Günler önce başımdan geçti bu olay. 'Yazsam mı, yazmasam mı?' diye düşünüp, durdum. Dayanamadım, yazdım. Keşke yazmasa mıydım?
Neden yazmayacağım? Kimden ve neden korkacağım? Zaten herkes her şeyi  bilmiyor mu? Biliyor, biliyor, ama insanoğlu işte; ne de güzel üç maymunu oynuyor!
İlginç bir şeye şahit oldum iki gün önce. Vatandaşın biri, metro istasyonunun birinin girişinde sinirli bir şekilde bağırıyordu. Diyordu ki; 'bu Türkiye Cumhuriyeti kimliğini cüzdanımda gurur ile taşıyamayacak mıyım? Nedir ulan bu? Paramız yok diye ölecek miyiz? Şu demir yığınına bile binemiyorum. Ne yapalım? Ne yiyip, ne içelim? Bu nasıl düzen, bu nasıl adalet? Utanıyorum kendimden! Utanıyorum ülkemden! Utanıyorum bu kimliği taşımaktan!'
Tüm bunlar olur iken; güvenlik görevlisi vatandaşı susturmaya ve turnikeden geçirmeye çalışıyor. Tabii, iş işten geçmiş. Ne gerek vardı yani tüm bu sözleri duymaya? Ne gerek vardı o vatandaşın yüzünü orada kızartmaya? Tüm bunların öncesi yanındaki turnikeden kartımı bastım, geçtim. O an güvenlik görevlisinin kulağına fısıldadığı şey; sanıyorum ki, geçiş için istemekti. Gudubet midir, nedir bilmediğim o güvenlik görevlisi ise kendini ne sanıyor ise artık, nasıl bir özgüvene sahip ise; 'şuradan dolduruyorsun, görmüyor musun?' diyordu. Ah, ne sinir bozucu bir cümledir bu!
Demek ki kartı ve cüzdanı en az senin o kalın kafan kadar boş! Ne çok seviyoruz böyle insanları ezmeyi, kırmayı, yıkmayı değil mi? Dayanamadım; turnikenin başına gittim. 'güvenlik görevlisinin gözünün içime bakıp; 'al ağabeyim, buyur bunun ile geç!' dedim,
Geçti sağ olsun. Sağ elim ile, kolumu sırtına dolayıp, elimi omzuna attım. Masmavi gözlerini kırmızı bir bulut halkası kaplamış. 'Dokunsan ağlar!' deyimi nerede ise o adamda vücut bulmuştu. O an içim bir burkuldu. Sistemine de, düzenine de, çarkına da, çomağına da diye dere tepe düz gittik beraber o adam ile tabir-i caiz ise!
Yürüyen merdivenlerden peron girişine indik. İnene dek, hâlâ sayıyor, ediyoruz. Elli beşli yaşlarda, tıknaz bir adam. 'Ne iş yapıyorsun ağabey?' dedim. 'Fabrikada çalışıyorum, Bayrampaşa'da.' dedi. 'Sen ne iş yapıyorsun?' dedi. 'Bende işçiyim!' dedim gurur ile! 'Hiç benzemiyorsun.' dedi buruk bir ses ile. 'Zihin işçiliği, fikir tüccarlığı, hayal tacirliği yapan, başkası kârı için zarar gören bir bireyim işte ağabey.' diye açıklık getirdim. 'Neyse!' der gibi başını salladı. Ve ellerini birleştirip, 'bu nasıl hâk, bu nasıl adalet?' diyerek perondaki banka oturduk. Adaletten dem vuruyordu? Nasıl vereyim cevabını bilemedim tabiî!
Dünya %1'lik bir zengin kısmının kirli parmakları etrafında dönüp, duruyor. Geri kalanı yarı aç, yarısı tok. Yarısı var ise, yarısı yok bir biçimde yaşayıp gidiyor. Tüm bunları görüyorlar, ses de etmiyorlar. Daha önce de pek birçok kez de söylediğim gibi; görmemek için bakmıyorlar. Resmen tümü birbirinden kaçıyorlar. Ne diyelim bilmiyorum, ama anlatmaktan dilimde tüy bitti!
Geçenlerde doğum yılımın içerisinde bulunduğu kısa bir geçmiş turu yaptım arşivlerde. Bundan bir yirmi küsür yıl öncesi. Çok merak ettiğimden olsa gerek, o zamanlar insanlar ne gibi şartlar içerisinde yaşıyordu acaba? Kulaktan dolma bilgiler dışında pek bir bilgiye sahip değildim. En çarpıcı olanı ise şu; yoksul ailelere kıyafet dağıtırlarmış. Ve dağıttıkları kıyafetlerin tümü aynıymış. Beş yüz metre öteden bakıldığında bile o insanların üzerindeki kıyafetlere bakınca 'yoksul aile' imajı yaratılmış. Çünkü bu kıyafetler toplu şekilde alınıp, dağıtıldığı için ihtiyaç sahibi tüm aileler aynı şeyi çocuklarına giydirmek zorunda kalıyormuş. Yani kısacası; bu iş bile baştan sağma yapılmış!
Günümüze gelelim; şuan tüm konjönktürlerde durum bu güne eşdeğer. Herkes yaptığı iyiliği anlatıyor. Yap bir zahmet! Yap! Bu yapmış haliniz ise, vay halimize; eyvah! Buna binaen pek de umutlu değilim bir on yıl sonraki düzenden! Bunları anlatmak ya da anlatmak zorunda kalmaktan nefret etsem de, bu tür şeylerin kaleme dökülmesine belirli etkenler var. Nedir onlar?
Geldiği yeri unutmayan, nereye gideceğini iyi bilen, çeşitli süzgeçlerden geçen genç bir birey olduğumu söylüyor çevremdeki birçok kişi. Evet, itiraf etmeliyim ki; çok sosyoekonomik ve sosyokültürel açıdan zengin bir aileden gelmiştim. Bu durumda iken, dibe de battık geçmiş tarihte. Tek başına büyüdüm, tek başına yaşadım. O zamanlar sonrası tüm çevremden sıyrıldığıma sebep olan şeyler oldu. Hiçbirinden pişman değilim. Bazı zamanlar yüze kapanan kapılar, yeni birer kapı aralamaya sebep oluyor.
Ondandır belki de, bu tür vatandaşları gördüğüm gibi içim içime sığmaz. Ne olur ise olsun, bir şeyler yapmaya çalışırım. 'Bunlar hep sana mı denk geliyor?' diyenler çıkıyor. Çok haklısın seni gidi akıllı! Fakat yukarıda da demiş idim ya; 'görmemek için bakmıyorlar!' diye. Evet, belki siz de bakmıyor, belki siz de görmüyorsunuz! Çünkü bakmak bile istemiyorsunuz. İçiniz rahat olsun. Hepinizin yerine bakıyorum. Her biri bana daha hayatta yaşayacak çok şeyim olduğunu öğretiyor. Tam da diyorum; 'daha ne göreceğim acaba?' diye.
İç sesim ise tıpkı şöyle diyor; 'daha ne gördün ki Güney? Dur bakalım!'