarıda söyledikleri okuyan, O’nun akıl düşmanı olduğunu ve aklı hiçbir işe yaramaz bir şey, hatta bir düşman olarak gördüğünü zannedebilir. Bu pek yanıltıcı bir düşüncedir. O, hiçbir zaman aklın işe yaramadığını söylemiyor; tam aksine akılla metafiziğin kavranamayacağını vurguluyor. Mevlânâ diyor ki: Bu bahisler buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhura gelirse gizlenmesi gerektir.

Söylersen de faydasız. Yüz binlerce cehdetsen* de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz.

At ve üzengi, deniz kıyısına kadar gider. Ondan sonra sana tahtadan bir at gerek. 

Demek oluyor ki akıl, dünyayı anlama ve yorumlama konusunda iyi bir enstrümandır; ancak aşk bahsine gelince işi zorlaşmaktadır 

Çetinoğlu: Mevlânâ aşk için ne diyor?

Özkan: Âşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim, asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.

Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmiyen aşk daha aydındır.

Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır!

Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, âşıklığı yine aşk şerhetti. 

Akıl, zaman ve mekânın ötesine geçemiyor; çünkü orada sır başlıyor. Akıl bu sırra eremiyor; oysa transandantal varlığımızın kökleri o âleme uzanmaktadır. Mevlânâ, Mesnevi’nin birçok yerinde akıl ile aşkı karşı karşıya getirir ve aklın metafizik sırları çözmede gösterdiği aczi vurgular. Her defasında akla yeni dersler verir, önündeki tehlikelere işâret eder ve onu sürekli aşkla karşılaştırır.

Çetinoğlu: Ne der?

Özkan: Şöyle der: 

-Aşk kasırgasına karşı akıl, bir sivrisinekcik; orda mecal mi var akıllara?  

-Aşk, geceleri gönüllerde tek başına gezen bir hırsızdır. Yalnız aklı çalar, tek olarak onu yağmalar gider.  

-Akıl ve zekâ denizde yüzgeç olmaya benzer; bundan az insan kurtulur; en sonunda bir gün gelir, yüzgeç batar gider.

Çetinoğlu:  Peki, Mevlânâ’ya göre aşk nedir? 

Özkan: Bu soruyu defaatle soran Mevlânâ, şaşırtıcı bir şekilde existansiyalist* filozoflara has bir cevap verir: 

Yokluk deryası! Aklın ayağı, orada kırıktır! 

Çetinoğlu: Neden yokluk deryâsı?

Özkan: Evet, Mevlânâ’ya göre aşk bir yokluk deryasıdır, bir ateş denizidir; çünkü sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar, yok eder. Aşk; negasyonun* negasyonu, nefyin* nefyidir. Bütün varlık âlemi aşkın yakıp kül ettiği bir cüruftur; hatta cüruf bile değildir. Geriye kalan sadece ‘yokluk deryası’dır; zamandan ve mekândan münezzeh olan ve ‘İllâ’ ile varlığı mutlaklık kazanan Tanrı’dır. Gelgelelim, negasyonun negasyonu mârifetiyle Hiç’in Küllî Varlık kesbettiği bu alana 

aklın girmesi mümkün görünmüyor. 

Çetinoğlu: Neden görünmüyor?

Özkan: Görünmüyor çünkü aklın ayağı, orada kırıktır! Aklın nüfuz edemediği bu transandantal alanın sırlarını ancak aşk bilir; çünkü Aşk, Tanrı sırlarının usturlabıdır*.  

-Âlem evi, karanlıksa aşk, tam altmış tane pencere açar o eve.  

-Aşk, engel tanımayan bir güçtür; sevgiliyle arasında perde olsun istemez. 

-Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır. 

-Aşk, dağı kum gibi ezer, eritir.

-Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar.

-Aşk, sebepsiz yeryüzünü titretir.  

