MEŞRUTİYET, CUMHURİYET VE DEMOKRASİ

Abone Ol

Dün Meşrutiyet’i, yani bir hükümdarın başkanlığı altındaki millet meclisi ile idare edilmeyi; bugün Cumhuriyet’i ve Demokrasi’yi, yani hükümet ya da devlet başkanının halk tarafından belirli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimi ile ülkenin idare edilmesini; yazık çok yazık ki, İslâma aykırı sanarak; dün Meşrutiyet’e bugünse Cumhuriyet’e karşı çıkıp, benimsemeyenler, içlerine bir türlü sindiremeyenler var! Oysa, Kur’an: Seçmeyi, seçilmeyi, istişare, şura ve meşvereti / danışmayı istiyor.

İsim değişikliği ile hakikat değişmez. Bu hükümden anlıyoruz ki, isimden hareketle yanılanlar, Cumhuriyet ve Demokrasiye karşı çıkanlar, işin muhteva ve içeriğine bakmayıp; İslâm’ın özüne aykırı bir rejim ve sistem sanıyorlar Cumhuriyet ve Demokrasiyi! Bu gibiler, dinde hassas oldukları, fakat aklî muhakemede eksik ve noksan kaldıkları için dine; İslâm düşmanlarından daha çok zarar verdiklerinin farkında bile değiller.

Halbuki marazı teşhis, yani sıkıntı, dert ve hastalıkların teşhîsi / tanısı için, tabip ve doktorun sormaya, deşmeye, kurcalamaya ne kadar ihtiyacı varsa; halkı temsil eden meclisin de, idarecileri sorgulamaya, o kadar ihtiyacı vardır. Çünkü cevabın anahtarı sual ve sorudur. Ağlamayan bebek, emzirilmediği gibi, sorgu ve sorgulanma olmayacağını bilmek; sorumluyu sorumsuzluğa iter.

Oysa, sorgu sual edileceğini bilen idareciler, muhtemel ve ihtimal dahilinde olan sorulara karşı, o nispette işlerini sağlam yapar; araştırma ve soruşturmalara karşı; işlerinin gereğini lâyıkıyla yerine getirirler.

İşte bütün mesele; ortaya konan problem ve alınması gereken kararlardan, herkesin faydalanması için, konuyla ilgili sorular sormalı ve bu soruları; verilecek cevap ve yanıtlarla kucaklaştırıp karşılaştırarak; soru ve cevapların birbirine muavenet ve yardımı sağlanmalıdır. Çünkü:

“Çıkar âsâr-ı rahmet; ihtilâf-ı rey-i ümmetten.”

Yani rahmet eserleri, milletin farklı fikirlerini ortaya koymasıyla kendini gösterir. Onlar hakkında müspet-menfî, olumlu-olumsuz düşünceleri ileri sürmesiyle ortaya çıkar. Onların doğru veya yanlış, haklı veya haksız olmaları; ancak karşılıklı konuşmalarla anlaşılır. Konuların didik didik edilmesiyle; kabul veya redde imkân verir.

Böylece lisan ve dilleri kalplerine tercüman olamayanlar; bu durumları sorularla dile getirerek; meseleler karşısında, kendilerini tatmin edecek cevapları duymuş olurlar. Meseleye taraftar olup olmamaları lâzım geldiğini de, bu şekilde yani, soru-cevap yoluyla anlamış bulunurlar.

İşte ancak bu suretle, iktidar taraftarları ile muhalefet mensupları; medenî bir çerçeve içinde, kimsenin tesir ve etkisinde kalmayarak, efendice bir tartışma ortamında meramlarını çekinmeden, açıkça ortaya koymanın vicdanî rahatlığına, kendilerini bırakmış olurlar.

Hem de siyaset tabip ve doktorlarının; illet ve hastalıklara teşhis ve tanı koyabilmeleri, ancak bu soru ve cevapları tahlil ve incelemeleri sonunda mümkün olur.

Böylece manevî ve millî değerlerin korunması için, hamiyet sahipleri, tam bir şevkle millî vazîfe ve görevlerini ifa etmiş ve yapmış olmanın gururunu duyarlar.

Zaten insanlar fıtraten / yaratılıştan Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasi taraftarı ve yanlısıdırlar. Bu hususta Arı ve Karıncaların Cumhuriyetçi tavır ve hareketleri, insanın şahit olduğu en güzel, en çarpıcı ve en güzel örnekler değil midir?

Hiç olmazsa Arı ve Karıncalar kadar bile olmayalım mı?

Şunu da unutmayalım ki, akılları gözlerinde olan avama / halka, en büyük dersi; yapılan işleri görmeleri verir. Çünkü işitileni inkâr mümkün olabilir ama, görüleni inkâr ettirmek oldukça zor ve hattâ imkânsızdır.

“Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.”

Kişinin aynası sözü değil işidir.

Kişinin akıl seviyesini eseri gösterir.