Göç basitçe “yer değiştirme” olarak tanımlanamayacak kadar önemli ve çok yönlü bir kavram. Göçün sosyal, hukuksal ve ekonomik niteliğinin ele alınabilmesi için öncelikle karıştırılan veya birbirlerinin yerine kullanılan “göçmen, sığınmacı, mülteci” kavramlarına açıklık getirilmesi.

Öte yandan, göçmenlerin yaşadığı bazı mahalleler ile toplumun diğer kesimi arasındaki ekonomik ve eğitimsel uçurum sanki derinleşiyor. Göçmen olan birçok insan ikincil emek piyasasında istihdam edilmeye (kötü çalışma koşulları, düşük ücret ve iş güvenliğinden yoksun) razı oluyor. Ayrıca dil bilmeme ve gidilen ülkedeki yapısal engellerden dolayı sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanamama gibi sebepler, göçmenlere sosyo-kültürel bir yıkım yaşatıyor.

Yakup Azak araştırmalarında yerel halkın göçmenler üzerine sosyal temsil şekillerine, göçmenlere yönelik tutum ve davranışlarında ahlaki kaygıları yok eden veya hafifleten psikolojik mekanizmalarına bakıyor. Azak, İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde Sosyal Psikoloji alanında araştırma görevlisi. Çalışmaları politik psikoloji, ahlak psikolojisi ve göçün sosyal psikolojisi çerçevesi içinde yer alıyor. Mahir Şaul’un yürüttüğü TÜBİTAK projesi ekibinde araştırmacı olarak görev alıyor ve “Kumkapı’da yaşayan Afrikalıların olumsuz sosyal kimlik algısıyla baş edebilmek adına ne gibi stratejiler geliştirilmeli” sorusuna cevaplar arıyor.

Yakup Azak kimdir, sizi tanıyabilir miyiz?

İstanbul Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, Sosyal Psikoloji alanında doktora tez çalışmalarımı sona erdirmeye çalışıyorum. Yine aynı üniversite de araştırma görevliliği yürütmekteyim. Yetmişlerde Almanya’ya çalışmaya giden gurbetçi bir ailede büyüdüm. Ailem gibi ben de daha iyi bir yaşam için İngiltere’ye göç ettim. Bir sene sonra Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu kararı vermemde sadece İngiltere’de beklediğimi bulamamam değil aynı zamanda Türkiye’de bıraktıklarım da belirleyici oldu. Kalmak ya da dönmek yol ayrımında kültürel, sosyal, politik ve ekonomik gerçeklerin müzakereleri içindeydim. Göç üzerine çalışmalarım kendi müzakerelerimi anlamlandırma çabalarımla başlamış oldu. Afrikalılar üzerine çalışmam ise Kumkapı’da 2018 yılında kapanan Geri Gönderim Merkezi, veya daha bilinen adıyla Misafirhane'nin demir parmaklı pencerelerinden dışarıdaki insanlara bakan çoğunluğu Afrikalı olan göçmenleri görmemle başladı.

Kadir Has Üniversitesi’nde Prof. Mahir Şaul’un yürüttüğü TÜBİTAK projesi “Türkiye’de yaşayan Sahra altı göçmenler” üzerine çalışan bir ekiptesiniz ve bir doktora tezi yazıyorsunuz. Siz, Yakup Azak olarak bu projenin neresindesiniz? Tezinizin içeriğinden bahsedebilir misiniz?

Mahir Hocayı, ilk defa 2018 yılında Mimar Sinan Üniversitesinde Afrika göçü üzerine düzenlenen bir seminerde dinlemiştim. O dönem yüksek lisans öğrencisiydim ve Kumkapı’da Afrikalılar üzerine saha çalışması yapıyordum. İki yıl sonra TÜBİTAK projesinin doktora öğrencisi yetiştirmek üzere burs ilanına denk geldim. Fakat o sırada başka bir üniversitede çalışıyor olmam bu pozisyona başvurmama engeldi. Ama bu projede bir şekilde yer alabilmek istiyordum. Mahir hocamla önce e-posta ile iletişim kurdum. Beni bire bir görüşme yapmak için davet etti. Sıkı bir mülakattan sonra proje ekibinde araştırmacı olarak yer aldım. Projede Kumkapı’da yaşayan Afrikalıların olumsuz sosyal kimlik algısıyla baş edebilmek için ne gibi stratejiler geliştirdiği sorusuna cevap aradım. Kendi tez konum yine göç üzerine fakat Suriyeli göçmenler üzerine olduğundan, Türkiye’de yerel halkın Suriyelilerle gruplar arası sosyal ilişki yapılarına ve grup temelli duygularına sosyal psikoloji alanında kuramsal bir çerçeveden odaklanıyorum.

