Bir yazarın dediği gibi: “Osmanlı’nın Meşrutiyet’e (Anayasal Düzen’e geçme) çabası da yabancıların baskısı altında yürürlüğe konulmuştur.”
Evet öyledir ama, onların gayesi ve bu değişiklikten beklentileri bambaşkaydı. Bunu ister görünürken; karışacak devletin başını yiyeceği, padişahı başından atacağı, Hilafet Makamı’nı yıkacağı ümidi idi. 
Asıl amaçları; sömürge ülkeleri  hâline getirdikleri İslâm ülkelerinde, Halifelik Makamı’nın nüfuzunu ortadan kaldırmak idi. Çünkü İstanbul’dan gelecek bir fetva; bütün ülkeyi, o sömürgeci devlet aleyhine çevirmesi işten bile değildi.
Bu niyetlerle Meşrutiyet’i desteklediler. Önceleri bu istekleri olmadıysa da, daha sonraki düzmece 31 Mart ayaklandırması ile sular bulandırıldı. O hengâmede II. Abdülhamit tahttan indirildi. Hilâfet Makamı’nı en üst düzeyde kullanan ve İslâm Âlemi’ni arkasına almayı büyük bir maharetle başarmasını bilen II.Abdülhamit engeli böylece önlerinden kaldırılmış oldu. Sonunda muratlarına erdiler.
Hatâlarını anlayan Jön Türkler pişman oldularsa da, artık atı alan Üsküdar’ı geçmişti.  Olan olmuştu bir kere, devlet âdeta başsız ve sahipsiz bırakılmıştı.
Bu madalyonun bir tarafı, diğer tarafı ise her şeye rağmen Meşrutiyet’in ilân edilmesiydi. Ki bu elbette takdîre şâyân, tebcîle lâyık, övgüye değer bir sonuçtu. Yabancı devletlerin menfî niyetleri, Osmanlı Aydını’nın güzel hedefinin gerçekleşmesini önliyemedi. Bu şuna benzer. 
Siz bir define çıkarmak için bir yeri kazdığınızı düşünün. Biri, pisliğini saklamak için, kazma işine yardım etse; onun niyeti sizin sonuç almanıza bir engel teşkil eder mi? Elbette etmez. Neticede beklenene kavuşmuş olunur.
Toparlarsak Batı’nın başta İngiltere’nin; menfaatleri gereği destekledikleri Meşrutiyet hareketi; sonuç ve gelinen nokta olarak Osmanlı Devleti için ileri bir merhaleydi. Bizlerin gelmemiz, ulaşmamız gereken bir gelişmeydi. Batılıların menhûs / uğursuz niyetlerine rağmen.
Çünkü büyük bir devletin bir kişi tarafından yönetilmesi artık geride kalmalıydı. Zira 20. Asırda iç dış mes’eleler bir çığ gibi büyümüştü. Uzmanlık isteyen kısımlara ayrılması gerekiyordu. Her şeyin mütehassısı olmak ise bir kişi için artık imkânsızdı.
Halk mümessil ve temsilcileri eliyle, problemlere bizzat el koymalı, ele almalıydı.
Çözümlerini de bizzat kendileri bulup devletin önüne koymalıydılar. 
Bu da parlâmenter bir sisteme geçmekle kabildi.
İşte Meşrutiyet bu gelişmelere başlangıç olması hasebiyle, çok önemli bir adımdı.
Avrupa’nın niyeti ne olursa olsun; atılması lâzımdı.
Bugüne gelince, bu güzel Demokrasi yolunda, onu kötüye kullanmak isteyenlerin kötü emellerine rağmen, fakat onlara bu fırsatı vermeden Demokrasi’ye sahip çıkmaya devam etmeli. 
Bizi biz yapan değerleri yıpratmadan, birliğimizi temin eden birlik kıstaslarımızı canlı tutarak; tarih bilinci, dil şuuru, doğru din anlayışı çerçevesinde kenetlenmiş bir bütün olarak Demokrasi yolunda asla yılmadan, usanmadan yürümeliyiz.
Yukarıda belirttiğim üzere, bu atmosferden olumsuz anlamda istifade etmek isteyen iç dış mihraklar elbette olacaktır. Bu değişikliklerden yararlanmak isteyen iç dış odaklar muhakkak bulunacaktır. Bu hürriyetler ortamında Türkiye’yi parçalayıp bölmek isteyenlere şüphesiz fırsatlar yüz gösterecektir.
Bu hürriyetler ortamında bozguncu ve yıkıcılara elbette imkânlar doğacaktır. 
Ama onların bütün kötü niyet, emel ve amaçlarına rağmen Türkiye bu yolda yürümesini sürdürecektir.  
Onlar istemese de, onlara karşın.
Aynı sinsi emeller, Türkiyemiz için, her zaman olduğu gibi, bugün de pusudadır.
AB’ye girmek için çırpınıp duruyoruz ya. İşte bu onlar için bulunmaz bir fırsat oluyor.
Zâtında, aslında doğru ve güzel olan kriterler; Türkiye şartlarında, Türkiye’yi zora sokacak incelikleri de içeriyor.
Atılan adımlar, yapılan düzenlemeler sırf soyut düşünerek atılmamalı. Türkiye’nin jeo-stratejik durumu göz önünde bulundurularak  da  ele alınmalı. Batı’nın gelecekte çıkarları gereği nasıl bir Türkiye istedikleri hep göz önünde bulundurulmalı. Hesaplar buna göre yapılmalı. 
Asla unutulmamalı ki; güçlü, nüfuslu, tam bağımsız bir Türkiye; ne Batı’nın ne de Kuzey’in işine gelir. Asla unutulmamalı  ki, teknikte kendine yeter bir Türkiye, ekonomide kimseye muhtaç olmayan bir Türkiye; ne Batı’nın ne Kuzey’in ve hattâ ne yazık ki ne de komşu ülkelerin işine gelir.
Oysa coğrafyasında muktedir bir Türkiye, coğrafyasında güçlü bir Türkiye, Ortadoğu’da, Yakındoğu’da kuvvetli bir Türkiye; başta komşu ülkeler olmak üzere bütün dünya devletlerinin yararınadır.
Kısaca Büyük Türkiye -bugün olduğu gibi-  yarınlarda da  -daha iyi şartlarda-  mazlum milletlerin yanında yer alır. Böyle bir Türkiye kimin işine gelir a dostlar?
Öyleyse Batı’nın önümüze koyduğu kriterleri dikkatle incelemeli. 
Bunları yerine getirirken, Batı’nın başka neyi murad ettiğini de ayrıca düşünmeliyiz.
Tıpkı Meşrutiyet’in Osmanlıya gelmesini isterken; bundan başka amaçlar güttükleri gibi.