Ve nihayet 

-Aşk, ayı gizleyen bulutu yakan bir yıldırım değil midir?   Ebedî güzellikle arasına giren bütün perdeleri yakan bir yıldırım…

AÇIKLAMALAR: 

zâhirî: Görünen

fenomenler: Somut, beş duyu ile varlığı anlaşılabilir varlıklar. 

batınî: Görünmeyen, içe ait, sır ve gizlilikle alâkalı. 

transandantal: Deneyüstü, deneme yolu ile bulunamayan.

mükâşefe: Perdeyi kaldırmak, meydana çıkarmak, açık ve görünür hâle getirmek. 

kozalite: Etkileşim, sonuç-sebep ilişkisi.

existenz: Mevcudiyet

metafor: Bir şeyi başka şey ile benzetmeye, kıyaslamaya, anlatmaya yarayan mecazlar.

Meister Eckhart: 1260-1328 yılları arasında yaşamış Alman ilâhiyatçı ve filozoftur. Hayatının sonlarına doğru Papa 22. Yuhannes tarafından sapkınlıkla suçlandı. Eckhart ya hatâ ettiğini kabul ettiği veya yazılarının arkasındaki mantığı açıkladığı için yakılmamış ancak mahkemesi sonuçlanmadan ölmüştür.

cehdetmek: Olanca gücüyle, bütün gücüyle çalışmak ve gayret etmek. 

existansiyalist: Varoluşçuluk. Fertlerin tecrübesini ve bu tecrübenin insan tabiatını anlamanın temeli olarak gören bir felsefe akımıdır.

negasyon: Olumsuzluk.

nefy:Nefiy’ olarak da kullanılır. İnkâr etme, olumsuzluk.

usturlab: 800’lü 900’lü yıllarda astronomi problemlerini çözmek, gök cisimlerini veya herhangi bir dağın-tepenin yüksekliğini ölçmek, gündüz ve gece saatlerini belirlemek, şehirlerin enlem ve boylamlarına göre kıble yönünü belirlemek, tablolar çıkarmak gibi teorik ve pratik birçok maksatla kullanılan astronomi âleti. Mûcidi; Abbasi dönemi astronomi âlimlerinden Ebu’l- İshak el Fezârî’dir.  

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ HAZRETLERİ (1207-1273)

Bütün dünyada aşkın, sabrın ve hoşgörünün sembolü olan Mevlânâ, tasavvufu ileri bir noktaya götürmüş, dansı, müziği, şiiri dinî törenlere dâhil ederek İslâm rönesansını gerçekleştirmiştir.

Günümüzde Afganistan sınırları içerisinde bulunan Belh şehrinde dünyaya geldi. Yaşadığı dönemde Anadolu’ya Diyârı-ı Rum denildiği için Rûmî mahlası, zaman içinde de kendisine duyulan büyük saygının ifadesi olarak ‘Efendimiz’ mânâsına gelen ‘Mevlânâ’ adı ile anıldı.

Dönemin kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan, Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan din bilgini ve hukukçu Bahaeddin Veled‘in oğluydu.

Bahaeddin Veled, ailesi ve müritleriyle birlikte şehirden 1212-1213'de ayrıldıktan sonra Hacca gitmeye niyet ederek Nişabur’a sonra Bağdat’a,  ve Kûfe yoluyla Mekke’ye gitti. Hac dönüşü, Şam üzerinden Anadolu’ya geçerek Erzincan, Akşehir, Larende’de (günümüzde Karaman) konakladı. 

3 Mayıs 1228 târihinde Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat’ın ısrarlarıyla Bahaeddin Veled ve Mevlânâ Selçukluların başkenti Konya’ya yerleştiler.  Bahaeddin Veled, 24 Şubat 1231 târihinde ardında ona yürekten bağlı binlerce müridini ve ‘Maarif’ adlı eserini bırakarak hayata gözlerini yumdu. Müritlerinin ısrarlı ricaları ve sultanın emri üzerine Mevlânâ, ölümünden sonra Bahaeddin Veled’in yerine geçti. 

Mevlevilerin bir toplantısında kendilerine ait bir kitap bulunması ihtiyacı otaya çıkınca, Mesnevî’yi yazmaya başladı. İlk 18 beytini yazdığı kağıtları Çelebi'ye uzattı ve şunları söyledi: ‘Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim.’

Mesnevi’nin yazılması çalışmaları yıllar boyu sürecek ve Mesnevi, İslam âleminde Kur’an ve Hadis’ten sonra üzerinde en çok durulan eser olacaktı. Eser, 25.700 beyitin oluşturduğu 6 ciltlik bir çalışmayı kapsıyordu.