Göç araştırmacıları için temel bir soru göçmenlerin yerleştikleri topluma ne kadar uyum sağlayabildikleri. Bir araştırmacı ve sosyal psikolog olarak Türkiye’de yaşayan göçmenlerin yeni bir kültüre katılmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Artık göç veren değil daha çok göç alan bir ülke konumundaki Türkiye, bu alanda nasıl bir sınav veriyor?

İlk entegrasyon çalışmaları göçmenleri odak noktasına alarak onların göç ettikleri ülkenin sosyal yapısına nasıl dahil olabileceği üzerine kuramsal açıklamalar getirmeye çalışıyordu. Daha sonraki çalışmalar ise entegrasyon konusunda yerel halk tarafına da odaklanılması gerektiğini idrak ederek yerel halkın göçmenleri, entegrasyonun hangi boyutu içinde gördüklerini araştırmaya başladı. Örneğin, göçmen bir grup Türkiye toplumuyla entegre olma çabası içinde iken yerel halk bu göçmen grubu dışlayabilir ya da marjinalleştirebilir. Mesele, sadece göçmenin göç ettiği ülkenin kültürüyle etkileşimiyle incelenmemeli. To be an immigrant eseriyle tanınan Kay Deux, sosyal psikoloji alanında farklı bir perspektiften yola çıktı; göçmen olgusunu, göçmen politikaları, sosyal yapılar ve sosyal temsiller gibi makro yapıların, bir de göçmenin tutumları, değerleri, beklentileri, anıları, kimlik ve rolleri gibi mikro yapılar ile bu iki yapı arasında yer alan yerel halk ile göçmenler arasındaki sosyal etkileşim, gruplar arası tutumlar ve davranışlar ve sosyal ağlar gibi orta düzeyde yapılar içinde incelenmesi gerektiğini savunuyordu. Sosyal psikoloji makro değişkenler içinde göçmen bireyi ele almaya başladı. Bir ülkenin siyasi politikaları, o ülkedeki göçmenlerin nasıl tavır alacağını direkt olarak etkileyebiliyor. 15 Temmuz Darbe girişiminden sonra Türkiye’deki Nijeryalı ve Senegalli grupların İstanbul’un meydan ve caddelerinde düzenlenen darbe karşıtı yürüyüşlere katılması bu duruma en ilginç örneklerden biri. Makro politikaların bütünleşme üzerinde ne kadar etkili olduğu göz ardı edildiği sürece Türkiye’de göçmenlerin topluma katılması konusunda, verilen sınavın başarılı olabileceğini düşünmüyorum.

Sosyal ağlarda sığınmacılara karşı kullanılan “sessiz istila", "ırkçıyım", "yallah ülkene” gibi ifadeler görüyoruz. Neredeyse her gün karşılaştığımız bu çevrimiçi nefret söylemleri toplumu nasıl etkiliyor? Ev kiralarına yapılan zamlar, zorlaşan hayat şartları ve tacizler karşısında Suriyeli ve Afganistanlı sığınmacılar hedef gösterilirken, Afrikalı göçmenler de ırkçılığa maruz kalıyor. Türkiye’de göçmenler üzerinden bir iç karışıklık mı çıkarılmak isteniyor? Böyle bir buhran mı oluşturulmaya çalışılıyor?

Meseleye toplumsal bireyin bir ötekine (göçmen, azınlık üyesi, yabancı olana) ne kadar ve nasıl zarar verdiği değil verdiği ufak ya da büyük zararı nasıl ahlaki olarak meşrulaştırdığı üzerinden bakmak niyetindeyim. Sorunuzdaki durumlara bir örnek daha eklemek istiyorum. Sosyal ağlarda, Oksijen gazetesinde İstanbul’daki papağan popülasyonu üzerine kaleme alınan bir yazıya denk geldim. İstanbul’da yarım yüzyıldır yaşayan yeşil papağan türünün elde somut bir veri olmadan Tarım Bakanlığı tarafından “istilacı bir tür” ilan edilmesi üzerine bir haberdi. Haberin altındaki yorumlarda ise bambaşka bir tartışma dönüyordu: Türkiye’deki Suriyelilerin nüfus yoğunluğu ve bu konuda alınması gereken tedbirler. Bireyler, nefret söylemleri veya insandışılaştırmalarla göçmenleri yabanilikle, şeytanilikle, sayısal verilere indirgemelerle insani özelliklerinden yoksun bırakıyor. Albert Bandura "Ahlaki bağlantısını koparma" (moral disengagement) kuramıyla bu duruma bir açıklama getiriyor. Alt insanlaştırma (infrahumanization). Bireyler, hedefteki ötekini (bu bir göçmen, marjinalleştirilmiş bireyler ve azınlıklar olabilir) duygulardan ve insani özelliklerinden arındırarak az sonra hedefteki kişiye ya da gruba karşı gerçekleştireceği zararlı davranışları yavaşlatacak veya engelleyecek öz kınama ya da öz yaptırım mekanizmalarını zayıflatıyor. Böylece, artık ötekine karşı sözlü ya da davranış olarak vereceği zarar ahlaki bakımdan da meşruluk kazanıyor.

Yerel halk ve göçmenler arasında yaşanılan toplumsal olaylar artık kaygı verici sonuçlar doğurmaya başladı. Toplum yaşamını etkileyen bu vakaları nasıl yönetmek lazım, bu noktada yerel halk ve göçmen/sığınmacı uyumu sağlanabilir mi? Ya da en azından sorunları azaltmak mümkün mü?

Göçmenin göç etmeye karar vermesinde “daha iyi bir yaşam” beklentisi belirleyici. Buradaki “daha iyi” ifadesi, hali hazırda doğduğu, vatandaşı olduğu ülkede kötü olan yaşam şartlarına kıyasla kötünün iyisine gönderme yapıyor da olabilir. Çatışmalar veya saldırılar, ev sahibi / yerel halkın “daha iyi yaşam” beklentisi önünde engel olduğu algısı yaratan trajik bir durum. Yerel halkın sosyal temsillerinde göçmenin bu şekilde yer alması, göçmen ile yerel halkın gruplar arası ilişki yapılarının incelenmesini önemli kılıyor. Göçmen ve yerel halk arasındaki uyumu sağlamanın bir yolunun da bu iki grup arasındaki sosyal ilişki yapısının incelenmesiyle başarılacağını düşünüyorum. Sosyal hayatlarımız, diğerleriyle kurduğumuz sosyal ilişkileri nasıl düzenlediğimize ve yönettiğimize göre değişiyor. Alan PageFisk, ilişki modeli kuramında (socialrelationaltheory) sosyal adaleti, ahlaki yargıları, emeğin organize edilmesini, herhangi bir nesneye, mekâna, zamana toplumsal değerler atfedilmesini belirleyen şeyin insanların sosyal yaşamlarında referans aldıkları ilişki modelleri olduğunu iddia eder. Doktora çalışmalarımda bu kuramla yerel halkın göçmenlerle olan sosyal ilişki modellerinin yapısını inceliyorum. Yerel halk için hangi sosyal ilişki yapısı önemli? Dış grup olarak gördüğü göçmenlerle ilişkiler, iç grup onuru, itibarı, etnik homojenliği, toplumsal kirlenmeye karşı koruma, biz kimiz onlar kim bunu keskin çizgilerle belirlediği bir ilişkiyi mi? Göçmenlerle olan ilişkilerini, kendi grubunu önceleyen, ayrıcalıklı gören, hiyerarşik bir ilişkiyi mi? Kuralların herkes için geçerli olduğu, kaynakların eşit şekilde dağıtıldığı, kayıplarda eşit şekilde sorumluluk verildiği, kimlik ve statülerden bağımsız ilişkiler mi? Yoksa dış gruba yapılan yatırımın hak edildiği karşılığın alınacağı, fayda zarar dengesinin önemli olduğu ilişkiler mi önem arz ediyor? Bu boyutlardan biri de olabilir, birkaçının kombinasyonuyla oluşan ilişki boyutu da olabilir. Afrikalı ya da Suriyeli olsun eğer göçmen ile yerel halk arasındaki ilişki boyutunun içeriği belirlenirse uyum üzerine önemli bir mesafe kat edileceğini düşünüyorum.