Tasavvuf öğretisini alâka çekici hik^Ğayeler aracılığıyla anlatan, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklayan Mesnevi tamamlandığında Mevlânâ, oldukça yaşlanmış ve yorgun düşmüştü. Cenazesine sadece Müslümanların değil, Hıristiyan ve Yahudilerin de katıldığı bilinmektedir.

Mevlânâ ölüm gününü kötü, ümitsizlik verici bir şey değil de yeniden doğuş olarak kabul etmekteydi, Çünkü öldüğünde sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Bu yüzden Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi mânâsına gelen ‘Şeb-i Arûs’ demişti. Konya’da her 17 Aralık gecesi ‘Şeb-i Arus / Düğün Gecesi’ törenleri yapılmaktadır.  olarak kutlanmaktadır.

ESERLERİ:

1-Mesnevi; 2-Divan-ı Kebir, 3-Fih-i Ma Fih, 4-Mektubat, 5-Mecalis-i Seb’a

SÖZLERİNDEN SEÇMELER:

*Suyun susuzu kandırması gibi, doğru söz de kalbe temizlik getirir.

*Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşır.

*İyi dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur.

*Bir mum diğer mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.

*Bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyakat görmedim.

*İçteki kiri su değil ancak gözyaşı temizler.

* Fikir ona derler ki bir yol açsın, ona derler ki bir gerçeğe ulaşsın. .

*Duâ ve ibâdet Allah ile olmaktır, Allah ile olan kimse için ölüm de ömür de hoştur.

*Sopayla kilime vuran kilimi dövmez, tozlarını silkeler.

*Başkalarına imrenme, çok kimseler vardır ki senin hayatına imrenirler.

*Cahil olanların merhameti ve lütfu azdır.

*Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.

*Her kanat denizi aşamaz.

*Hiç kimsenin bakmadığı yönden bak dünyaya.

*İnsana aradığı şeye bakılarak değer biçilir.

*İnsanın kanadı, gayretidir.

*Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar.

*Kimseden sana kötülük gelmesini istemiyorsan fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma.

*Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma.

*Muhabbet ve merhamet insanlığın, hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır.

*Su ateşe galiptir, ancak bir kaba girerse ateş suyu kaynatır, yok eder.

SENAİL ÖZKAN:

1955 yılında Gümüşhane’de doğdu. 1974 yılında başladığı Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği bölümünden 1978’de ayrılarak Almanya’ya gitti. 1979-1985 yıllarında Bonn Üniversitesinde Felsefe, Alman Edebiyatı ve Sosyoloji okudu. Almanya’da ticâret ve tercümanlık yaptı. 1998 yılında Türkiye’ye döndü. Hâlen İstanbul’da ikamet etmekte, mütercim ve yazar olarak çalışmalarına devam etmektedir. 

Eserleri genel olarak Türk ve Alman felsefesini sentezlemektedir. 

Senail Özkan’ın Tamamı Ötüken Neşriyat A.Ş. tarafından yayınlanan eserlerinden bâzıları: 

Aşk ve Akıl / Doğu ve Batı: (Felsefe) 2006, Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks: 2006, Mevlana ve Goethe: (Felsefe) (2006),  Nietzsche Kaplan Sırtında Felsefe: (Felsefe) 2004, Söz Bir Yelpazedir: (Felsefe-Edebiyat) 2010. 

Tercümeleri: 1-Annemarie Schimmel’den tercüme: Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlana Celaleddin Rumi / Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve Eseri, 2-Annemarie Schimmel’den Tercüme: Muhammed İkbal / Peygamberane bir şair ve filozof. 3-Annemarie Schimmel’den Tercüme: Yunus Emre İle Yollarda 1999. 4-Annemarie Schimmel’denTercüme:  Şark Kedisi: 2009, 5-Johann Wolfgang von Goethe’den Tercüme: Doğu - Batı Divanı: 2009, 6-Joseph von Hammer’den Tercüme: İstanbul ve Boğaziçi 1. Cilt. Türk Tarih Kurumu. Ankara – 2011. 7-Katharina Mommsen’den Tercüme: Goethe ve İslam, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012.